• bir yerde okumuştum. sanırım aylin balboa'nın hikayesi idi. "yaşlanmak mütemadi bir kaybediş"tir. diye . kendimden biliyorum (80 yaşına geldim artık) hacmen azalıyor insan. ruhen de azalıyor. tanıdıklar azalıyor...tükeniyor en sonunda. hayat bitmiş oluyor.
  • "erkeğin yaşlısı kırağıyı kış, kadının yaşlısı bulaşığı iş sayarmış."

    kaynak: bir ömür dediğin dedesi...
  • olduğunu zannettiğin insan olduğunu sanıyorsan, yaşın kaç olursa olsun, gençsin.

    olduğunu zannettiğin insan olmadığını ara ara sezip, bilincin daha idrakına varmadan depar atarak konuyu kapatıyorsan (sen bilmesen de) yaşlanmaya başladın.

    olduğunu zannettiğin insan olmadığınla kaçamayacak şekilde burun buruna gelip hayal kırıklığından içe çökmeye başladıysan gözün aydın, orta yaş gelmiş.

    olduğunu zannettiğin insan olmadığın gerçeğiyle yüzleşip bunu kabullendiğinde artık yaşlısın.

    gençlik ve yaşlılık birbirinin zıddı, bir çizginin başı ve sonu değil, daha çok birbirinin dikey izdüşümü. ikisinde de sen müthiş bir özgüvenle kim olduğundan eminsin ve huzurlusun (pis olan dönem ikisinin arası). ki zaten yaşlılığın en muzip tarafı da bu. olduğumu zannettiğim insan olmadığımla yüzleşip, olduğum kişiyi kabullendim dediğinde, yanılmadığını bilmiyorsun. sadece helezonda 360 derece tur atıp bir üst basamakta başladığın yere varmış oluyorsun. aklın ve zamanın yettiğince bir ömürde tekrar tekrar yaşlanıp baştan başlıyorsun.
  • zor şey belli. en yakınındaki insanların yaşlandığına günbegün şahit olmak daha zor.

    çınar gibi, dimdik yürüyen dedemin yaşlandığını apaçık görüyorum artık. parkinson yüzünden elleri titriyor ve yemek yerken döktüğü için utanıyor. halbuki bir aralar 25 metre öteden kornaya basarak yanaşırdı evin önüne, kapılar açılsın, karşılayın beni manasında. öyle haşmetli, heybetli bir adamdı. şimdi iki büklüm zor yürüyor. yine de bu haline rağmen bahçede çalışıyor. o titrek elleriyle fideler dikiyor, asmaları tazeliyor.

    babaannem de kalbinin teklemesine rağmen, onun peşi sıra dolanıyor. yavaş ve minik adımlarla, diktiği fideleri suluyor, otları çöpleri temizliyor. atom karınca gibi kadındı oysa, yel gibiydi bir uçtan uca giderken.

    onlara baktıkça benim yaşlılığımın onlarınkinden çok daha zor geçeceğinden emin oluyorum. yaşlılık eski toprak olunca kıymetli bir şey sanki. kendi yaşlılığımız bizi ancak korkutuyor.

    bir de söz verdim, allah gecinden versin, dedem ölünce kabrine asma fidanı, babaannem ölünce ona da samaşık gülü dikeceğim ellerimle.
  • artık kimsenin evinde sabit hatlı telefon bulunmadığından, anne ve babama da cep telefonlarından ulaşabiliyoruz. geçenlerde, yarım gün boyunca her ikisini de sırayla ve defalarca aramamıza rağmen telefonlarını açmadılar. "anam kesin başlarına bi şey geldi bunların" diye deli tavuk olduk, herkesi ayağa kaldırdık ve nihayet sağa sola adam salmak suretiyle buldurduk. markete gitmişler, telefonları da duymamışlar. yaşlılıktan kulakları işitmiyor değil, o da var aslında da bu sefer sebep o değil; bizim oğlan her ikisinin de cep telefonu melodilerini değiştirmiş. yeni melodileri tanımadıklarından da, telefonların çaldığını duymalarına rağmen "bu benimkinin sesi değil" diyerek açmamışlar.

    daha da fenası babam eski melodisini unutmuş, hiçbirine ikna olmadı. "benim telefonun sesi değil ki bu" diyor ve hala telefonunu açmıyor. "benimki böyle oynaktı" diyor ama gençliğinden bir oynak ses de olabilir hatırladığı. velhasılı kelam; yaşlılık zor hemşire.
  • 62 yaşında biri olarak "keşke yapmasaydım" dediğiniz davranışları gözden geçirmek...pişmanlık neymiş anlamak.dinginlik..heyecan azalması buna karşın gözyaşı bezlerinin daha aktif hale gelmesi...of ..yoruldum.
  • dedemi kaybettik 22 ağustosta.. *

    köyüne defnettik.. komşuları, arkadaşları kendi gibi bir sürü yaşlı insan kalkmış gelmiş cenazesine..
    cenaze namazı kılındı tabut yükseldi omuzlarda, mezarlığa doğru yürümeye başladık..
    şansımızı bu kavurucu ağustos sıcağında serin bi rüzgar esti, ağaçların gölgeleri yolumuzu kuşattı, mezarlık dünyanın en huzurlu bahçesi gibi görünmeye başladı uzaktan..

    rüzgar yüzümde bi serinlik bırakıp göz yaşlarımı kuruturken, iki oğlunun kolunda güçlükle yürüyen 92 yaşında bi arkadaşının söylenmesi çalındı kulağıma dedemin;
    "ohhh osman beyin yattığı yere bak, bi de bize bak!! adam cennet bahçesinde yatacak, bizi de karşıyaka'ya * atıp gelecekler!! yine iyi yeri kaptı deyyus!!"
  • onüç- ondört yaşlarındayken, babamın kırkyedi yaşında bir tanıdığı ölmüştü. babam eve geldiğinde ölen kişinin ne kadar da genç gittiğini vah vah, tüh tühlerle anlatırken ben büyük bir şaşkınlıkla dinlediğimi hatırlıyorum. oho kırkyedi yaş, dünyanın sonu. ölsün tabi, ne kadar uzun yaşamış zaten filan diye içimden geçirdiğimi, hatta kendimle ilgili o kadarı bile çok, ben kırkıma gelince öleyim, istemem o kadar uzun diye düşündüğümü hatırlıyorum. ve fakat okullar- iş hayatı- evlilik- çoluk çocuk filan derken insanın durup yaşlılığı düşünmeye bile fırsatı olmuyor. ve kafanızda kendi görüntünüzle ilgili bir fotoğraf var, hep o fotoğraftaki gibi hissediyorsunuz. sonra bir gün bir yerde yaşamın hızı içinde bir asansör aynasında, bir vitrin yansımasında size bakan ama size biraz büyük görünen suretinizle karşılaşıyorsunuz. "aaaa ben miyim bu?" durumu. ya da grupla çektirdiğiniz bir fotoğrafta kendinizi görünce kafanızdaki o fotoğrafla , baktığınız fotoğraf arasında yedi farkı buluveriyorsunuz. aaaaa çok tuhaf o sizsiniz işte. evet, söylenen ve size hiç uğramayacağı zannettiğiniz zaman size de uğruyor. tuhaf, oysa içinizdeki siz aynısınız, ter-ü taze, dünyaları alt edecek güçte siz...
    kendi payıma ben yaşlılığın tutuculuk olduğunu düşünüyorum. evet bedenler biraz eskiyebiliyor, ama kafayı genç tutmak çok önemli. ve insan yeni fikirlere kendini kapattığı, yozlaştığı zaman yaşlanmaya da başlıyor.
    92 yaşında bir tanıdığımız var, eski istanbul'lu bir beyefendi. hergün yürüyor , haftada 2 gün mutlaka balık yiyor, eşini epey yıllar önce kaybetmiş olduğundan yemeğini kendisi yapıyor ve mutlaka zeytinyağlı şeyler pişiriyor ve dimağı inanılmaz genç. hala beğendiği kadınlarla flört ediyor. geçmişte her gece iki duble rakı içermiş, şimdi haftada üç gün içiyor. ve benim tanıdığım pek çok insandan daha genç. onun sofrasında ve sohbetinde olmak için gencecikler bile çırpınıyor. yaşlılığı asla kabullenmiyor ve o benim tanıdığım fikren en genç adamlardan.

    yaşlılıkla ilgili olarak bazı bilgileri paylaşmak isterim :

    picasso, 90'nda nefis eserler veriyordu.
    goethe, dr. faustus'u 80'unden sonra kaleme aldı.
    verdi, otello'yu 73 yaşında, falstaff'ı 80 yaşında bitirdi.
    mikelanj, 80'li yaşlarında hala yaratıyordu.
    ingiliz düşünürü thomas hobbes, 90'nını geçtikten sonra bile yazdı.

    peki vücudu ve aklı dik ve dinç tutmanın sırları ne?

    hayattan kopmamak.
    öğrenmeyi sürdürmek.
    her yaşta hedefli olmak.

    bu konuda abd'li ünlü komedyon george corlin'in ilginç önerileri var:

    1. zorunlu olmayan sayıları çöpe atın. yaş, kilo, boy.
    2. sadece neşeli arkadaşlarınız olsun. suratsız negatif insanlara yaklaşmayın.
    3. öğrenmeyi sürdürün. el işleri, bilgisayar, bahçecilik. beyniniz atıl kalmasın.
    atıl kafa iblisin tezgahıdır. iblisin adı da, alzheimer'dir.
    4. küçük şeylerden zevk almaya bakın.
    5. sık sık, uzun uzun var gücünüzle gülün.
    6. gözyaşları olacaktır. katlanın, yas tutun, başka yaşantılara geçin.
    7. çevrenizi sevdiklerinizle doldurun. aileniz, kedi, köpek, kuş, balık,
    müzik, bitkiler... ne olursa. eviniz, sığınağınız olsun! tadını çıkarın!
    8. sağlığınızın kıymetini bilin. iyiyse, üstüne titreyin. bozuksa, düzeltin.
    siz kendiniz düzeltemiyorsanız, yardım isteyin.
    9. vicdan azabından uzak durun. çarşı pazarda gezin, ülkenizi ve yabancı
    ülkeleri dolaşın. ama sakın suçluluk ve pişmanlık duygusuna kapılmayın.
    10. sevdiğiniz insanlara, onları sevdiğinizi söyleyin. her fırsatta sevdiğinizi hissettirin.
    11. hiç unutmayın ki yaşam, aldığınız soluklarla değil, soluk kesen anlarla ölçülür.

    hepimize güzel yaş almalar olsun...
  • yaş 69 küsür olunca kahvede emekli emekli okey oynayarak geçireceğim dönem. tabii şallah lahzunmürverir ise. okey oynarken uzak gözlüğümü boynuma asacağım, yakın gözlüğü burnumda tutacağım, taşlara yukarıdan dilimi sağa yatırarak bakacağım. soba kenarında, hem televizyonu hem de dışarıyı gören bir masada olmak beni çok mutlu edecektir.

    oyun bitince ayakkabılarımı çıkarıp soba borusunun arkasından kafamı uzatarak 12 ajanslarını seyredeceğim. yine iktidarda kendine küfür ettirecek bir parti vardır. bacak bacak üstüne atacağım, kıllı beyaz bacaklarım da az biraz görenecek. sonra biri önümden mandalina poşetiyle geçecek, üç tane dişime göre alacağım. kabuklarını soyup sobanın deliğinden atacağım. sobanın deliğine uzanacak gücüm olmazsa odun tenekesine atarım, sorun olmaz. sadece fotoğraftaki sanatçının adının yazıldığı bulmacayı gömlek cebimdeki kalemle eksiksiz dolduracağım.

    sabah çıkarken ''soğuktur dışarısı, gitme evde kal'' dedikleri eve öğle yemeği için gideceğim. salatayı kaşıklayıp, tabakları ekmekle sıyırınca kimseye çaktırmadan evden çıkacağım topuklarımı eze eze. sonra tekrar okey, sonra king, sonra domino. akşam eve geleceğim 2 ekmek alıp. dizi izlerken kanepede uyuya kalacağım falan.

    hastalık falan da görmemişimdir henüz. tek sıkıntım takma dişlerimin konuşmamı bozması. karım da 68 yaşında olmasına rağmen yolda görsen 50 diyeceğin taş gibi hatundur. ev kendimindir, karımla benim emekli maaşlarım ucu ucuna yetiyordur. çocuklarımız kendilerine yetecek kadar büyümüşlerdir, üstelik iki tane küçüğünden bir tane büyüğünden torunlarım vardır. büyüğü biraz geç evlendi, nerdeyse tohuma kaçıyordu. küçüğü abisi gibi değil, hızlı çıktı.

    sonra 80'lerin sonlarında bir yaz günü oy kullandıktan sonra okulun bahçesinde fenalaşırım, oracıkta ölürüm. oyumun boşa gitmemesi de beni sevindirir. sonuçta bir oy bir oy.
  • dedemin; "en zor iş en sona kalmış." diyerek açıkladığı durum.
hesabın var mı? giriş yap