• iran sinemasının en büyük ustalarından biri olan abbas kiarostami'nin garip, rahatsızlık verici ama içten ve vermek istediğini insanın suratına çarpmadan sakince veren filmi. iran'ın hepimizin malumu olan çevresinde modernliği araba sürmesinden menkul olan hanımefendinin rutinin de yaşadığı olaylar bir arabanın içinde anlatılır. kadın çevresinden gördüğü tepkilere rağmen kendi ayakları üzerinden yaşar ve bir kadın olarak kimliğini ortaya koyar. çevresindeki en serbestinden en bağnazına kadar iran kadınlarını hikayesi net bir çerçeveyle verilir. genel erkek bakış açısını da aşırı huysuz oğlu temsil eder. filmin gücü benzer bir hikaye olan te doy mis ojos izlenince daha iyi anlaşılır çünkü dünyanın pek çok yerinde kadının adı yokmuş.
  • ten, büyük bir değişim meydana getirmiştir. pearl jam'in doğuşudur, bizlerle ilk tanışmasıdır. ilk albümüdür, (bence) asla ulaşamayacakları bir noktadır. 1991'in ağustos'unda gökyüzünden sevenlere inmiş 53 dakikalık bir müzikal şaheserdir... diyemeyeceğim; çünkü bu ve sonraki pearl jam albümlerini sevme nedenlerimden en önemlisine ihanet etmiş olurum: bizden olma. ben pearl jam'i bana yakın olduğu için severim. senin, benim müzikte ulaşabileceğimiz en yüksek nokta gibi gelir bana, daha ötesi değil. dolayısıyla onlardan çıkan herhangi bir eseri tanrısallık veya insanüstülükle nitelendirmeyi düşünmek bile bence pearl jam'e hakarettir. ten de bu dediklerime paralel olarak her şarkısı bizimle ilgili şeyleri, bizim anlatmak isteyeceğimiz şekilde bize anlatan muhteşem bir albümdür.

    standart pearl jam kadrosunun yanında (vokal: eddie vedder, gitar: mike mccready, bas: jeff ament, ritm gitar: stone gossard) ilk davulcuları olan dave krusen vardır. dave, albüm yayınlanmadan önce, mayıs gibi gruptan ayrılmıştır. grupla birlikte toplasan 10 tane filan konsere çıkmıştır bu süreden önce. daha sonraları da alkol sorunları yüzünden ayrıldığını açıklamıştır. bu albüm yüzünden alkol sorunları yaşayan nice insanla beraber kendisine hak veriyorum. bir gün beraber içelim dave’ciğim.

    standart albüm (amerika ve kanada versiyonu) once ile başlar ve release ile biter. avrupa versiyonunda alive’ın canlı versiyonu, wash ve çılgın şarkı dirty frank mevcuttur. albümün başka başka versiyonlarında ayriyeten i’ve got a feeling isimli esere ve değişik kapaklara rastlayabilirsiniz. şaşırmayın.

    grup üyelerinin sözkonusu şarkı hakkında yaptıkları bir açıklama varsa veya şarkı gerçek bir olaya dayanıyorsa bunları belirtmeye çalıştım. bunun dışında "şarkı şunu anlatıyor." gibi iddialı beyanatlardan olabildiğince kaçınmaya çalıştım. şarkı, dinlediğinizde size neyle ilgiliymiş gibi geliyorsa onunla ilgilidir. benim, internetteki diğer kaynakların ve hatta grup üyelerinin dedikleri bile önemsizdir bence bu konuda. dilediğinizi düşünün. ben demiyorum, eddie vedder söylüyor: "we're very reluctant to disclose song meanings. ıf a person lends their own interpretation of a song, it becomes their song, too. music for some people is very personal; they need it."

    albüm onceile başlar. bu aynı zamanda alive-once-footsteps üçlüsünden mütevellit mamasan üçlemesinin de başlangıcı anlamına gelmektedir. hoş, tam bir başlangıç değil. biraz ortadan dalmak gibi olmuş. olsun. zaten üçleme hakkında ayrı bir şeyler yazdım.

    üçlemenin ikinci şarkısı olarak once'da, alive'da sözü geçen çocuk, yine alive'da yaşadıkları sonucu seri katile dönüşmüştür. once tam olarak işlediği bir cinayet sırasında hissettiklerini anlatmaktadır. son derece gaz bir şekilde hem şarkı hem de albüm başlamış olur once ile. bir zamanlar kendimiz kontrol edebiliyorduk; ancak once ten'in başlangıcını işaret ettiği gibi, bu kontrolün sona erişini de işaret etmektedir. ek olarak belirtmek isterim 2:08'de solonun ardından gelen kısımda eddie mırıldanırken şunları söylemektedir: "you think i've got my eyes closed, but i'm looking at you the whole fucking time."

    bir başka gaz şarkı olan even flow gelir once'ın ardından. bir evsizin hikayesidir bu. bu satırları yazarken farkettim ki, eddie vedder bu hikayeyi şarkının sözlerinde inanılmaz bir çarpıcılıkla anlatmıştır ve stone gossard her zaman olduğu gibi mükemmel bestesiyle bezemiştir bu sözleri. klibin sonunda eddie'nin mırıldandığı sözcükler de şarkı sözlerinin üstünü kusursuz bir şekilde örter: "i died. i died and you just stood there. i died and you watched me. i died and you walked by and said, 'no, i'm dead'.". ayriyeten şu an itibariyle pearl jam konserlerinde en çok çalınmış şarkıdır. şarkının şöyle bir açılışı varmış bir konserde, alıntı yapayım: "so how many of you guys came out in limos? ıt's really great when your in a limo and you can put your head out the window and look out at all the homeless people. next time you're in a limo just look out at all the homeless people sleeping in the alleys, ı just dare ya to take a drink of that free alcohol...this song is called evenflow."

    albümün üçüncü, mamasan'ın birinci şarkısı, eddie'nin ve takımının ilk golü alive'dır. alive, ilk piyasaya sürülen şarkısıdır pearl jam'in. açık konuşayım, ensest ile ilgilidir. şarkıdaki çocuğumuzun babası ölür, annesi babasından daha fazla kimseyi sevemeyecektir bundan sonra. fakat oğlu, tamamen babasına benzemektedir. annesi onu istemektedir. çocuk büyüme çağındadır. babasının ölümünü düşünürken bunlar olur ve çocuk çileden çıkar. once'a ve daha sonra footsteps'e giden hikaye işte böyle başlar. lakin ne başlayış... hayvanlar gibi bir giriş, görecelilik kavramına selam çakan, çoğu otorite tarafından en iyi bilmemkaç solo içinde gösterilen bir gitar solosu ve bence en önemlisi şarkıdaki çocuğun yaşadıklarını tamamen hissettirebilen bir vokal... yazarken bile kafayı yedim, noktalar üçlü beşli akıyor. biri beni durdursun.

    gaz girişlerin artık bu albümde alışıldık olduğunu düşündürecek bir şekilde why go girer alive'dan sonra. why go, annesi tarafından ot içerken yakalanan bir kızın hikayesini anlatır. hatta yanılmıyorsam ten'in kapağında yazdığına göre kızın adı heather idi. şarkı çocuklarını dinlemek yerine işin kolayına kaçan ebeveynlere bir tepkidir heather'ın hikayesi üzerinden. why go, diğer şarkılara göre nispeten biraz daha sönük kalan şarkılardan biridir bu albümde. yine de her halükarda bütünün eşsiz parçalarından birisidir. eddie yine şarkıyı yaşar gibi, sanki hastane duvarlarının içine annesinin isteğiyle kapatılan heather değil de kendisiymiş gibi söylemektedir. şarkının bestesi jeff ament tarafından yapılmıştır.

    ve black... bana göre bu albümün veya pearl jam diskografisinin değil, şu dünyada yapılmış bütün şarkıların arasında en iyisidir black. henüz bu fikrimi tamamen paylaşan bir kimseyi bulamadım; ama kendi içimde bunu biliyorum ki bundan sonra hiçbir şarkıyı black kadar sevemeyeceğim. şarkının neyi anlattığı çok açık: en çok özlediğiniz kaybınızı anlatıyor. eddie'nin veya bir başkasının hikayesini değil, sizin hikayenizi anlatıyor bu şarkı. nokta noktalar bırakıyor, dinleyenin ve onun en büyük pişmanlığının ismiyle dolduruyor bu noktaları. illa ki çılgın bir ayrılık yaşamış olmanız gerekmiyor bu şarkının etkilemesi için. eminim ki en taş kalpli insan bile "i know someday you'll have a beautiful life..." ile başlayan kısımda bu şarkıyı bir insan evladına yazdırabilen duygulara vakıf olacaktır. bu da yetmezmiş gibi bir de canlı versiyonlarında en sona "we belong together" kısmı ekleniyor ki şarkıya, iyice kanırtsın. "all five horizons revolved around her soul , as the earth to the sun" derken güneş, dünyayı görmemizi sağlamaktadır; ancak "how quick the sun can dropped away?" kısmında ise aynı güneş batmıştır artık, her şeyi siyaha çevirerek. hava kararmıştır. güneş de bir yıldız sonuçta, ama bizim gökyüzümüzde battığı gibi artık bizim gökyüzümüzdeki bir yıldız da değildir. görkemli bir soloyla biter en güzel hikayemiz.

    jeremy wade delle ile devam eder albüm black'ten sonra. kısaca king jeremy, daha da kısa, jeremy. jeff ament'in resmen bestelerken coştuğu bir şarkıdır jeremy. eddie vedder, why go'da, mamasan'da gösterdiği ve daha sonra nice şarkılarda göstereceği hikaye anlatmadaki başarısını jeremy'nin sözlerinde de yansıtır. eski bir arkadaşının, rob jensen'in röportajında da belirttiği gibi hikayelerinin doğru olup olmadığını bilemiyorduk; ama harika bir hikaye anlatıcısıydı. ne yazık ki jeremy, acı derecede gerçek bir hikayeydi. başından sonuna, bütün enstrümanları ve vokaliyle hissettiriyordu bu şarkı da hikayenin acılığını. normalde hiç konuşmayan jeremy, en acı şekilde konuşmuştur. "king jeremy the wicked ruled his world."

    black'in üstünden çok gelmemişken adeta kardeşi gibi olan oceans var sırada. bu şarkının konusu yine sizinle ilgili. boşluklara kendinizi ve özlediğiniz kişiyi koymanız yetiyor. aranızda illa ki bir okyanus olması gerekli değil. sizi ayıran her ne olursa olsun (okyanus, yollar, ölüm vs.), birleştiren de o olacaktır. oceans eddie, stone ve jeff’in ortak ürünüdür. sözlerinde ise eddie’nin sörfe ve denize olan tutkusu şüphesiz ki etkili olmuştur.

    oceans’dan sonra beklenmedik bir şekilde albümün en hareketli şarkısı olan porch geliyor. gergin, sinirli ve hareketli bir şarkı olan porch, isviçreli bilim adamlarının araştırmalarına göre pearl jam konserindeki türlü çılgınlıkların %95.34’üne, ortasında barındırdığı hayvani solo esnasında evsahipliği yapmaktadır. gariptir, şarkının sözlerine baktığımızda “şair burada evden, kendisine bir haber bile vermeden giden sevdiceğe seslenmekte, ona inceden (fuck diyerek incelmekte) sitem etmektedir.” diyebiliriz. credits kısmında sadece eddie vedder’ın ismini görünceye kadar şarkı, sözlerine oranla fazlaca asabi gelir.

    sıradaki şarkı ise albümün diğerlerine nazaran az duyulan bir şarkısı olmasına rağmen tamamen büyüleyici bir eser olan garden’dır. oceans gibi bu şarkı da eddie, stone ve jeff’in ortak ürünüdür. “i don’t question our existence. i just question our modern needs.” sözleriyle ve hoş solosuyla kafama kazınan bu şarkının neyi anlattığı konusunda grup üyelerinden herhangi birinin bir açıklaması yok. tek bildiğim garden of stone’un mezarlık anlamına geldiği.

    sona yaklaşırken gelen deep ise manyak sözleri ile insana depresyon hırkasını giydirme, daha da manyakça vokali ile o hırkayı parçalatabilme potansiyeline sahip bir şarkıdır. garden ve ardından gelen release gibi kendisine biraz haksızlık edildiğini düşünüyorum. halbuki eddie’nin belki de en kendini yırttığı şarkılardan birisidir.

    release ile son bulur ten (“bende b-side’lar var!” diye atlamayın. terbiyesizlik yapmayın. standart albüm burada bitiyor. sus! cevap verme!). release albümü bitirirken aynı anda bu albümün nasıl bu kadar şahane olduğunu açıklar gibi; zira muhteşem sözleri (bestesi de olabilir, o kısmından emin değilim) davulcu dave krusen’e aittir. demek istediğim o ki, ten bütün grup üyelerinin ortak çalışması, kendilerinden bir şeyler katması ile oluşmuş bir albümdür ve release de bunun 11 kanıtından bir tanesidir.

    albüm aslında benim sığ incelememden daha fazlasını hakediyor ve umarım bir yerlerde bulurum. zira içinde tekrar ettiği onlarca metafor (ki sörf ve okyanusla ilgili olanlar en dikkat çekenler) ve daha nice şeyler mevcut. gerek edebiyat gerekse müzik alanında yeteneği/eğitimi olanların ciddi olarak incelemesini isterim bu albümü. ben sadece albümün bana hissettirdiklerini, yetersiz de olsa, aktarmaya çalıştım. ne mutlu pearl jam diyene!
  • açığının koyusunun yüceltilmesinin veya aşağılanmasının toplumsal iki ana sebebi var.

    1- ekonomik
    2- ırksal.

    ekonomik kısmı şöyle:

    eskiden zenginler evinin, güneşliğinin, şemsiyesinin konforunu çıkarırken bembeyaz kalırmış.
    köylü takımı ise güneş altında uzun saatler çalıştığından kararırmış. böylece karaysan fakir, beyazsan zenginsin gibi bi statü anlamı varmış.

    şimdi ise durum batı'da tersine döndü. hayatını kazanmak durumundaysan güneşsiz, kapalı cubicle'larda çalışıyor, haliyle bembeyaz kalıyorsun, maksimum iki haftalık tatilinde de kalıcı bi bronzluk elde edemiyorsun. zenginler ise tatilde maldivler'den ibiza'ya takılıp bronzlaşırken tüm seneyi o tonlarda geçirebiliyor.
    yani artık bronzluk zenginlik göstergesi.

    ırksal şöyle:

    eskiden zaten anglosakson olmak büyük sükseymiş, sömürgecilik, misyonerlik falan biliyorsunuz. zencilerin eşit haklara kavuşması bile hala her yerde söz konusu değil.
    günümüzde durum eskisi kadar vahim olmamakla beraber sırf teni yüzünden beyaz adamın kendini bi bok zannetmesi hala sürüyor. zengin aileden gelmişsen büyük olasılıkla zengin olmaya devam ediyorsun, ülkeler bazında da bu durum o kadar ani değişikliklere uğramıyor.

    bi de durumun öteki yüzü var, genel geçer güzellik anlayışları klasik beyaz insandan azıcık uzaklaştı. uzun boy, ince bel, dolgun göğüsler, dolgun kalçalar, dolgun dudaklar, zayıflık, eh bi de bronzluk artık zenginlik göstergesi olmuştu zaten, böylece bir venezuela bir brezilya kadını çok daha değere bindi.

    (eminim bunda artık latinlerin ve zencilerin daha göz önünde olması, özellikle müzik ve spor alanlarında büyük başarılar göstererek hayran kitleleri oluşturmalarının da etkisi vardır.)

    bi yandan bi kısım hala beyaz insana hayranlık gösteriyor, hala ten rengi yüzünden kendini üstün zanneden beyazdan senelerdir batı kültürü pompası yiyen hindistan'a bi sürü insan var.

    bi kısım ise -özellikle popüler kültür etkisi altında çok kalan, victoria's secret mankeni hayranı kitle-, beyazlığı uncool görüyor.

    türkiye karma karışık. hem batı'nın bronz modası var, hem kürtler ve araplar karşısında kendini üstün gören beyaz türk var. çoğunun kafası allak bullak.

    arap kökenli arkadaşıma 'ay ne kötü esmer olmak. tenin pis gibi, yıkasan yıkasan öyle görünür' diyip kendi bronzlaşmaya çalışan mutantlar var ortalıkta. (bu sahne gerçekleşirken orada olmadığıma öylesine üzgünüm ki... terbiyesiz, paçoz dangalak.)

    insanların beğenilerinde kişisel faktörler de vardır. atıyorum çocukken bembeyaz/kapkara bi bakıcın olmuştur sende çok iyi/kötü hisler bırakmıştır, büyüdüğünde o tip insanları çok çekici/itici bulursun. olur olur.

    ama büyük insan toplulukları bazında yukarda saydığım etmenler oldukça etkili. ama aynı anda maruz kaldığımız bi sürü kültür olunca işler daha da karışıyor işte.

    ama genel geçer eğilim hala beyaz ırktan gelip bronzlaşmak eğiliminde. geçen biri şey demişti, unuttum kimdi de, içerik aşağı yukarı şöyle bi şeydi:
    "popüler kültürün önümüze koyduğu güzel kadın figürü imkansız bişi olmakla beraber en yakını kim kardashian."
    kendisinin ermeni kökenli olduğunu hatırlatırım.

    az bulunanın değerlenmesi faktörünü unutmayalım. türkiye'de beyaz tenli nispeten az, bu onu değerli yapıyor. iskandinavya'da solaryuma gidip saçlarını kahverengiye boyatan kadın da var. yani birlikte bulundukları kitleden farklı görünerek öne çıkma arzusu da önemli bi etken.

    ---

    birini ten rengine göre değerlendirmek bir cehalet, salaklık ve tembellik belirtisidir. dünyada türlü türlü insan var, akıllısı, güzeli, tembeli, çirkini, salağı, iyisi, kötüsü var. her ırktan her biri çıkabiliyor. fırsat eşitliği gibi daha mühim mevzulara kafa yorsanız? ırkçılığın modası geçse ya artık.
  • yanılmıyorsam 1993 yılında, akmar pasajının kapısında çekme kaset satanlardan aldığım ilk günü dün gibi hatırladığım pearl jam'in rüya albümü. o zamanlar tüm metalci gençler gibi iron maiden, metallica, megadeth ve benzeri gruplar ilgi alanındayken sürekli takip edilen yurtdışı dergilerde yer alan ve övüle övüle yere göğe sığmayan bu ilginç isimli grubun kasedini walkman'e takıp play'e bastığımda beni ve müzik zevkimi kalıcı değişikliklerin beklediğini bilmiyordum. kadıköy'den erenköy'e kadarki 45-50 dk'lık otobüs yolculuğu sanki tuhaf, başka bir dünyada yapılmış soundtrack'e sahip farklı bir yol filmi haline gelmişti. albüm kayıtlarının mükemmeliği ve genişliği, bilincin altına altına inen tınılar; gece uyurken, sabah kalktığımda, okula giderken, okuldan dönerken, birilerine kızarken, okulun en güzel kızına aşık olup ilgi göremediğimde, okul konserinde ilk sahne almadan 5 dakika önce sahne arkasında heyecan eşliğinde, konserlerden sonra okulun en güzel kızıyla öpüşürken, terkedildiğimde, okul bittiğinde, üniversitede ve halen daha beni bazen aydınlık ve pırıl pırıl bazen de yağmurlu ve soğuk bir yolculuğa çıkarmaya devam ediyor. ilk aldığım kırmızı renkli kaset bozuk olmasına rağmen hala odamda, orijinal cd'leri başucumda, mp3'leri ise her yerde. ama artık çok fazla dinlememeye çalışıyorum. özledikçe dinleyip sürüklenmek apayrı. benim jenerasyonumda olup da müzikle yatıp kalkanların aynı şeyleri hissettiğini biliyorum. o hisleri saklıyorum...
  • sadece pearl jam gibi bir grubu rocker'larla tanistirdigi icin bile anlam ifade edebilirdi.. ama oyle bi icerik var ki.. o enerji, o lirikler, patlayan duygular.. nasil tarif edilir ki, black'te aglayabilmek, porch'ta cosmak, oceans'ta rahatlamak, ilk dort sarkinin muhtesem girisiyle dagilmak.. tum zamanlarin en onemli debut'larindan biri, tum zamanlarin en onemli rock yapitlarindan biri.
  • şarkıları daha önce duymamış bir şekilde, ilk defa almışım gibi dinleyebilmenin nasıl birşey olduğunu yaşamak istedigim az sayıda albümlerden bir tanesi.

    pearl jam'in discografisi everestten yavaşça aşağıya inmektir bence.
  • günümüz iran sinemasının önemli/ödüllü yönetmeni abbas kiarostami'nin filmi. on sekans boyu kadın diyalogları, kadın öyküleri.
  • insanlik tarihinin gorup gorebilecegi en iyi debut album*. yok boyle birsey, olamaz, bir grubun ilk albumu boyle olamaz. once'in, why go'nun, porch'un gazi; release'in, black'in duygusalligi; alive'in, jeremy'nin yogunlugu; bunlarin hepsi bir grubun daha ilk albumunde toplanamaz. nasil olmussa olmus iste bir kere, onu anlamak icin de acin pearl jam mtv unplugged videosunu, black'i dinlerken eddie vedder'in gozlerindeki bakisa bakin, iste gruptaki, muzigindeki o tutku ten'i varedebilmistir. olamaz boyle birsey ya, cidden olamaz, gunlerdir ara vermeden release dinliyorum, boyle bir sarki, boyle bir album kapanisi olamaz iste. pearl jam gibi, nirvana gibi, soundgarden gibi, muzigi bu derecede bir tutkuyla yapan birkac grup daha olsa dunya ne guzel yer olurdu ya.
  • abbas kiorastami 'nin hınzırlığı.
    sen tut, "kadın manzaraları" tutanağı bir filmi bir erkekle başlat ve bir erkekle bitir * *

    hani öyle sayılıyor ya... kadınların hikayeleri erkeklerle başlayıp erkeklerle biter ya...
    düşünmek... ve biraz fazlasını görmek...
    yapmalı!
  • abbas abiden dünya sinemasına armağan, güzel bir kadın filmi. film de güzel esas kadın da (bkz: mania akbari) filmin mevzuu tek kelimeyle "kadın" iki kelimeyle "kadın olmak" bu kadar. ama bir film iran yapımı olursa kafadan "iran'da kadın olmak" oluveriyor ya olmuyor aslında ama bizde böyle n'aparsın.
hesabın var mı? giriş yap