• kubrick'in sembolizmin dibine vurarak kızılderili soykırımını anlattığı olağanüstü film.

    --- spoiler ---

    şimdi konu kubrick olunca filmin her karesi, giyilen kıyafetlerin renkleri, halılar, oyuncaklar, duvarlar, vs hepsinin altında bir anlam yatıyor kuşkusuz. filmde baskın renkler mavi, kırmızı ve sarı. mavi görmezden gelmeyi (otelin adı da overlook, yani görmezden gelmek ki o da kızılderili soykırımını görmezden gelen amerikayı temsil ediyor, ayrıca otel eski kızılderili mezarlığı üzerine kurulmuş!), kırmızı ise kanı yani kızılderili soykırımını sembolize ediyor. sarı da yaklaşan/mevcut tehlikeyi sembolize ediyor ki bu öğeler filmin her karesini durdurup üzerine saatlerce analiz yaptıracak kadar mükemmel bir şekilde filmin içine yedirilmiş. filmin başında sarı bir arabayla dağları tepeleri aşıp otele giden jack, amerika kıtasına giden beyaz adamı temsil ediyor. kızılderili motiflerini filmin çoğu yerinde (duvarlarda, şöminenin etrafında, kadının kıyafetinde, halı desenlerinde, konserve kutularında) görüyoruz. çocuğun bisiklete binerken çıkarttığı rahatsız edici seslerin kızılderili motifli halılara geldiğinde kesilmesi, adam delirip kadını doğramaya yeltendiğinde arkada bangır bangır çalan kızılderili müziği, jack nicholson'ın tenis topunu fırlattığı duvardaki kızılderili motifleri, yine jack nicholson'ın koridorda aynanın önünden geçerken abuk sabuk hareketler yapması, kendiyle yüzleşememesi vs hepsi amerika'nın yaptığı soykırıma üstü kapalı birer gönderme. kadın, tipinden de anlaşılacağı gibi, kızılderilileri, adam ise onları "baltalarla" doğrayan amerikayı, çocuk ise bir sonraki amerikan neslini sembolize ediyor. "çok önemli bir şey yapıyorum bana elleşme" diyen beyaz adam, aslında orada bi sikim yapmamaktadır *. yerli halkın bunu farketmesi ve kendiyle yüzleşmekten kaçtığı için de psikopata bağlar. ayrıca tam da üzeri kırmızılı maymun oyuncağının olduğu yerde zenci aşçının öldürülmesi, ortama "dışarıdan" gelen siyahların da bok yoluna gittiğini anlatıyor. daha benim farkedemediğim onlarca detay vardır ancak bu sembolik anlatımın farkına varıldığı andan itibaren film bambaşka bir hal alıyor, defalarca üst üste izlenebiliyor. kubrick'e "oha sen ne yaptın be abi" deniyor.

    --- spoiler ---
  • stephen king’in romanından sinemaya uyarlanan the shining, stanley kubrick'in, iki ayrı dünyayı buluşturduğu filmdir. olağan dünya ile fantastik dünya. bu iki dünya yan yana durur ve zaman zaman da iç içe geçer. filmin kişileri, çok rahat geçişlerle, bir dünyadan ötekine gidip gelirler.

    filmin ufak bir özeti ve ardından analizine geçmeden önce, filmin adı olan shining yani “pırıltı” kavramından başlarsak; filmin başlarında siyah aşçının, küçük danny’e açıkladığı gibi, “pırıltı” bazı insanlarda bulunan bir güçtür, psişik bir güç. bu insanlar, bu gücün verdiği algılama, pırıltı yeteneğiyle, belirli bir yerde önceden olmuş olayları görebilirler. çünkü her olay, gerçekleşmiş olduğu mekanda "iz" bırakır. hiçbir olay, tamamıyla yitip gitmez, ardında iz’ler kalır. bu iz’ler, sıradan insanların göremediği, ancak “pırıldayabilen” insanların görebileceği şeylerdir; pırıltı, bu iz’leri canlandırır, yeniden yaşatır.
    bu nedenle, bu güç, ona sahip insanlar arasında bir iletişimin de kurulabilmesini olanaklı kılar. bir tür telepati gibi, bu insanlar birbirlerine pırıldayabilirler. birbirlerinin yaşadıklarını görebilirler. iz bırakma açısından pırıldama gücüne sahip bir kişi öldükten sonra, başından geçen olayların iz’leri öldüğü mekanda kalacağına göre, kişinin kendisi de belirli bir anlamda orada kalacaktır. ve o mekana, o güce sahip biri gelince, o ölmüş kişinin başından geçenleri canlandırır. dolayısıyla da onun başından geçenler yeniden olup bitmeye başlar; bu yolla da, o kişinin kendisi, bir iz olarak, yaşayan kişinin pırıltısı nedeniyle yeniden yaşamaya başlar.

    --- spoiler ---
    buradan sonrası spoiler
    --- spoiler ---

    şimdi, bu bağlantılar açısından filmi izlersek şunları görürüz. pırıldama gücüne sahip olan küçük danny, (siyah aşçının söylediği gibi) bu güce olağanüstü yüksek bir düzeyde sahiptir. öyle ki, bu güç onda kendi başına bir kişilik kazandırmıştır. jack* da, pırıltıya sahiptir, ama onunki daha alt düzeydedir. anne ise pırıltı'dan yoksundur, olağan bir insandır.

    asırlık geçmişi olan otelde bir çok kişi ölmüştür. olayların ve bu kişilerin iz’leriyle doludur. otele pırıldama gücüne sahip bir insan gelince, canlanır, yani başlarından geçen eski olayları yeniden yaşamaya başlarlar. ve otele olağanüstü güçlü bir pırıltısı olan küçük danny gelmiştir.

    otel, danny’nin peşine düşer. danny otelde ölürse, otelin bu iz’ler topluluğu bir güç toplamına sahip olacaktır. ne var ki, otelin iz’leri sadece birer iz’dirler. fiziki olarak bir şey yapamazlar. görünebilirler ama kimseyi öldüremezler. bu nedenle danny’i ele geçirmek için, otel kendi pırıltı gücüyle, danny’nin babası jack’ın pırıltısı ile ilişkiye girerek, aklını ele geçirirler ve danny’i öldürtmeye çalışırlar.

    olaylar gelişir. iz olarak görünmenin ötesinde iki tanesi, fiziki nitelik gösterir. biri, danny’nin boğazının sıkılması, diğeri de jack’ın kapatıldığı kilerin kapısının açılması. iz’ler fiziki bir şey yapamadıklarına göre, bunlar nasıl olur? danny’nin boğazını sıkan jack’tır. jack’a kapıyı açan da danny’dir. çünkü, jack, otelin etkisiyle ve pırıltı gücüyle danny’e banyoda boğulmuş kadın olarak görünerek onu öldürmek istemiştir. danny de, saf pırıltı gücünü “öteki ben”ini serbest bırakmak için, ölmek istemektedir. jack, sonradan gittiği odada, boğulmuş kadını görür. danny da jack’a kapıyı açtıktan sonra, gelip “öteki ben”inin aklından geçeni (ayna görüntüsü olarak tersinden) yazar: redrum. daha sonra otel jack’ın öldürdüğü zenci aşçının pırıltılı gücünü de kazanarak, iyice canlanmaya başlar. jack, artık tümüyle otelin hakimiyeti altındadır. öte yanda danny, annesinin sıradan mantığı ile pırıltılı öteki ben'inin iz mantığı arasındaki çatışmayı yaşamaya başlar. iz’ler giderek anneye bile görünmeye başlamıştır.

    filmi çözümleyen labirentteki kovalamaca sahnesi, iz mantığı ile olağan mantık arasındaki çatışmayı ve danny’nin öteki ben ile çatışmasını çözer. danny, kardaki ayak izlerini gerisin geri izleyerek kurtulur. danny, babaya hakim olan mantığın yapacağı fiziki hatayı öngörür. jack da, inleyen bir hayvana indirgenir ve öldürmeyi istediği oğlunun tuzağına düşerek labirentte donmuş bir ceset haline gelir. iz’ler dünyasında kalır. geriye yalnızca kadın düşmanlığı ve insanlardan nefret kalır.

    filmin sonunda jack’ın bıraktığı iz’i görürüz. otelde 1921 yılının 4 temmuz balosunda çekilmiş bir fotoğraftır. fiziki olarak yaşaması olanaksız bir zamanda jack, bir iz olarak, otelin iz’ler topluluğunda yer almaktadır. bir iz olarak bu fotoğraf, otel topluluğunun iz’lerinin kazandığı yerdir. jack’ın her zaman için orada var olduğunu akla getiren, delilik ve şiddetin daima varolacağını ve yeniden ortaya çıkacağını hatırlatan bu fotoğraf, kendilerini yok etmesine izin veren insanlarca yaratılan baskıcı sistemlerin süregeleceğini simgeler.

    the shining, metaforik anlatımlarla yüklü bir filmdir. örneğin, filmdeki 237 no’lu oda, cinselliğin öldürülüp, çürütülmüş olduğu yerdir. oteldeki bir başka oda: jack’ın karısı olan wendy, bir kapıyı açtığında oral seks yapan smokinli bir adamla, domuz giysileri içinde kıçı ortada bir adamla karşılaşır. filmde korkutucu bir düş gibi görünen bu eşcinsel sahnede, cinselliğin tamamen istenmeyen ve korkulan bir şey olduğunu akla getirerek, filmin aile içi anksiyete ve erkek egemenliğinin çöküşü üzerine konulmuş son noktasıdır.

    beysbol sopası: wendy, kendisine şiddet gösteren kocasına karşı korunmak için beysbol sopasını alır. fallus’un kontrolü altındaki wendy, fallus’u kontrol etmek için çalar. ve erkek egemen kendi silahıyla yaralanır.

    labirent: jack, masanın üzerindeki labirent maketine bakar. kamera öznel ve 90 derecelik açıyla makete ağır ağır yaklaşırken önce karısı ile oğlunun sesleri işitilir, sonra da labirentin içinde karısı ile oğlu belirir. ailesi üzerindeki tanrısal gücüyle, babanın kontrol edici bakışı altındaki bu iki mekan (maket ve gerçek labirent) birbirine karışıp birleşir. labirent gerçek yaşama gönderme yapıldığında, günümüzdeki yaşamımızın bilmecemsi algılanma biçimi olarak da okunabilir.

    edit: bunu seven bu entrymi de sever: a clockwork orange (bkz: #43252170)
  • murder=redrum ikilisi izlediğim vcd'de
    cinayet=teyanic die altyazıya geçirilmiştir ve redrum yazısını aynadan görene kadar "olm ne lan bu teyanic" diye komaya girmeme sebep olmuştur...
  • filmin sonuna doğru ,zenci aşçı otele girdikten hemen sonra ;jack nicholson 'ın koridorda yürüdüğü sahnede duvarda asılı bir kilim görülür.bu kilim bir türk kilimi değildir de nedir ! ha eğer ki kızılderili kilimiyse ,buradan tüm dünyaya haykırmak isterim ki kızılderililerle türkler aynı soydan gelmektedir .netekim aynı kilimden bizim evde de bulunmakta.
  • [önsöz: birkaç paragraf yazmak adına girdiğim başlıktan çıkarken gördüm ki, kullandığım handiyse tam iki bin sözcük ile sözlük hayatımın en uzun entry'sini yazmışım. spoiler dolu bu entry'yi okumaya niyetli sözlükdaşlarıma ise şimdiden büyük bir sabır diliyor ve sizi, dileyenlerin daha bi' linkli, daha bi' görselli bi' blogpost versiyonuna şuradan ulaşabileceği entry ile başbaşa bırakmak adına çekiliyorum.]

    dedim ki, «madem stanley kubrick "the shining" adlı filmine "dies irae" ezgileriyle açılış yapmayı münasip görmüş, o halde neden ben de aynı yolu izlemiyor, entry'mi, filmdekine değil de, gregoryen kilise korosu tarafından icra edilen "dies irae"ye giden bir link sunarak açmıyorum?» evet, tam olarak böyle dedim ve kendimi şu soruya bir cevap bulmak durumunda hissettim: «tamam da, pekii ya kubrick filmini neden "dies irae" ile açma ihtiyacı duydu? yani, neden "dies irae"?»

    soruya cevap verebilmek için zamanda bir yolculuk yapmamız ve geçmişe, daha geçmişe, çok daha geçmişe, ta altıncı yüzyıla dönmemiz gerekiyor. zaman makinesi için bile bir hayli uzun sürecek olan bu yolculuk sırasında kendimizi "incil" okuyarak oyalamayı düşünebiliriz, ki, düşünmeliyiz de; zira "dies irae"yi yaratanlar ile canlı tutanlara ihtiyaç duydukları ilhamı, bilgiyi ve motivasyonu veren, "incil"den, "sefanya kitabı"nın ilk babının "dies irae"yi, yani gazap/kıyamet gününü konu alan on dördüncü ayetinden başkası değil:

    *«gazap günü o gün!
    acı ve sıkıntı,
    yıkım ve felaket günü!
    zifiri karanlık bir gün olacak o gün,
    bulutlu, koyu karanlık bir gün!»

    ismini de aynı ayetin latince versiyonundan alan "dies irae"yi bir ilahi formunda belgeleyen ilk el yazması ise on üçüncü yüzyıla tarihli. yani, 1980 yılında yayınlanan "the shining"i açan bu kadim ezginin yaklaşık sekiz yüzyıllık bir geçmişi var. bu devasa tarih süreci boyunca "dies irae"yi kah bir motif olarak, kah başat bir eser parçası olarak kullananlar arasında ise wolfgang amadeus mozart, joseph haydn, johannes brahms, franz liszt, sergey rahmaninov, piyotr ilyiç çaykovski, krzysztof penderecki gibi isimler mevcut. yani, "incil", bir kitap olarak batı düşüncesini ne denli derinden etkilemiş bir kitap ise, "dies irae" de batı müziğini o denli etkilemiş bir ilahi.

    «yahu tamam, "dies irae" önemli bir eser, onu anladık da, bunun "the shining" ile n'alakası var?» diye sorulduğunu duyar gibiyim. bu sabırsızlık karşısında tavır alıyor, «çok alakası var!» diyor ve entry'me "sefanya kitabı"nın on beşinci ve on altıncı ayetleri ile devam ediyorum:

    *«o gün, surlu kentlere, köşelerdeki yüksek kulelere karşı
    savaş borularının çalındığı,
    savaş naralarının atıldığı gündür.
    *«rab diyor ki, ‹insanları öyle bir felakete uğratacağım ki,
    körler gibi, nereye gittiklerini göremeyecekler.
    çünkü bana karşı günah işlediler.
    su gibi akacak kanları,
    bedenleri yerde çürüyecek.›»

    şimdi kelime kelime, tamlama tamlama ilerleyelim: sefanya, kitabında, "surlu kentler"den, "yüksek kuleler"den bahsediyor. filmin ana mekanı olan ve hem bir dağın eteğine kurulmuş olması hem de bölgesindeki yegane yapı olması nedeniyle overlook hotel'ı "korunaklı oteller" diyerek savaş boruları ve naraları tarafından titretilecek binalar arasına katsam, kimse de çıkıp «abi sen hayırdır ya?» demez sanırım. biz overlook hotel'ın binalık statüsünü tartışadururken, sefanya ise "körler gibi nereye gittiklerini bilmeyen günahkarlar"dan, "su gibi akan kanlar"dan ve "yerde çürüyen bedenler"den bahis açarak kıyamet gününü betimlemeye devam ediyor. eğer filme dair hatıralarınız canlıysa, tamlamaların kendilerine has görsellikleri, "the shining"in hangi sahneleriyle ilintili olduklarını size bizzat bildirmişlerdir muhtemelen. ama ben işimi şansa bırakmayacak ve tıpkı overlok makinesini ayağınıza getiren bir overlokçu gibi, görselleri önünüze sereceğim:

    • "kör gibi nereye gittiğini bilmeyen günahkar": labirentte kaybolan ve nereye gitmesi gerektiğine karar veremeyen jack torrance,
    • "su gibi akan kan": asansörün —bize göre— sol kapısının açılmasıyla tüm odayı dolduran bir asansör dolusu kan,
    • "yerde çürüyen bedenler": babaları tarafından katledildikten sonra yerde çürümeye bırakılan grady kardeşler ve banyo küvetindeki çürümüş kadın.

    ama sorular bitmiyor. bu sefer de şu soruya bir yanıt vermemiz gerek: «iyi hoş da, bu kubrick denen adam, stephen king'in suya sabuna dokunmayan romanını ne demeye böylesi bir kıyamet anlatısına çevirmiş?» bunun yanıtını da yine geçmişte, ama "dies irae" için olduğu denli bir geçmişte değil, amerika birleşik devletleri'nin, daha doğrusu amerika'nın 1920lere dek olan birkaç yüz yıllık tarihinde arayacağız ve, sizi temin ederim ki, bulacağız.

    eğer teminatımı kabul ettiyseniz, ben derim ki, işe sondan, yani 1920lerin abd'sinden başlayalım. 1920'lerin abd'si, tarih kitaplarından ve f. scott fitzgerald'ın romanlarından öğrendiğim kadarıyla kelimenin tam anlamıyla bir "zevküsefa" ülkesiymiş. içkinin su gibi aktığı, tütünlerin baca gibi tüttüğü, partilerin yeri göğü inlettiği, dansların döşemeleri çatlattığı, seksin nice yataklar parçaladığı ve paranın «para» diye anılmadığı bir ülke... "the jazz age", yani "jazz çağı" adıyla anılan, eşsiz bir ekonomik patlamaya sahne olan ve wall street'in 1929 ekim'inde iflas etmesiyle birlikte son bulan bu on yıllık dönemin ortaya çıkma nedenleri ise birinci dünya savaşı'nda yatıyor pek tabii. fakat birinci dünya savaşı'na girip de kârlı çıkan ülke olmadığından, 1918'den 1914'e atlayalım ve "acı, sıkıntı, felaket ve yıkım" dolu bu günleri tek nefeste aşıp, oradan aldığımız hızla bir sıçrama daha yapıp kendimizi "yeni dünya"nın henüz balta girmemiş yağmur ormanlarında, henüz kürek değmemiş bereketli topraklarında, henüz çöp yüzü görmemiş hayat dolu sularında bulalım. oradan tarih çarkını ağır ağır çevirelim ve "medeniyet" namına katledilen yerlilerin kanlarına, "medeniyet" uğruna ter dökmeye zorlanmış afrikalıların terlerine ve "medeniyet" kurma gayesiyle temeli atılan ama iki yüzyıldan daha kısa bir sürede bir "atom bombası" halini alıp hiroşima'nın, nagazaki'nin sonu olan abd'nin neden olduğu acılara bir bir tanık olalım.

    kolonileşmenin ve abd'nin kanlı tarihini değil tek paragrafta, tek kitapta bile yeterince anlatmak namümkün ama malum, burası sözlük ve entry de bünyesine eklenen her yeni cümle ile heybetine heybet katıyor. o yüzden, kolonileşmenin ve abd'nin bu tek paragraflık tarihçesini bellekte tutup "the shining"de bunların izlerini aramaya koyulalım.

    evvela, filmin "dies irae" katkılı açılış sekansı boyunca kuzey amerika coğrafyasının farklı manzaraları ile karşı karşıya buluyoruz kendimizi. burası için «henüz avrupalılar tarafından keşfedilmemiş bakir amerika» dersek, dağların sakat bırakılmış yamaçlarında seyreden ve torrance'ları taşıyan araç için «avrupalı kolonicilerin gemileri», bu bakir doğanın ortasına inşa edilmiş overlook hotel için ise «abd» diyebiliriz. torrance'ların babası, yani jack, abd başkanlarınca temsil edilen abd politikasının gerçek bir minyatürü. bir baba olarak jack, oğlunun televizyon ile olan ilişkisini «eğer bir şey televizyonda söylenmişse, doğrudur» sığlığında ele alan biri. bir koca olarak jack, önüne çıkan ilk çıplak kadının dudaklarına yapışacak sadakatsizlikte biri. ve biraz sonra göreceğimiz gibi, jack'i, yani sembolik bir abd başkanını merkezine alan "the shining", "bakir amerika"-"abd"-"abd başkanları" üçgenini tekrar tekrar vurgulayan daha nice sahneler ile dolu:

    • evvela, abd'yi sembolize ettiğini düşündüğüm otelin adı, yani "overlook", ingilizcede iki temel anlama sahip. bunlardan ilki olan "tepeden bakmak", abd'nin diğer tüm dünya devletlerine tepeden bakan tutumunu yansıtırken filmdeki en somut örneğini, jack'in labirenti tepeden izlediği sahnede buluyor. ikinci ve daha sık kullanılan "gözden kaçırmak" anlamı ise her şeye hakim olduğunu sanan abd'nin aslında burnunun ucundakileri bile görmeyi başaramamasını anlatıyor. bunun en somut örneğini ise, daha önce labirent maketi üzerinde tanrıyı oynayan jack'in, oğlunu labirentin içinde gözünden kaçırdığı sahnede buluyoruz. ki bu "gözden kaçırma", jack'in sonu oluyor ve jack labirentin içinde donarak can veriyor (yoksa «geberiyor» mu demeliydim?)

    • dick hallorann'ın aileye sunduğu son derece geniş "yiyecekler listesi", abd'nin hazır gıda tüketimine dayalı beslenme kültürünü yansıtıyor.

    • otelin —tıpkı abd gibi— bir kızılderili mezarlığı üzerine kurulmuş olması, "bruthuss"ün de 2011 senesinde yazdıklarında etraflıca anlattığı gibi, hemen her detayında (halılar, tablolar, vs.) yerli kültürüne ait ögeler taşıyor olması ve asansörünün kan ile dolu olması, yerlilere uygulanan soykırımı yansıtıyor. buradaki asansör detayı, gerçekten harika bir detay. hayal edelim: katlar arasında dolaşan asansör, katliama uğratılmış yerlilerin kanları ile dolup taşan yeraltına iniyor ve yerüstüne her çıkışında, beraberinde oradaki kan deryasından bir parça taşıyor.

    • ana-oğul kovalamaca oynayan torrance'ler, aralarında «loser has to keep america clean», yani «kaybeden, amerika'yı temizler» diyerek iddiaya tutuşuyorlar. «kaybeden, abd başkanını, yani jack'i öldürüp amerika'yı temizler» diyerek de tutuşabilirlerdi bu iddiaya, pekala.

    • jack torrance, edebi ve ekonomik başarısızlığının nedenlerini daima eşi wendy'de arıyor ve onu kendisine hayatı zehir etmekle suçluyor. jack'in bu tutumu, erkek egemen amerikan toplumunun kadınlara yönelik genel tutumunu yansıtıyor.

    • wendy'nin "dırdır"ından bunalan jack, tam da orta sınıf bir abdliye yakışır biçimde, soluğu bar taburesinin üzerinde alıyor ve esrarengiz barmen lloyd'un kendini göstermesinden hemen önce «ı'd give anything for a drink, for just a glass of beer», yani «bir içki için, bir bardak bira için neler vermezdim» diyerek gerçek bir jazz çağı insanı olduğunu gösteriyor.

    • jack, aynı sahnede «white man's burden», yani «beyaz adamın yükü» diyerek, tıpkı "tizi reftar olanin payine dagmen dolasir"ın 2011 tarihli entry'sinde de detaylıca anlattığı gibi, avrupa'dan kalkıp amerika'ya gelen ve yerlilere olmadık acılar çektiren "beyaz adam"ların «ama biz tanrının seçilmiş kullarıyız; biz tanrının sözünü taşıyoruz; biz buraya o hayvansıları insan yapmaya geldik» diyerek kan kızılı ellerini temizlemeye çalışmalarına atıfta bulunuyor.

    • 1921 yılında düzenlenen balo, jazz çağı'nın olmazsa olmazlarından. burada gördüğümüz içkiye, sigaraya, dansa, dize inmeyen süslü elbiselere ve serbest cinsel ilişkilere düşkün kadınları niteleyen özel bir kelime bile var: "flapper". jack'in halihazırdaki eşi wendy'den zerre haz etmemesi de, onun wendy gibi geleneksel bir kadın ile değil, balodakiler gibi flapper'lar ile birlikte olmak istemesinden kaynaklanıyor.

    • abd sembolü olarak overlook'un eski sorumlusu, yani eski başkanı olan delbert grady'nin kırmızı tuvalette geçen sahnede yaklaşmakta olan dick'i «a nigger», yani «bir zenci» diyerek nitelemesi ise abd'nin ve dahi avrupalı kolonicilerin yüzlerce yıllık ırkçılık tarihini özetler cinsten. yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde git gide şiddetlenen ve tarihteki en kanlı formuna yüzyılın ortalarına doğru ulaşan bu ırkçılığın jazz çağı'nda ne durumda olduğunu, fitzgerald'ın 1925'te yayınladığı ve jazz çağı'nı anlattığı başyapıtı "the great gatsby"de de açıkça görüyoruz. romanın henüz ilk bölümünde tom buchanan, yakın zamanda goddard diye birinin yazdığı "the rise of the coloured empires" adında bir kitap okuduğunu ve orada anlatılanlara göre, hakim ırk olan beyaz ırkın tehdit altında olduğunu ve eğer diğer ırklar tarafından yok edilmek istemiyorsa gözünü açması gerektiğini söylüyordu (ki gerçekten de böyle bir kitap ve yazar var ama adları fitzgerald tarafından hafifçe değiştirilmiş. ırkçılığın sözde bilimsel savunusunu yapan kitabın gerçek adı "the rising tide of color: the threat against white world-supremacy" iken, yazarının adı ise lothrop stoddard).

    • grady'nin aynı sahnede oteli, yani abd'yi yıkmaya çalışan ailesini katledişinden söz ederken «ı corrected them», yani «onları düzelttim» demesi, aklıma on yedinci yüzyıl amerika'sını kana değilse de dumana bulayan cadı avlarını ve virginia woolf'un —tıpkı "the great gatsby" gibi— 1925 yılında yayınlanan "mrs. dalloway" adlı romanında kullandığı "proportion"* ile "conversion"* kavramlarını getiriyor. woolf, bunlardan "proportion" ile britanyalıların kendi milletlerinden olan insanları resmi devlet ideolojisine uygun halde bir tekdüzen içinde tutmaya çalışmalarını, "conversion" ile ise başka milletleri kendileri gibi olmaya zorlamalarını anlatıyordu. tıpkı britanya gibi abd de, bugün bile tüm dünyaya aynı yiyecekleri yedirerek, aynı kıyafetleri giydirerek, aynı tv programlarını izleterek, aynı arabaları sürdürterek, bir anlamda kendi "proportion"ı ile "conversion"ını uyguluyor.

    • filmin en tuhaf sahnelerinden biri olan, belki de en tuhafı olan "oral seks" sahnesinin taşıdığı mesaj ise şu: buradaki takım elbiseli adam, abd yöneticilerini, kalçası açık kalacak şekilde bir hayvan kostümü giymiş olan kişi ise "doğa"yı simgeliyor. doğanın kalçasının açık olması, az evvel ırzına geçildiğini ve şimdiyse abdli yöneticilerin keyfine göre hareket etmeye zorlandığını gösteriyor.

    • jack'in ölümü, bitkiler kullanılarak hazırlanmış ve bu sebeple akla üzerine karlar yağmış sık bir ormanı andıran labirentte vuku buluyor. kubrick, bu yolla, «doğanın katili abdli yöneticilerin katli de yine doğa tarafından gerçekleştirilecek» demeye çalışıyor (ve bunu, iklim dengesinin geri dönülemez noktaya geldiği gerçeğini göz önünde bulundurursak, sadece abd için değil, dünyanın tüm ülkeleri için de pekala başarıyor).

    • filmin kapanışını yapan ve jack'i 1921 yılında, yani jazz çağı'nda düzenlenen bir balonun başkişisi olarak yansıtan fotoğrafta ise odaklanmamız gereken, jack'in elleri ile kollarının pozisyonu. burada jack'i sağ elini havaya kaldırmış, sol elini ise yere indirmiş bir halde görüyor ve ellerini tam da jack gibi konumlandırmış vaziyette resmedilen nasıralı isa'yı anımsıyoruz. misal, entry boyunca müzik sanatı üzerinden anıp durduğum "dies irae"nin, resim sanatına yansımasının en güzel örneği kabul edilen ve hans memling tarafından on beşinci yüzyılda çizilen "das jüngste gericht"* adlı triptik tablo... bu tabloda isa'yı, insanların amellerini tartan ve kötüleri solundaki cehennem'e, iyileri ise sağındaki cennet'e yollayan cebrail'in hemen üzerindeki altın bir küreyi çevreleyen bir gökkuşağına oturur vaziyette görüyoruz. isa ile jack'in elleri arasındaki bu konum benzerliği, «ne yani, kubrick, jack ile isa arasında paralellik mi kurmaya çalışmış?» gibi bir soru ortaya atmamıza neden olabilir ama hayır, isa, ellerini bu şekilde konumlandırır vaziyette resmedilen yegane figür değil. tıpkı hristiyanlığın sembolü isa gibi, aslında tapınak şövalyeleri ile ilgili olsa da günümüzde satanizmin sembolü olarak anılan baphomet de sağ eli göğü**, sol eli yeri** işaret eder biçimde resmediliyor.

    ve evet, kubrick, abd'yi temsil eden overlook hotel'da verilen bir partiye liderlik eden, abd başkanlarının sembolü jack torrance ile kötülüğün lideri baphomet arasında bir paralellik kuruyor ve "dies irae" ile, mahşer gününden bahis açan bir ilahi ile açtığı "the shining" adlı filmini bir "kolonileşme ve abd eleştirisi" olarak inşa edip «siz, abd yöneticileri, birer şeytansınız! işte, sonunuz, jack'in sonu gibi olacak!» diyor ve son noktayı da böylece koymuş oluyor.
  • filmde wendy'nin jack'in baltasından kurtulup danny'yi aramak üzere otel içinde yaldır yaldır dönendiği sahnede, bir odada göt kısmını cıscıbıldak bırakacak şekilde kesilmiş yabandomuzu kostümlü alf'e benzer bir manyak, balodaki heriflerden birine sakso çekmektedir. film boyu hiçbir şeye tırsmasam, wendy'nin sesine uyanan bu şehvet dolu ikilinin ablayı "dirgen bacaklı bacı, siktin attın ama ortamı" şeklinde kesmesine, o bakışlarına tırsabilirim.

    bir de, vakti evvel taşağına arkadaşımın kardeşinin sert plastikten yapılma alf oyuncağının ağız kısmına dalgayı yerleştirdiydim, ayı gibi gülerken anahtar çevirme sesiyle arkadaşın anasının eve döndüğünü fark ettiydim. o telaşla dalgayı çıkaramadığım gibi, o sert plastik tabiatımı sikip attıydı, gözümden yaş geldiğini bilirim. ulan aynı gerilimi yaşadım yemin ediyorum.

    böylelikle sözlükten sevgili yapma ihtimalimi de sıfırlamış bulunuyorum. olsun lan böyle daha iyi, hiç ümidi kalmayınca daha rahat oluyo insan. bi bok bilmeden girip kağıdı olur olmadık bin çeşit bilgiyle doldurarak, "en az 70 hacı" diye beklediğin, gel gör ki 15'in ötesine geçemediğin sınav rahatlığı yaşıyorum şu an. şu entry'yi gördükten sonra sevgili olacak manyağı nabıyım zaten? (alf'se bilmem)
  • hop oturup hop kalktığım bir filmdir. beni çok etkileyen ve çok başarılı bulduğum sahne çocuğun koridorlarda bisiklete binmesi ve tekerleklerin bir halı bir taşa gelmesi nedeniyle sesin sürekli değişip gerilimli bir hal yaratmasıydı. kubrick rimrimrim müziği kullanmadan doğal bir sesle germeyi başarmıştır izleyiciyi.
  • bahsi geçen mutfak kapısı hatasının ve buna benzer birçok set devamlılığı hatasının bilerek yapıldığı filmdir. film boyunca overlook hotel'de çoğu eşyanın yeri değişir, bir önceki sahnede var olmayan bir eşya bir sonraki sahnede görülür. hatta odaların görüldüğü koridorlar bile değişiklik arz eder. kubrick, film boyunca otelin kendisinin bir hayalet olduğunu bilinçaltımıza yerleştirir. kubrick bir dahidir.
  • öncelikle bilgileri imdb trivia kısmında bulabilirsiniz.

    ilk piyasaya çıktığında, filmin alternatif bir sonu vardı. jack'in cesedinin çekiminden sonra, film otel dışında bir polis sahnesine geçer. daha sonra wendy'nin bir hastane odasında dinlendiği ve danny’nin bir bekleme odasında oynadığı sahne görünür. otelin yöneticisi ullman gelir ve kocasının cesedini mülkün herhangi bir yerinde bulamadıklarını söyler. stanley kubrick, filmin yayınlanmasından bir hafta sonra sahnenin kaldırılmasını sağlamıştı.

    180 derece kuralı ya da aks kuralı çekim esnasında obje ile kamera arasında kabul edilen hayali açıdır. çekilen nesnenin etrafında kamera en fazla 180 derece hareket edebilir bu kurala göre. yani iki kişinin konuşması çekilirken kamera eğer 180 derecelik aks açışını bozup karşı tarafa geçerse başta sağda gördüğümüz kişiyi solda görürüz ya da yolda giden bir arabayı çekerken 180 derece bozulup karşıya geçilirse araba bir önceki çekimden tam ters yöne doğru hareket eder görünür ve izleyicide bu hata fark edilir. eğer bu kurala uyulmazsa buna aks atlaması denilir. filmin yönetmeni stanley kubrick, jack'in grady ile yaptığı görüşme sırasında bu kuralı kasıtlı olarak ihlal eder ve görsel olarak izleyiciye jack'in daha çok grady'ye dönüştüğünü ima eder.

    dış çekimlerde oregon'daki timberline lodge oteli doğrudan kullanıldı, ancak tüm iç mekanlar, ingiltere'deki elstree studios'ta özel olarak inşa edildi. timberline otel yönetimi kitapta geçen 217 numaralı odayı kullanmamalarını istedi. çünkü filmden sonra kimse bu odada kalmak istemezdi. kubrick senaryoyu otelde var olmayan oda numarası 237'yi kullanacak şekilde değiştirdi.

    yazar stephen king, ailesi colorado'daki stanley hotel'de kalırken bu kitabın fikrini oluşturdu. kış için kapatılmadan önce son konuk oldular. bir grup rahibin otelden ayrıldığını gördü ve orasının aniden tanrısız olduğunu düşündü. stephen king ve ailesi romanda tabiri caizse perili oda olan 217 numaralı odada kalmıştı, filmde bu odanın numarası 237'dir.

    danny lloyd çok genç olduğu ve ilk oyunculuk işi olduğu için stanley kubrick çocuğu çok koruyordu. filmin çekimi sırasında, lloyd çektiği filmin bir korku filmi değil bir drama olduğu izlenimi altındaydı. hatta, wendy danny'yi colorado salonunda jack'e bağırarak kucağına alıp götürdüğünde, aslında gerçek boyutta bir kukla taşıyordu, bu sahneden etkilenmemesi için danny sette çekimde bulunmadı gerçeği ancak birkaç yıl sonra, filmin yoğun olarak düzenlenmiş bir versiyonu gösterildiğinde fark etti. filmin yapımından on bir yıl sonra on yedi yaşına kadar kesilmemiş versiyonunu görmedi.

    çok sayıda tekrar çekimleriyle tanınan stanley kubrick, asansörlerden kan dökülen çekimi sadece üç seferde yaptı. eğer her kan akıtılmasından sonra set alanının kuruması ve temizlenmesi 9 gün sürmüyor olsaydı bu 3 çekim için yeterli bir tekrar denebilirdi.

    filmin son sahnesindeki "karlı" labirent dokuz yüz ton tuz ve ezilmiş strafordan oluşuyordu.

    ünlü açılış sahnesi montana'daki glacier ulusal parkı'nda çekildi. sahnede görülen yol, aslında kış aylarında kapanıyor ve sadece kar araçlarıyla geçilebiliyor. filmin yönetmeni stanley kubrick tanınmış bir helikopter kameramanı olan greg macgillivray'i montana'ya gönderdi ve sahneyi çeken mcgillivray oldu.

    filmin yönetmeni stanley kubrick'in kızı vivian kubrick parti sahnesinde siyah bir elbiseyle bara en yakın kanepenin sağ tarafında otururken görülebilir.

    stanley kubrick'in steadicam kullanımını içeren ilk filmi. kubrick dönemin kameralarını çekim sırasında elde etmek istediği çekim türü için eski bulmuştu. özgür ve eksiksiz bir görüş açısı istedi, ancak çekimlerin pürüzsüz ve hassas olmasını istedi. bir meslektaşı yeni geliştirilmiş bir teknoloji kullanmasını önerdiğinde, kubrick kararsızdı. kubrick, sonunda filmde kullanılmasına izin vermeden önce bir steadicam ile günlerce çekim yaptı. kullanımı, filmin overlook hotel'in salonlarında danny'yi üç tekerlekli bisikletle takip ettiği ve jack ile filmin sonundaki labirent sahnelerinde görülebilir. bu film aynı zamanda steadicam kullanılan ilk filmlerden biriydi.

    overlook hotel'in iç mekanlarını inşa etmek için stanley kubrick ve prodüksiyon tasarımcısı roy walker, tek bir tasarım estetiği vermek yerine gerçek otel parçalarının bir birleşimine benzemesini amaçladı. kubrick, otel odalarını fotoğraflamak ve favorisini seçmek için ülke çapında birçok fotoğrafçı yollamıştı. örneğin, kırmızı tuvalet frank lloyd wright tarafından arizona'daki biltmore hotel'deki bir odadan modellenmiştir. colorado salonu ise ahwanee hotel'in salonundan modellenmiştir. gerçekten de, avizeler, pencereler ve şömine neredeyse aynıdır, öyle ki ahwahnee hotel'e giren insanlar genellikle "filmin çekildiği otel olup olmadığını soruyorlardu.

    jack nicholson, jack'in yazımını kesintiye uğratttığı için wendy'yle tartıştığı sahnenin kendisi için en zor çekim olduğunu açıklamıştı. çünkü kendisi de bir yazardı ve kız arkadaşıyla benzer tartışmalara girdiğini söylemişti.

    stanley kubrick, jack'in yazdığı " all work and no play makes jack a dull boy " kelimelerini yazarak bir daktilonun sesini kaydetti. bazı insanlar daktilodaki her tuşun sesinin farklı geldiğini iddia etmişti. bu yüzden kubrick rastgele daktilo sesleri almak yerine cümlenin aynen yazılışının sesini aldı.

    stephen king bu filmde hayal kırıklığına uğramıştı. american film'in haziran 1986 sayısında yapılan bir röportajda, "içinde motor olmayan büyük bir güzel cadillac gibi, içinde oturabilir ve deri döşemenin kokusunun tadını çıkarabilirsiniz, ama asıl sorun kubrick'in tür hakkında belirgin bir anlayışa sahip olmayan bir korku resmi yapmak için yola çıkmasıdır." dedi. özellikle king, jack nicholson'un jack torrance rolünü beğenmedi. çünkü romanda, jack'in başlangıçta kötülük güçleri tarafından yavaşça üstesinden gelen ve alkolizme karşı kaybedilen bir mücadeleyle savaşan iyi bir adam olduğunu hissetmesi çok önemliydi. king, kararsız karakterler oynadığı iyi bilinen nicholson'un rol oynaması nedeniyle, filmdeki jack'in hikaye başladığında çok fazla kenarda olduğu ve karakterin çok önemli içsel iyiliğe sahip olmadığı görüşündeydi. king, hikayenin başında karakteri daha güler yüzlü oynayabilecek birinin olmasını istemişti. görünüşe göre jon voight'a çok hevesliydi.

    ayrıca stephen king, shelly duvall'ın wendy'yi canlandırmasını çok eleştiriyordu. kubrick'in wendy'sinin filme alınan en kadın düşmanı karakterlerden biri olduğunu söyledi; ve karakteri böyle yazmadığı konusunda ısrar etti. kubrick ise bu konuda kitapta bahsedilen, güçlü, güzel ve kendine güvenen wendy'nin jack gibi bir kaybedenle uzun süre kalamayacağını söyledi. kubrick, seyircinin bu küfürlü alkolikle kalacağına inanması için wendynin umutsuz, acıklı ve bağımlı biri olması gerektiğini söyledi. ve kubrick'i, merryl streep veya jane fonda'dan farklı olarak, bunu gösterebilen duvall'ı seçmeye iten şey de buydu.

    danny’nin hayali arkadaşı tony, kitapta aslında danny'nin gelecekten onunla konuşan yetişkin kendisidir ( hatta kitapta, danny'nin orta adı anthony'dir ve hayali arkadaşı da bunun kısaltılmışı "tony") dahası, kitapta tony, bir tür vicdan duygusu olmasının yanı sıra bir altıncı his gibi davranan hayırsever bir hayali arkadaş ve okulda çok arkadaşı olmadığı için danny için sıkı bir dosttur. tony, danny tarafından bir kişi olarak tamamen görülebilir. filmde ise tony görünmezdir ve sadece bir sestir. filmde tony de neredeyse kötü görünüyor ya da danny'nin zihinsel olarak rahatsız olduğuna dair bir işaret, sık sık danny'nin annesini korkutmasını ve sonunda "redrum" yazmasını sağladığını gösteriyor.

    filmin kritik başarısına rağmen, en kötü filmlere ve oyunculara verilen iki altın ahududu ödülü'ne aday gösterildi: shelley duvall için en kötü kadın oyuncu ve stanley kubrick için en kötü yönetmen. her iki ödülü de "kaybetti"

    shelley duvall, karakter adı gerçek hayat adıyla aynı olmayan torrance ailesinin bir üyesini oynayan tek oyuncu. jack nicholson, jack adında bir karakter oynadı ve danny lloyd, danny adında bir karakter canlandırdı.

    jack'in yazmaya çalıştığı kitap, tekrar tekrar tek bir cümle içeriyordu ("all work and no play makes jack a dull boy "). filmde görülen yaklaşın 400 sayfada bu gerçekten de her sayfa için yazılmıştı. filmin yönetmeni kubrick filmin diğer ülkeler için yayınlanan versiyonlarının her birine farklı cümle ekledi. filmin italyanca versiyonu için, kubrick "bocca'da" ıl mattino ha l 'oro "ifadesini kullandı (" erken uyanan altın bir güne başlar "). almanca versiyonu için, "du heute kannst besorgen miydi, das verschiebe nicht auf morgen" ("bugün yapabileceğinizi asla yarına ertelemeyin"). ispanyolca sürümü için, "no por mucho madrugar amanece más temprano" ("siz ne kadar kalksanız da güneş erken doğmaz").ve son olarak fransızca versiyonu için, "un 'tiens' vaut mieux que deux 'tu l'auras'" ("eldeki bir kuş çalıda iki kuş değerindedir").

    eğer bu bilgileri video olarak izlemek ve beni desteklemek isterseniz kanalıma göz atabilirsiniz
  • film aslinda amerika yerlileri ve onlara yapilan kiyimlar ile ilgili ince mesajlar vermektedir. otel yerlilerin kutsal saydigi mezarlarinin oldugu bir yere insaa edilmistir. bu bakimdan yerlilerin oluleri* uzerinde yukselen bir binadan* soz edebiliriz. filmin hemen hemen her sahnesinde yerlilerle ilgili birseyler(dekor, aletler, replik) bulunabilir.

    ozellikle filmin koptugu sahne olan asansorden kanin nehir halinde akmasi, amerikalilarin yerlilere yaptigi katliami guzel bir gondermedir. asansorun kapilarinin kapali olmasina ragmen kanin akmaya devam etmesi bu katliamin goz ardi edilemeyecegini elbet gunisigina cikacagini belirtir. gene dikkat edilirse bu sahnede ses yoktur. kimse bu olayi acikca dile getirmek istemez. zaten olayin gectigi otelin ismi ise overlook(gozardi etmek, kaale alamamak) otelidir.

    daha detayli bilgi ve kaynak icin;

    http://www.drummerman.net/shining/essays.html
hesabın var mı? giriş yap