13 entry daha
  • çocukken başlayan bir davranıştır. zira; mahallenin küçükleri fasulye olarak kabul edilir ve muhtelif oyunlarda, onlara pozitif ayrımcılık uygulanır.

    -yusuf yakalandı sobe..
    +o fasulye. sayılmaz.
    -yusuf kendi kalesine gol attı..
    +o fasulye. sayılmaz.
    -o piti piti karameli sepeti.. hebi bibi.. yusuf sen çıktın, yum..
    +o fasulye. sayılmaz.
    -yusuf sen devreliksin.
    +o fasulye. sayılmaz.
    -aaa! s.kerim ama! ne lan bu, s.ktirsin gitsin oynamasın. ben eve gidiyorum, babam gelmiş zaten, annem pencereden basbas bağırıyor.

    arka fonda güneş batıyordu.. bir annenin "oğlum baban geldi, eve hadddii" çığrışı eşliğinde..
  • genelde kadınlarla ilgili olarak bu pozitif ayrımcılığın bir çözüm olduğu düşünülmüştür; bu, kemiklerdeki eğilmelere ilişkin bir antik öğretiyi anımsatıyor (kaynağını şu an hatırlamıyorum, aklıma gelince paylaşabilirim) eğim ne tarafa doğruysa, tam ters yönde daha büyük bir şiddet uygulanır böylece çivi çiviyle sökülmüş olur. evvelce kadının ataerkil zihniyeti içselleştirmesi/#16975785 entirisinde de bahsetmiştim, sneja marina gunew'in müthiş kitabında bir yerde (feminist knowledge: critique and construct, p.25, routledge, 1990) şöyle deniyordu: "hadi kadına 'kötü' (evil) demeyelim de, 'iyi' (good) diyelim; yahu ona yönelen, onu adlandıran yine biz olduğumuza göre onu daimî olarak 'öteki' (other) kabul etmiş olmuyor muyuz?" ben yönelenin, adlandıranın söylemde tanrılaştığını bu da en ağır, en zulüm dolu uygulamaların sorumlusunun dildeki egemen kudret olduğunu düşünebilecek raddeye varmış durumdayım. maalesef bu böyle.

    kadına pozitif ayrımcılık, uygulamada birçok problemi çözebilir. hatta uzun vadeli faideli bir çözüm yolu olarak da görülebilir. örneğin çalışma ya da siyasî haklar nezdinde kadınlara fazladan arka çıkılıyor olması, gündelik problemleri çözebileceği gibi uzun vadede kadınların daha fazla çalışan, daha fazla yerel ve ülke çapında siyasete atılan ve böylece daha fazla toplumsal yaşamda "söz sahibi olan" bir kimliğe bürünmesini sağlar. ancak bu bile kadının "konumlandırılan öteki" ya da "diğer parça tarafından biçimlendirilen öbür parça" olmasından öteye gitmez. bunu ben yine aynı başlıkta şu şekilde değerlendirmiştim: mevcut sistemde yönetici olmuş, atanmış ya da seçilmiş olsun fark etmez, kadının muhakkak erkekleşmek durumunda kaldığını, yaradılışına uygun bir şekilde "kadınsı kadın" olarak değil "erkekleşmiş kadın" olarak giyimine, kuşamına, hareketlerine dikkat etmesi gereken (aksi halde en basit dedikoduyla bile işinden ya da siyaset görevinden olabilir), sürekli bir "gözetim altındaki kadın" olarak görevini yürütmek zorunda kaldığını görüyoruz. bu erkek için de geçerli; etrafta yayılan dedikodu yüzünden siyaset sahnesinden çekilmek zorunda olan erkek siyasetçiler yok mu? bill clinton örneğine bakarsanız var, ancak clinton hiçbir zaman kadınsı ya da "agamic/asexual:cinsiyetsiz" olmaya zorlanmamıştı, o erkekliğiyle gelmiş, erkekliğiyle yönetmiş, erkekliğiyle işinden olmuştu. cinsindeki erillik (aile babası ya da iyi bir koca kimliği de çoğu kere siyasette işe yarar bir niteliktir. yoksa first lady'lere bu denli önem verilmezdi herhalde) hiçbir zaman problem teşkil etmemişti. oysa angela merkel'in "en ufak" göğüs dekoltesi olayında da gördüğümüz gibi, yönetici kadındaki herhangi bir dişilik göstergesi inanılmaz ölçüde rahatsızlık verici olabiliyor.

    ideal kadın tipinin en üst gücü elinde bulundursa bile "demir lady" lakaplı margaret thatcher ya da ikinci elizabeth gibi "soğuk nevale" olması gerekiyor. bu aslında eril bir beklentiden ziyade koşulların, görünümde kadının lehine (en üst seviye yönetici olduğunda bile) görünse bile eril kudret tarafından belirlendiğinin göstergesi. arkasında yatan ise kadınsılığın ne yönetimde ne de iş hayatında geçer akçe olduğudur. kadının kadınlığını ön plana çıkaran kıyafetler giyemiyor oluşu bile (ki giydiğinde çalışma düzeninde sorun olacağına dair bir kanı mevcuttur) onun ya "cinsiyetsiz" ya da "eril cinsiyete yaklaşmış" kılındığının göstergesidir. hâl böyle olunca, koşulların kadınlara sağladığından ziyade kadınların koşullara uydurulduğu, uyarlandığı söz konusu olmuş oluyor.

    oysa ben kadınların kadın olarak nasıl bir yönetici olabileceğini ya da iş hayatında nasıl üretken olabileceğini bilemiyorum. mevcut durumu sanki doğuştan kabul etmiş gibiyim. karşımda farklı bir cins olmamalı; ona kendi cinsiyetine uygun bir şekilde yaşama hakkı verdiğimde bile (burada hemcinslerimin ataerkil egemenliğini kast ediyorum) bu hakkı "uygun gören" olarak aslında soyumun ve mezopotamya kültür ailesinin "kadına rol biçme" anlayışındaki devamlılığı sağlamış oluyorum. her daim "mitoloji yalan söylemez" derim; iason "keşke üreme sorununu çözebilsek de, şu kadınları tümüyle yeryüzünden silebilsek" der (bkz: #16983792). bu şaşırtıcı değildir, zira gerçekten de biz kadına tanıdığımız veya tanımadığımız hakla sistemi değiştirmiş değil, sistemde yaptığımız en şaşalı değişiklerle kadını istediğimiz şekle sokmak zorundaymışız gibi hissediyoruz. bunun da kendi başına "kötü" olduğunu iddia etmiyorum; bütün bu söylediklerimi olumlu ya da olumsuz olarak almayın; ben sadece neyin nasıl olması gerektiğini değil, olumlu ya da olumsuz gibi görünen kimi düzenlemelerin, kimi yönelimlerin gerçekte neyi temsil ettiğini göstermeye çalışıyorum. "kadın" gibi insanlığın bu kadar büyük bir varlık gerçeğinin (iki cinsten biri, üç günde çözülemez sorunlar) erkek sisteminde biçimlendiği, içine girdiği şeklin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. herkes uzmanı olduğu alandan bu konuda örnekler verebilir, daha da açıklayıcı olmak adına.

    pozitif ayrımcılığın doğasında yönelinen şeyin "özel olarak korunması gereken", "kırılabilir" nitelikte olduğunu kabullenme vardır. bunu kadınlara uyarlarsak, "kadınlar zayıftır" ya da "kadınlar kırılabilir" düşüncesi ona dönük pozitif ayrımcılığın temelini oluşturur (maria calloni, "women's human rights, equal opportunities and biopolitics in europe", thinking differently: a reader in european women's studies [ed. by gabriele griffin, rosi braidotti] p.70, zed books, 2002). oysa buradaki kadını ve hakkını "ona daha fazla imkân tanıyarak" koruma, soyu tükenmekte olan bir hayvanın özel birimlerce korunma altına alınması gibi bir şey olmasa gerek. zira kadın sosyal statüsünün temeline "korunması gereken" niteliğini yedirdiğinizde, bu sefer de kadının tersten okumayla, yine ondan daha üstün bir konuma yerleştirilmiş olan eril iradenin gözetim hakkını meşru kılmış olursunuz. oysa amerika birleşik devletleri'nde ilkin ortaya çıkan bu pozitif ayrımcılık anlayışında amaçlanan, grup içinde eşitsizliği ortadan kaldırmaktır (christina hughes, key concepts in feminist theory and research, p.43, sage, 2002). burada isezaman içinde gözetim altında tutanların, gözetim altında tutulanlar tarafından alaşağı edilebilecek bir konumda olduğuna dair en ufak emare yok. burada "kota zorunluluğu" gibi uygulamalar, zaman içinde evrilerek kendilerini gereksiz kılacak ölçüde bir kadın-erkek eşitliği oluşturabilir, şeklinde bir garanti sunmuyor. aksine kota belirlemek de, kendi içinde "sınırlamak" anlamını taşıdığından, sınırlayanın sınırlama ölçütünün değişmiş olması, ondaki sınırlama yetisine ve iradesine halel getirmiyor. aksine pozitif ayrımcılık kapsamındaki bir çözüm, bu eril iradeyi pekiştiren başka bir "susturucu pay" olarak anlaşılmaya müsait hale geliyor. mantalitenin aynı kalıp, yüzeyde söylemin ve kimi yasaların değişikliğinin tümden kadının var oluşuyla ilgili eril tahakkümü kırabilecek güçte olmadığını düşünüyorum. bu olumlu mudur, olumsuz mu? onu kadınlara ya da erkeklere yaranmak için bir tavır takınmak zorunluluğunu hisseden, görünüşte "kadıncı" (bu da yancı gibi oldu) ya da "erkekçi" kafalar yorumlasın.

    işyerinde ve siyasette pozitif ayrımcılıktan nasibini alan kadının din önünde, kendine biçilen rolü kabullenmişliği, özellikle de bu işin piri olan luce irigaray'ın bildirdiği gibi, din dilinin kadın üzerindeki baskıcı etkisinin devamlılığı söz konusu oldukça, kadının manevî doyumunun sınırları da erkekler tarafından belirlendikçe kadınlar kadınsı kalamayacaklar belki de hiç kadın olamayarak ölüp gidecekler. bu da istiklal'e hatun görmeye çıkan aslan parçalarının en büyük yarası olmaya devam edecek. kadınlara acımıyorsanız, bu yiğitlere acıyın. kadına soyu tükenmek üzere olan dağ keçisi muamelesi yapmamak lazım belki de, yeryüzünü yarı yarıya paylaşan bu iki cinse kendileri gibi yaşayabilme hakkının olduğunun bilinmesi yeterli olabilir. yüzde 10 kota, yüzde 100 kota olsa bile bunu belirleyen kudret tanrısallığını korur.
  • pozitif ayrımcılıkla ilgili tartışmalarda bir husus, bana kalırsa en önemli husus atlanıyor: o husus, kadınlara dönük pozitif ayrımcılığın en temel haklar düzeyinde bile, patriyarkı bu ayrımcılığa zorlayan bir kadın hareketi neticesinde oluşmaması ve pek aldatıcı bir yüce değerle yani "eşitlik"le, yine aynı patriyarkın meydana getirdiği eril düzen tarafndan kadınlara bahşedilmiş olmasıdır. diyebilirsiniz ki, "hak haktır", doğru ama eksik, hak kazanıldığında haktır, verildiğinde değil, zira hakkı verenin, "hakkı veren olma" niteliği, hakkın teminiyle birlikte ortadan kalkmış olmuyor, aksine hakkı veren o hakkı hak sahibine tanıdığı müddet, tanrısal bir hüviyete bürünmüş oluyor, hele ki ardında kendisini bu kutsal makama yerleştiren ucu binyıllara dayanan bir temel bulunduğundan, kadınlara dönük pozitif ayrımcılık bir tür caritas meyvesi yani hoşgörü örneği olmaktan kurtulamıyor.

    oysa kadınların pozitif ayrımcılık'la elde edeceklerini düşündüğü hakların oluşturcağı "eşitlik" duygusunun arkasında böyle bir eril hoşgörünün bulunması bana makul gelmiyor. zaten patriyarkın zincirleri, onun kadınlarla erkekler arasındaki eşitliğe engel teşkil eden eril belirleyicilik duvarının aşılması istendiği için, kırımak isteniyor. istenen ve beklenen şey eril hoşgörü değil, eril belirleyiciliğinin ortadan kalkması, başka deyişle eril zihniyetin hoşgörü bile gösteremeyecek duruma gelmesidir.

    keza maria mies'ın da bildirdiği gibi, kadınların eşitlik özlemi diye bir şey varsa, bu uğurda örgütlenerek haklarını arıyorlarsa ve onlara bazı erkekler destek veriyorsa, o erkeklerin bu tavrı ardında asla "hayırsever babacılık/atacılık" (benevolent paternalism) güdüsü olmamalıdır, yazara göre olması gereken, benim de bu kapsamda karşı çıkmayacağım ölçüde "insan onuru ve hatrı için, erkeklerin kendilerini düzeltme arzusudur".[1]

    ancak aynı yazar, bu noktada bana kalırsa düğümü çözen ancak ortamda karamsar bir hava estiren bir soru sorar: "erkeklerin kadınlara saygısı yoksa, kendilerine nasıl saygısı olabilir ki?" başka deyişle, bugüne değin bilhassa mezopotamya aşure kazanında farklı tatlarla kaynayarak kendi tadını bulan mevcut düzen, bazı kadınların şikayet ettiği gibi, kadınlara eşitlik sunmamışsa, yani eril düzen kadınlara, en azından söz konusu şikayetçiler nezdinde, saygı duymamışsa, kendisini "insan onuru ve hatrı için" düzeltme yeteneğini nasıl edinecek? yoksa eril düzenin caritas'la mümkün kılacağı pozitif ayrımcılık yüzeysel kalmaya, tam da bu yüzden, yani mevcut düzenin işlerliği zaten erkeğin kendisine saygı duymaması üzerine kurulu olduğundan ötürü mü mecburdur? bu aklıma yatan bir vargı. dahası başından beri sürdürdüğüm hartmanncı düşünceye göre, "kadınlar erkeklere kendilerini bir devrimle özgürleştirmeleri konusunda güvenmemeli, zira erkeklerin bunu nasıl becerebileceklerine ilişkin herhangi bir ön-deneyimi yok, dahası bunu yapmaları için [onları iteleyecek] herhangi bir zorunluluk da yok."[2] bu yüzden eril tahakkümün zincirlerini gevşeterek kadınlara nefes aldırması değil, kadınların zincirleri kırarak, istediklerini ve beklediklerini elde etmesi gerekir. çünkü yukarıda bahsettiğimiz gibi, "insanlık onuru ve hatrı" için erkeklerin kendisini düzeltmesi mümkün olsaydı, güzellik yarışmalarında etini pazarlayan gerizekalı kızlar "savaşlar dursun, çocuklar ölmesin" mesajını defalarca tekrarlama gereğini hissetmezdi, çünkü savaş diye bir şey olmazdı. oysa "insanlık onuru ve hatrı" denilerek ortaya konan ölçü, aynı eril iradenin olabilecek en ağır yıkımların önüne neden geçmediğinin belirlenmesinde de işe yaramaz. tüm insanlığın ya da tüm erkeklerin aynı şekilde kabul ettiği böyle bir "insanlık onuru ve hatrı" ölçüsü olamayacağından (en azından insanlık tarihi bugüne değin böyle bir şey görmedi) bu gibi muğlâk ifadelerle erkeğin kadına haklar tanıması ve en azından kendisini "değiştirmeye" çalışması yersizdir, çünkü kendisini değiştirme yetisi olanın, neden başından beri değişerek dönüşeceği yeni yapıda olmadığı da akla gelir bu noktada. hasta kendisini iyileştirebilir mi? o halde erkekler hastaysa, doktoru kadınlar olmalı, madem ki (bana göre değil, pozitif ayrımcılara göre) iyileşmesi gereken erkekler ve hak tanıması gereken onlar, o halde onların bu yüce hak tanıyıcılığı da doğru bir şekilde tanımlansın. bu tanımlamada denirse ki, "erkek şu şekilde veya bu şekilde kadın üzerinde üstün olmuştur, bu yüzden hak tanımalıdır kadına", bu durumda erkeğin sosyal evrim sürecindeki bu üstün oluşuna doğal nedenler yükleyip bunu ibrahimî dinlerin de kabul ettiği üzere doğal sürecin bir sonucu olarak görmek mümkündür, yok denirse ki "bu doğal bir süreç içinde değil, bozuk bir süreç içinde gelişmiş ve erkekler egemen olmuştur", o vakit bildiğimiz ölçüde insanlık/patriyarkın tarihinin tümüyle/başından beri bozuk olduğu söylenmiş olur, oysa bugün kadınların patriyark tarafından horgörüldüğünü iddia edenler de aynı düşünce tarihinin ürünü değil midir? o halde onlar da, bu bozuk düzenin birer parçasıdır.

    benim bu noktadaki görüşüm, daha da vurgulamam gerekirse, kadınların "hak" diye bir şey varsa bunu ilkin yerel daha sonra da evrensel ölçüde örgütlenerek bir tür bilinç meselesi haline getirmesi [hartmann da aynısını söyler] ve mevcut sıkıntıların giderilmesinde eril tahakkümden herhangi bir merhamet gösterisi beklememesi yönündedir. ben sosyal evrimin geçerliliğini kabul eden biri olarak, tarihte ne olmuşsa, tıpkı "kaza yoktur, nedenler vardır" anlayışında olduğu gibi, varlığı asla reddedilemez nedenlerden ötürü olduğunu düşünüyor ve kadınların arzuladıkları şeye ilkin onun uygun nedenlerini mümkün kılarak adım adım ulaşabileceğini söylüyorum. kaldı ki işleri zor değil, günümüzde birçok sosyologun bu ve önümüzdeki yüzyılların "kadınların dönemi" olarak tarihe geçeceği düşüncesinde olduğunu biliyoruz. ancak hartmann'ın da sıklıkla vurguladığı bir husus vardır, çoğunuza bunun klişe geleceğini biliyorum ama bir şeyin var oluşuna ilişkin ampirik gözlemle anlaşılan bir niteliği klişe olsun veya olmasın, onu tanımada önem arz eder, kadın kadındır ve kadında bir erkeğin hayalinin bile yetişemeyeceği bazı doğal yetiler bulunur, besleme, büyütme ve ziyadesiyle muğlâk olduğunu kabul ederek söylüyorum, sevgi gösterme gibi bir bebek için yani insanlığın devamı için gerekli potansiyel bulunur. "kadınların döneminde" bu potansiyelin de, uygun nedenler kapsamında insanlık tarihini biçimlendirmeye devam edeceğini düşünmek isterim. çünkü, her türlü muğlâklığını kabul ederek söylüyorum ki, "quod est contra naturam, contra humanitatem" "doğaya aykırı olan, insanlığa da aykırıdır."

    gerçi bu noktada, kadını insanlık adına doğallığından çıkarma eğiliminin kendisi de tartışmaya açılır. insanlık başka türlü gelişim gösterebilir miydi, biz bunu bilmiyoruz, bilmiyorsak, kıyas da yapamayız, o halde mevcut durumun ne kadar "doğal" olduğunu da layıkıyla değerlendiremeyiz. "doğal olan, iyidir" bakış açısı da, neticede kusurlu olabilir, ne yazık ki, "başka bir dünya" olmadığı için, biz mevcut durumda kusur olup olmadığını ölçebilecek bir paradigmaya sahip değiliz, yine binlerce yıllık serüvende kendi başımıza oluşturduğumuz "doğal" hükümler ve ölçüler dışında. bir şeyin kusurlu olup olmadığını belirleyecek ölçü, o kusurlu şeyin elinden çıkma olabilir mi? peki, stoacılar "secundum naturam" "doğaya göre" derken, ziyadesiyle huzuru amaçlayarak "içten pazarlıklı" olmuyor muydu? bal gibi de oluyordu. kısacası "başın ağrımasın istiyorsan, doğaya uyarsın", alternatifi olmadığı için, böylesine güzel bir ölçüdür o. kadın da aynı, doğa gibi. erkeğin nezdinde kendisiyle kıyaslanabilecek veya değerliliği/değersizliği anlaşılabilecek bir şey değildir.

    fazla kadından bahsettik, hartmann'dan bir erkek tespitiyle[3] entiriyi kapatalım.

    "erkekleri bilinçlendirsek de, yine de onlar muhtemel kayıplarına karşılık muhtemel kazançlarını göz önünde bulundurur ve yine şimdiki durumunu (status quo) tercih eder. erkekler zincirlerinden fazlasını yitirmek zorundadır."

    notlar:

    1. m. mies, patriarchy and accumulation on a world scale: women in the international division of labour, palgrave macmillan pub., 1998, s.223.
    2. r. a. sydie, natural women, cultured men: a feminist perspective on sociological theory, ubc press, 1994, s.119.
    3. r. a. sydie, a.e.
192 entry daha
hesabın var mı? giriş yap