• "yoksulluğun ne olduğuna ve doğasına yakından bakarsanız eğer, her bir zerresinin travma ile dolu olduğunu görürsünüz..."

    toplum olarak çok uzun bir dönemdir içinde olduğumuz ruh sağlığı bozukluğudur travma. ve her seferinde üzerini örterek kaybetmeye çalıştığımız bu travmaları artık saklamak çok zor...

    nietzsche, ''sizi öldürmeyen şey güçlendirir'' sözünü hayat yarışında başarısızlığın kabul edilmemesi ve daha fazla çalışmayı bilinçlere yerleştirmek için söylemiştir. ama gelin görün ki sistemin bir çarkı olan ''kişisel gelişim müptezelleri'' bu sözü, ''insanlar yaşadıkları felaketleri normalleştirerek hayatlarına devam etmeli'' şeklinde yorumlayıp toplumun ruh sağlığına zarar verdiler.

    sizi öldürmeyen şey güçlendirmez, travmaya sebep olur.

    bu ahir zamanda; covid-19 belasının bir türlü bitmek bilmediği, insanların teker teker virüsten öldüğü ya da yoğun bakıma alındığı, yaşadıkları coğrafyaların yanıp bitip kül olduğu, işsizlikten ve evlerine bir parça ekmek götürememekten bitap düşmüş bir toplumu ''sizi öldürmeyen şey güçlendirir'' diye teselli etmeye çalışmak en amiyane tabirle ahlaksızlıktır. ve bunu bu aralar sosyal medyada çokça görmeye başladım. bazı kendini bilmez iktidar şakşakçıları yangından kurtulan kişilerin fotoğrafını paylaşarak "daha güçlü olacağız!" gibi yazılarla sosyal mesajlar vermeye çalışıyorlar. daha güçlü olmayacağız sayın müptezel, daha güçlü de olmadık! çünkü, yaşanan kötü deneyimler, felaketler ve stresler travmaya karşı hiçbir direnç oluşturmaz.

    ne yazık ki iktidar sahipleri de bunu pek umursamıyor. yaşanan türlü türlü felakete karşı ulusal çapta bir ruh sağlığı politikası bile oluşturmadılar. bilerek ve isteyerek eylemsizliği tercih ettiler.

    bakınız, halen pandemi gibi bir bela başımızda iken bir de bunun üzerine orman yangınları gibi bütün bir toplumu etkileyen travmaların yıkıcı etkisinin geçmesi çok çok uzun yıllar alacak. insanlar ağır kayıplara uğradılar ve bu zamansal olarak da bir parçalanmaya sebep oldu. yani hem geçmişlerinden, hem de geleceklerinden koptular. devamlılık duyguları yok oldu.

    eğer toplumun akıl sağlığına yönelik geniş çapta bir müdahale olmaz ise yaşanan bu travmalar çok değil 1-2 sene sonra toplumsal olarak büyük bir çöküşün başlangıcı olacak...
  • ülkemizde yaşanan toplumsal örnekleri kişisel olanlara üzülme zamanı ve imkanı bırakmayandır.

    anne, baba ve abiyle ankara’ya gezmeye gidilmiş. takım elbiseli baba, döpiyesli anne ve cici giyimli çocuklar şeklinde kızılay’daki otelden çıkar çıkmaz çıkan arbede sonucu gerisin geriye içeri kaçılıyor. o sırada saçımdaki kurdele yere düşüyor. sağcı ve solcu gençler birbirlerine ateş açıyorlar. polis coplarla başlayıp silahla devam ediyor. çok sonraları onların elebaşları idam ediliyor. okumam yazmam yok henüz. hem okusam da neler olup bittiğini anlayamayacak yaştayım.

    eve televizyon gelmiş. günde 3 saat yayın falan var. münih olimpiyatları'nı seyrediyoruz deli gibi ekrana yapışıp. ekranda izlediğim sporcuların katledildiğini gazeteden okuyacak kadar okumam yazmam var artık. hiçbir anlam veremiyorum.

    evde otururken baba suratı düşmüş bir şekilde geliyor. “gene darbe falan mı oldu?” diyor anne. “kıbrıs barış harekatı” diyor baba. ampullere koyu mavi kağıtlar sarıp karartma yapıyoruz. arada jetler falan gürültülü uçuşlar yapıyor. sinemada seyredilen ikinci dünya savaşı filmlerinde olduğu gibi sığınaklara mı gireceğiz acaba diye düşünüyorum.

    okuduğum ortaokul ülkücülerin olmuş. bizden epeyce büyük birkaç oğlan yakası kürklü paltolarını omuzlarına atmış öğretmenlerin masalarına silah bırakıp “çıkın dışarı” falan diyorlar. ben ergen, kolormatik gözlüklü ve regl olma sıkıntılarını dahi atlatamamışken “nöbetçi öğrenci” olduğum bir gün, beni koridorda yalnız bulan ülkücü oğlanların elebaşlarından biri bana ilan-ı aşk ediyor. apışıp kalıyorum. her bir ucu ayrı boklu değnek.

    evden bakkala çıkıyorum. içeri girip merdivenleri çıkarken duyduğum otomatik silah sesleriyle yukarı kaçıyorum. camdan korkarak baktığımda mahallenin orta yerinde yeşil parkalı bir öğrencinin kanlar içinde yere yığıldığını, birkaç dakika sonra da sürünerek ilerlemeye çalıştığını, onu vuranın koşarak bir apartmana saklandığını görüyorum.

    artık saat sekizden sonra kimse sokağa çıkmıyor. çünkü bombaların patlama saati. değişik yerlerden gelen patlama sesleri arasında akşam yemeği yiyor ve televizyon seyrediyoruz. ertesi gün de nereler bombalandı, kaç kişi öldü haberlerini televizyondan seyretmeye alışmışız artık. her gün en az iki-üç banka şubesi bombalanıyor ve soyuluyor. kapılarındaki mavi bereliler olmazsa olmazımız artık. gündüzleri de sana yağı ve tüp için kuyruğa giriyoruz. fuel oil de yok. kaloriferler buz, zar zor bulunan ıslak odunları yakacak sobalar ancak kendini ısıtıyor.

    lisedeyim. kapıları kapatıp bize siyasi propaganda yapan kız birkaç gün sonra gözleri mosmor, kemikleri kırık, her yanı yara bere içinde okula geliyor. selimiye’de işkence görmüş. henüz 16 yaşında.

    romen bandıralı petrol tankeri independenta ile demir yüklü yunan kosteri eypaait çarpışıyor. istanbul sarsılıyor. yangın aylarca sürüyor. okulumuzun tam karşısında yanmaya ve okul sahiline petrole bulanmış cesetlerini bırakmaya devam eden tankere bakarak ders çalışıyoruz. asala’nın on yıldan beri süren eylemleri nedeniyle ölen diplomatların sayısı 42’ye yükseliyor.

    on iki eylül darbesi oluyor. detayları takip etmek o aralar pek mümkün değil. yaşanan acıların boyutunu on yıllar sonra öğrenebiliyoruz ancak. yök geliyor sonra. hocalar sakallarını kesmezse üniversiteden atılıyor. hoş, kesseler de atılıyorlar ya zaten.

    huzur ve güven ortamı denilen o yıllardan sonrasını anlatmaya artık mecalim yok artık. bol depremli, yolsuzluklu, siyasi çalkantılı, birbirini yiyen politikacılı, enflasyonlu, devalüasyonlu, terör eylemli, bol üçüncü sayfa haberli bir toplumda yaşamaya alışkın olmam gerekiyor belki ama içim hep acıyor. dünya da boş durmuyor bu arada. sınırlarımızdaki savaşlardan çernobil'e kadar bir yığın akla hayale gelmeyecek yepyeni insan yapımı felaketlerle kuşatılıyor her yanımız. 2011’in son birkaç ayında ise hemen her gün yeni bir acının yaşandığı, sabah uyanıldığında televizyonu, gazeteyi açmaya korkulan günlere geliyoruz.

    çocukluktan beri biteviye yaşatılan toplumsal travmalardan kişisel olanlara üzülmeye hiç hakkın yok sanki bu ülkede. hiç boşta bırakmıyor, dur durak vermiyor. işten atıldığında, arkadaşın sana kazık attığında, en sevdiğin eşyalarından birine bir şey olduğunda, sevgiliden ayrıldığında, okulda bir dersini veremediğinde, iş yerinde patronla dalaştığında, şöyle kendime azıcık bir üzüleyim diyemiyorsun. “bak insanlar ne koşullarda ölüyorlar, işlerini kaybediyorlar bu ülkede, ekmek aslanın ağzında, şükret haline, şımarıklık etme” diye diye büyüdük biz. hiçbir kişisel derdimize yanamadan. boşver geçer diyerek, kişisel sıkıntılarımızı içimize atarak.
  • "insan belleği uyum sağlama amacına yönelik bilgiyi daha fazla hatırlamaktadır. bu nedenle en travmatik anlarda bile hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edebiliriz. yaşanan zorluklarla mücadele edemeyip kendini ifade etmeyi bırakan travma belleği bu aşamada suskundur. çünkü hayatta kalma belleğimiz travmaları konuşmaya izin vermez. ne zaman ki hayatta kalma belleği travma yaratan durumların artık yaşamı tehdit etmediğine yönelik bilgilerle zenginleşir, o zaman kişi can yakıcı, hüzün verici yaşantılarını ifade eder. bu noktada dile getirilen travma çözülür."

    (bkz: psikeart) sayı 45
  • çoğu zaman şuursuz ebeveynin yol açtığı arızalar sonucu yaşanan acılardır. dün hastanede doktoru bekliyoruz. iki masayı birleştirmiş, çaylar, kahveler eşliğinde şamata yapan tipik bir türk ailesi var karşımızda. 5 yaşlarında bir kız ve bir de oğlan çocuk var yanlarında. ikisi habire elektronik oyuncaklarla oynuyor, tüpten çokokrem emiyor ve koşuşturup duruyorlar. dombili bir türk sarışını olan taytlı anne kamera ile habire bir şeyler çekiyor. baba two and a half men'deki "alan" karakteri kıvamında. tip, giyim ve davranışlar aynı. mini göbeğinin içine sokulmuş ekoseli gömleği ile eller arkada kavuşturulmuş manasızca gülüyor. kız çocuğunun oğlanın kardeşi olmadığını bir süre sonra yanına gelen diğer türk sarışını dombili anneden anlıyoruz. şamata tüm hızıyla devam ederken hemşire çocuğun ismini söylüyor ve içeri çağırıyor aileyi. çocuk taş kesiliyor ve annesinin eteğine pardon taytına yapışıyor. meğer olay sünnet imiş.

    ailenin tüm fertleri hobarey şeklinde odaya doluşuyorlar. çocuk sakinleştici iğne yapılır yapılmaz çılgınca ağlamaya başlıyor. iğneden değil, içeridekilerin yarattığı kakafoniden. ikinci türk sarışını kızını zorla poposundan içeri itiyor. "gir içeri arkadaşına destek ver." kız titriyor ve istemediğini söylüyor. o sırada operasyonu yapacak doktor çocuk annesiyle kalsın diye bir kısım insanı dışarı kovsa da, sünnet annesi çocuk dışında herşeyle ilgili ve kamera ile sundance'de ödül alma çabası içinde lars von trier hareketleri yapıyor. gururlu bir anne o. oğlu errrkekk olacak birazdan. baba hala düz.

    küçük kız biraz sonra hıçkırarak çıkıyor odadan. yüzü gözü kıpkırmızı, deli gibi ağlıyor. çok korkmuş. çocuğu sakinleştireceklerine hemşirenin getirdiği mini tekerlekli sandalye ile koridorda arkadaşını gezdirip destek vermesi söyleniyor hemen. biraz sonra koridordakiler yüzleri dehşet içinde ve gözlerinden yaşlar boşanan iki çocuğun mini tekerlekli sandalye ile dolaşmalarını ve onlara sırıtan gururlu aileyi izliyorlar acıyan gözlerle. teneke trampet'i izlerken bile böyle ürpermediğimi düşünüyorum. sonradan gelen başka bir velet "sen de erkek olacaksın yakında ama yaramazlık yaparsan doktor amca seni şimdi keser bak" diyerek içeri yollanıyor ziyaret için. çocuk anında dışarı fırlayıp, gözlerini elleriyle kapatıyor ve koltuğa kapanıp ağlamaya başlıyor.

    bunun bir de operasyon sonrası düğün merasimini düşünüyor ve dehşetle irkiliyorum. annenin olası straplez saten tuvaleti bile beni içten içe titretiyor. şimdi, yıl olmuş 2012. anne babalar bilinçli vs. diyoruz değil mi? bu çocukların büyüyüp, aklı başında bireyler haline gelme olasılıkları zaten mevcut ebeveynleri nedeniyle oldukça düşük. bari mutlu ve kompleksiz birer cinsel yaşamları olsun, yiyip içip güzelce yaşasınlar istiyorsunuz. ama beni bile derinden sarsan bu "erkekliğe ilk adım" töreninin onlar üzerinde bırakacağı izlerle bu da pek mümkün gibi görünmüyor. zaten sosyal mecralarda "biscolata erkekleri ile kıyaslanan türk erkeği" ve "victoria's secret kadınları ile kıyaslanan türk kadını" minvalinde kanlı mücadeleler verip bir türlü gerçek insanlarlarla sevişemeyen abi ve ablalarından pek farklı olmayacakları aşikar olan bu çocuklara hayatta başarılar dilemekten başka bir şey kalmıyor bize de.
  • "travmaların en önemli özelliklerinden biri onu anlatma ya da açığa çıkarma konusundaki yetersizliğimizdir. sadece kelimeleri kaybetmeyiz, aynı zamanda hafızamızla da ilgili kayıplarımız vardır. travmatik bir olay sırasında, düşünce süreçlerimiz öyle dağınık ve düzensiz hale gelebilir ki asıl olaya ait anıları fark edemez oluruz. bunun yerine anılarımız, görüntüler, bedensel algılar ve kelimeler halinde içimizde bir yerlere dağılır ve bilinçaltımızda depolanır. sonra herhangi bir şeyle, hatta asıl deneyimi uzaktan andıran bir tetikleyici ile aktif hale gelir. bir defa tetiklendiğinde, adeta görünmez bir geri sarma tuşuna basılmış gibi asıl travmanın özelliklerinin günlük yaşamlarımızda yeniden canlanmasına neden olur. bilinçsizce, kendimizi belirli bazı insanlara, olaylara veya durumlara, geçmişi yansıtan o tanıdık, eski yollara benzeri tepkiler verirken bulabiliriz.

    s. freud bu kalıbı yüz yıldan fazla bir süre önce tanımlamıştır. travmatik yeniden canlandırmalar veya freud' un adlandırdığı gibi " yineleme takıntısı" bilinçaltının çözülememiş şeyleri " hatasız yapmak" üzere tekrarlama girişimidir. " *
  • okulların açılmasına iki gün kala veli vatsap grubuna deprem etkisi yaratacak bir veda mesajı geldi öğretmenden. kadrosunun olduğu okuldan talep etmişler kendisini, ne zaman istersek onu arayabilirmişiz, 2.sınıfa başlayan çocuklarımıza iyi şanslar diliyormuş!

    ardından gelecek veli mesajlarına kalbim dayanmayacağı için telefonu kendimden uzak bir yere koydum. biraz soluklandım. her ortalama kutsal anne kadar ben de yeterince manyak olduğum için çocukluğuma, ilkokuluma döndüm hemen. çünkü biz manyaklar çocuklarımızı, kökleri bizlerde olan ağaçların narin yaprakları olarak görürüz. onların tecrübelerinin, hislerinin ve koşullarının biricikliğini göz ardı etmeye meyilliyizdir.

    tam da tahmin edileceği gibi gelen mesajlar, tüm annelerin hızlıca zaman makinesine atlayıp bi koşu kendi yaşadıklarını gözden geçirip çocuklarını korumak amacıyla, bilinçaltlarından fırlattıkları birtakım söz öbeklerinden ibaretti.

    konuşmalar genel olarak "evlatlarımız bu travmayı nasıl atlatacak?" üzerine kuruluydu.

    bu konuyu kendimle enine boyuna tartıştık.

    -travma mı?
    +kelimenin tanımına bakmak lazım önce tabi bi. travma nedir, ne zaman olur?
    -yok canım değildir!
    +herhâlde değildir canım! sanki sınıfa 3 tane üstü çıplak adam gelip de öğretmeni mi sikti, daha neler!
    -uff düzgün konuş be gerizekâlı.
    +ya tamam, şöyle düşün... dün gelen öğretmen bugün bi anda ortadan kaybolsa ve 2 gün sonra ölüm haberi duyulsa bu travmadır. hem bu kadın size aylar öncesinden söyledi bunu, sürpriz olmasın diye!
    -evet ya, bu da travmaysa artık, bizimkiler kıyamet.
    +ayy tamam hadi bi kaave yap da içelim.
    -hem arkadaş daha önemli yaneee. okul da aynı zaten. bildiği yer.
    +...
    -di mi?
    +piskövit var mı?
    -oofff!

    akılcı yanım bazen çekilmez oluyor evet. konuları uzatmaz hiç! kafasında bitirdi her şeyi.

    öğretmenin bu haberinden 3-4 saat sonra okul değiştiren çocukların velilerinden veda mesajları gelmeye başlıyor. kimisinin işi pazartesiye kadar hallolmamış olduğundan okulun ilk günü herkes birbirini süzüyor. özellikle, öğretmen veliler küçüklerin bu büyük değişimle baş etmelerinin mümkün olmadığını yazıyorlar hep. akademik hayatları etkilenirmiş, sosyal uyumsuz olurlarmış.

    bunu söyleyen kadınlar öğretmen olduğu için, söz konusu skandala rağmen çocuğunu bu okula göndermeye devam eden anneler olarak kendimizi suçluyoruz. gözümün önünde çocuğum sosyal uyumsuzluğun temellerini atıyor ve ben basit kararlarla büyük travmaları önleyebilecekken hiçbir şey yapmayarak duruyorum. çocuğum benden nefret edecek!

    aramızdaki az manyaklar, çok manyakları ikna etmeye çalışıyor. orta halli manyaklarda ise gözler tenis maçı seyrediyor. top neredeyse oraya gidiyorlar.

    sonra birisi yeni bir fikir atıyor ortaya. "bugün sınıftaydım" diyor. "dolaplar felan hep etiket. ben temizlemeye gidiyorum yarın, kim bana yardım edecek?"

    ardından gelen "biz niye uğraşıyoruz ki, okul temizleniyor zaten. ancak, içinize sinmiyorsa para toplayıp temizletelim" safsatasına kimse prim vermiyor. bu mesajı yok sayıyoruz. çünkü herkes biliyor ki bu "temizlik" kod adlı eylem, "endişeli annelerin birbirini teskin edip olayları normalleştirme" örgütünün gizli bir toplantısı.

    bir hafta içinde kritik iki iş görüşmesi yapmamışım, üstelik adli kontrol kararımın -haliyle yurt dışı çıkış yasağımın- devam kararı tarafıma tebliğ edilmemiş de en önemli derdim oğlumun öğretmeninin değişmesiymiş gibi bi ileğene bez ve çamaşır suyu koyup şipidiklerimi giyip yola koyuldum.

    herkes işini gücünü bırakıp gelmiş. biz ellerimizde sarı bezlerle sıraları silerken okuldan ayrılma haberleri geldikçe etiketlere yüklendik. masasındaki her bir bardağı makineye götürdüğü için özür mahiyetinde kendisine uzun dinlenme molaları hediye eden bir birey olarak, stres seviyesi arttıkça etiket kazıdım, kazıdıkça rahatladım. hanımlar birbirlerine titizlik derecelerini anlatırken "ben hiç temizlik yapmam" çıkışımla ortamın havasını değiştirdim. dertlerimizden biraz olsun arınmış, başka şeyler konuşmaya başlamıştık.

    yeter mi yetmez! içimde hala bi sıkıntı var. hala yapılacak bi şey var! beynimin kısa devre yapması gerekiyor. ölümle yaşam arasındaki o çizgide bi süre durmalıyım.

    ben de sabahın 7'sinde gittiğim havuzun dibinde binlerce dakika, sayılamayacak kadar saniye bağdaş kurup oturdum. şimdi biraz daha iyiyim.

    eyyyyy, anne olmak istemeyen kadın!

    güleceksen çık dışarı, ciddi bi şey anlatıyoruz burada!
  • insan dilde ikamet eder ya da dil insanın evidir türünden cümleler yazmıştı heidegger. dilin içine doğar ve dil aracılığıyla yaşarız. bir deneyimin travmatik etkisini anlamlandırmak için de dile, daha özel olarak da dillendirmeye, dile getirmeye bakabiliriz. travma etkisini dilsel kapasitede bir ketlenme, suskunluk, söylemede yetersizlik, derdini anlatmakta zorlanma olarak gösterebilir pekala. dil aracılığıyla gösterenler ağı öreriz ve bunun adı da kişisel sözlüğümüz, söylemimiz olur. işler iyi gittiğinde bu ağın içinde ikamet eden mutlu mesut örümcekler ya da kovan içindeki arılar gibi hissederiz.

    travmaysa bu ağın parçalanması, kovanın delik deşik oluşu ya da kovana sokulan bir çomak gibi etki gösterir. deneyim anlık bir şey, bir hamle, bir taciz hatta tecavüz oysa etkileri anın ötesinde alttan alta işlemeye devam edecek kadar ısrarcıdır. travmanın yaşantı boyutu anlık olsa da etkileri kalıcı, ısrarcı ve zorlayıcı, kendini hatırlatıcıdır. söylemi kendi şiddeti etrafında yeniden yapılandırır, eğip büker, yamultur, kendini türlü şekillerde söyletir. artık dilde ikamet etmiyor, dil tarafından yaşantılanıyoruzdur. bazı sözcükler diğerlerinden daha şiddetli hale geldiğinde gösterenler ağı yamulur ve yeniden dengeyi sağlamak için göstergeler icat ederiz: semptomlar. kopan bir parçayı dikmeye çalışma ya da fazla ağırlıktan dolayı yamulan bir bölümü dengeleme çabasıdır semptomlar. işlevleri vardır ancak ikame bir işlevdir bu: gizleyici, yasaklayıcı, dokunulmaz vs.

    bir travmanın aşılması her şeyden öte dilde bir özgürleşme, dilin çözülüşü, söylem kalıplarının kırılmasıdır. travmanın buzlaştırıcı etkisini kırıp da altta yatan sözcükleri özgürleştirebildiğimizde uyanan bir his var: söylemenin coşkusu, dilin şarkıya dönüşmesi, kısaca neşe.

    sözcükler şeyleri öldürüyorsa travma da sözcükleri öldürerek şey düzleminin adlandırılamazlığına geri döndürür insanı. travma insanı dilinden, evinden uzaklaştırır. yabancı bir dilde konuşmaya mahkum eder, sözcükler donuklaşır, söylem kurur, kutup ikliminin buz çöllerinde o zoraki ve sonu gelmez seyyahlığa şartlanırız. sözcüklerin bir özelliği vardır ki şeylerin enerjisini bağlarlar ve fazla enerjinin yıkıcı etkilerinin boşalımını sağlarlar dillendirme sayesinde. şeylerin canlılıklarını öldürerek değiş tokuş nesneleri olmak üzere, değişim işlevi halinde sembolik yaşamın içine dahil ederler. travmatik bir deneyimin art etkileri yüzünden bu kayganlık mümkün olmadığında yaşam donuklaşmaya başlar.

    travma ne aşılır ne de ondan çıkılır. travma kırılır ve her çatırtının sonunda buzun altındaki yaşam kendini gösterir. travma kış mevsimiyse eğer, kırılışı ya da çözülüşü de baharı müjdeler. dil sevgisi diyeceğim bunun adına. her sevgi gibi aktif bir enerjiyi içinde barındırır ve dil içinde yeni yollar açmayı, dilde yol almayı sağlar. dilin kemiğinin olmayışının maddileştiği an.
  • evet bir kez daha huzurlarınızda sahne almak ve travma başlığında önemli güncellemeler yapmak için buradayım.

    öncelikle aylardır arayıp sormayan yaşıyor musun yaşamıyor musun sormayan, doğumgünümü şunu bunu pas geçip ancak bir beklentisi, bir isteği olduğunda arayıp birde fırça atan, bir sıkıntın bir ihtiyacın var mı, yardım edebileceğimiz bir şey var mı demeyen tüm internetsel ve sözlüksel arkadaşlarıma buradan selam etmek isterim. bu yazıyı yazma sebebimiz hayatımızdaki yeni bir güncellemeyi duyurmaktır yoksa birilerine laf sokmak birincil değil ikincil amacımızdır bunuda belirtip kimseyi kırmadığımızı umarak devam edelim. lütfen şu saatten sonra "aaa yeni duydum şudur budur vah vah tüh tüh" şeklinde aramayın mesaj atmayın şu aralar sinirli üzgün ve çok mutsuzum birde üstüne kalp kırmayayım ne siz üzülün ne ben diyorum.

    hayat ve iş konusundaki başarısızlığımız ve mutsuzluğumuz bir çığ gibi büyüyerek devam ediyor ve artık bir facia kıvamına varmasına sadece bir arpa boyu yol kaldı sanıyorum. evet 11 eylül 2006 tarihi itibariyle 30 yaşıma girdim ve hemen 20 gün sonrasında işsizliğe ve arkadaşlarımızın ve ailemizin yanında misafir yani kibar tabiriyle sığıntı hayatına geçiş yaptım. bu evrede bizi yalnız bırakmayan ve tam destek hep destek diyen dostlarım olduğunu gördüm sevindim. onlar kendilerini biliyorlar ve sayıları bir elimin parmaklarını geçmedi hatta ulaşmadı bile. oysa standart beş parmaklı bir ele sahibim ama şüphesiz herkes hakkettiğini bulur. şu an tekirdağ muratlıda o dostlardan birinin evine konuşlanmış bir yandan iş arıyor bir yandan da fırsat bu fırsattır diyerek kapağı yurt dışına tercihen kanadaya atmanın yollarını araştırıyor, kalan az miktardaki saçımı döküyorum. nefret ettiğim bir mesleğim var ve malesef ne türkiyede ne yurtdışında bana huzuru geçtim para bile getirmeyecek. ve işsizliğin bana öğrettiği bir şey varsa paran yoksa bir hiçsin hatta hiçten bile kötüsün çevrenede zararsın. bu yüzden yurtdışına gidip herşeye baştan başlamayı deneyeceğim. şu aralar gayet kısıtlı olan internet bağlantımı * ise ekşi sözlüğe harcamamayı düşündüğümden bu uzunca bir süre için son entryim olacaktır. kendi başlığıma haddinden bile fazla yazı yazdığımdan dolayı şahsımla ilgili bundan sonraki gelişmeleri http://emrahyalim.blogspot.com/ adresinden takip edebileceğinizi bildiririm.
  • bir organın yapısını bozan ve dıştan mekanik (ezilme, çarpma vs vs) etki sonucu oluşan yerel yara
  • kelimeyi yanlış kullananlar için aydınlatıcı anekdot:

    tramva* geçip gider, travma kalır.
hesabın var mı? giriş yap