• amelie nothomb'un "kıran kırana" adlı otobiyografik romanı. can yayınları tarafından yayımlandı. amerikan iş dünyası ile japonların iş anlayışı ve ahlakının karşılaştırıldığı traji-komik olayların yer aldığı roman, modern zaman tasavvufunu anlatıyor sanki. yazarın en iyi romanı değil elbette ama yine dekeyifle okunuyor
  • boyle bir kitap ismi çevirisi kitap çok satsin diye mi yapiliyor(ki bana hiç çekici gelen bir isim gelmedi bu, ne bu boyle yari$ma ismi gibi) yoksa çevirenler mi bu i$ten anlamiyor...
    efendim, "stupeur" $a$kinlik, korku; "tremblements" da titreme olarak çevrilebilir; hiç olmadi buna yakin bir isim bulunabilirmi$, çunku kitapta da belirtildigi gibi zamaninda imparatorun kar$isindaki insan konu$urken 'stupeur et tremblements' halinde olmaliydi.
  • ha bir de amelie nothomb bu romanıyla fransız akademisinin buyuk ödülünü almıştır, her babayiğitin harcı değildir...
  • amelie nothomb adli belcikali bir bayanin japonya'daki calisma macerasini anlattigi, japonya hayalleri kuran insanlara (ozellikle bayanlara) durup bir kez daha dusunmelerini ogutleyen bi kac odul sahibi okunasi kitap
  • filmi için bir iki kelam da ben etmek istedim: gördüğüm en berbat kitap adaptasyonu.

    eğer sinema dili diye bir şey var ve bu dil uyarladığın kitaba yepyeni şeyler getirmeli ise, stupeur et tremblements sınıfta kalmış, bütünlemeyi bile geçememiş bir filmdir.

    alın kitabı okuyun, izleyip de kafanızdaki tiplemeleri kirlettiğinize değmez...
  • çevirisinden mi kaynaklanıyor bilemiyorum ama pek bir tat tuz vermeyen amelie nothomb kitabı. "kısaca hayat sözcüğünü hak eden hiçbir şey yok" demiş nothomb kitabın bir yerinde. japonya'nın çalışma hayatı için cuk oturuyor bu söz. hala atıyorlar mı bilmiyorum ama, derslerinde "japonya da japonya" diye nutuk atan ortaokul ve lise hocalarına duyurmak lazım bunu.
  • doğu batı kültürü arasındaki farklılıkları gündelik olaylardan anlatan okunası roman. romanın sürüklemesi aslında ne yazık ki dilinden, olaylardan değil, kültür farklılığının çok iyi aktarılmış olmasından ileri geliyor. iki kültürün bu kadar faklılığı, doğunun kadına bakışı bu kadar güzel olarak gündelik dille anlatılır.
  • izleyecek bir şeyler ararken netflix’in önerisiyle denk geldiğim film. ilk olarak adı ve afişiyle ilgimi çekti. ingilizce adı: fear and trembling. aynı isimli kitap için bkz. kierkegaard'tan frygt og baeven(bu dancası tabii, onun da ing. adı fear and trembling). afişteyse kierkegaard’la hiçbir bağ kuramadığım bir geyşa dudağı var. künyesine bakınca “movies based on real life” diyor. kierkegaard’ın kitabı, oğlunu tanrıya kurban etmek için götüren ibrahim ve bu süreçte yaptıklarının/yapmadıklarının etik analizi üzerine. bazı zümreler için bu öykü son derece gerçek olabilir ama netflix ayarında bir gerçeklik sunduğunu düşünmüyorum. o yüzden google’dan baktım ve öğrendim ki belçikalı bir hanım kızın (bkz: amelie nothomb) japonya’daki iş tecrübeleri üzerine biyografik bir kitaptan uyarlanmış. tesadüf ki kitap da aynı isimli; fear and trembling (orj. stupeur et tremblements). tabii burada çevirinin azizliğine uğradığını da belirtmek lazım ama orijinal ismin de sadece bir benzerlikten ibaret olduğunu düşünmüyorum. kierkegaard bu ismi iman teması ile uyumlu olacak şekilde incil’den almış. filmin adı ise, aşağıda daha detaylı inceleyeceğim üzerine kendi “iman” temasından, yani idealize edilmiş ütopik bir japon kültürü ve kimliğinden geliyor.

    nothomb’un kitabını okumadım. o nedenle tamamen film üzerinden ilerleyeceğim. filmin kitaptan farklı olduğunu yazanlar olmuş, o konuda da hiçbir yorumum yok tabii. benim yazacaklarım daha çok kierkegaard’ın fear and trembling’i ile filmin karşılaştırması üzerine. çünkü bu karşılaştırmadaki malzemenin, doğu-batı kültür farklılıklarından daha az görünür olmasına rağmen daha katmanlı olduğunu düşünüyorum.

    kierkegaard kitaba (uzun uzun isim yazmak yerine bundan sonra kitap ve film diyeceğim, neye tekabül ettiği ortada zaten), evet, kierkegaard kitabına hegelci düşünceyi eleştirerek başlar. hegel’in aksine, tez-antitez-sentez formülünün hayattaki her şeyi açıklamaya yetmeyeceğini ve mantığın imanın üzerinde bir yere sahip olmadığını savunur. hegel’e göre mantıklı olan gerçektir, gerçek olan mantıklıdır. kierkegaard ise hayatın rasyonalitenin sınırlarından ibaret olmadığını belirtir. sonrasında ibrahim’im öyküsüne geçer (kurban bayramına vesile olan öykü). bu hikayedeki absürtlüğün ise mantıkla değil, iman aşkı ile açıklanabileceğini savunur.

    bundan sonrası spoiler’lı içerik. filmin başını, ortasını, sonunu her şeyini anlatıyorum. kitabı okumaya üşeniyorsanız ya da konusu hiç ilginizi çekmediyse, 1,5 saatlik filmi izleyip devam edebilirsiniz. zaman açısından daha makul bir yatırım olabilir.

    amélie-san japonya’da çok istediği bir iş bulur. aynı, ibrahim’in çok çok uzun süre sonra ve ileri yaşlarda çocuk sahibi olabilmesi gibi o da sonunda dileğine kavuşur. ancak farkında olmasa da esas sınavı burada başlıyordur. ibrahim imanının peşinden, oğlunu kurban etmek için moira dağına çıkar. amélie-san bir kurbanın değil ama bir idealin peşinde gökdelene gelir ve tüm film, aynı bir dağın zirvesi gibi bu gökdelende geçer. amélie-san’ın yaşadığı tüm gelgitler ve içsel çekişmeler, ibrahim’in çekişmelerini yansıttığı kadar kierkegaard’ın bu çekişmeleri ele alışının da yansımasıdır. filmin hemen başında hiyerarşik yapıyı ve “tanrı”yı görürüz. tanrı, seyirciye amélie-san’ın çalıştığı firma olan yumimoto’nun üst düzey yöneticilerinden mösyö haneda olarak gösterilir. mösyö haneda, japon kültürünün yürüyen temsili kadar ulvidir. amélie-san’ın ulaşmak istediği mitolojik konumun fiziksel temaşasıdır. tanrı (kusursuz ve ilahi bir japon ideası), amélie-san’dan oğlunu kurban etmesini istemez ama aynı ibrahim gibi bir hiç olmasını, koşulsuz itaat etmesini ve tüm kaderini eline teslim etmesini ister. nitekim filmde doğu-batı farklılığı gibi görünen şey, batılı bir zihniyetin, yine kendisi gibi batılı zihniyetlere mantıksız gelen bu döngüde ısrarla kalma çabasıdır. halbuki bu çaba, ibrahim’in öyküsüyle olan paralelliğin yansımasıdır. ibrahim’in yaptıklarının mantıklı bir açıklaması yoktur. hatta absürtlük derecesinde bir iman sergiler ki bizim bunu anlamamız mümkün değildir. bu absürtlük de “paradox”la el ele gider. ibrahim oğlunu öldürmenin ahlaki sorumluluğu ile koşulsuz imanın yükümlülüğü arasında kalmıştır. bu ikilem kierkegaard’da paradox’a denk gelir. iman uğruna çocuğunu öldürmenin ikilem yaratabilecek ağırlıkta bir seçenek olması, hatta tercih edilen seçenek olması ise biz fanilerin anlayamayacağı bir absürtlüktür. bu anlamda amélie-san’ın durumu da çok farklı değildir. ideali olan japon kültürünün değerleri uğruna her türlü “saçmalığa” boyun eğer ve böylece ibrahim ile aynı kaderi seçmiş olur. amélie-san’ın sınavlarının ortak teması bireysel becerilerinin tamamen göz ardı edilerek her tülü aşağılanmayı göğüslenmesi üzerinedir. bu aşağılanma, en başta çevirmenlik olan iş tanımının aşama aşama düşürülmesi ve en sonunda tuvalet temizleyicisi olarak değiştirilmesine kadar varır. iş akdini bir yıldan önce feshetmek bir japon için onur kırıcı bir eylem olacağından, amélie-san da bunu yapmaz ve bu yeni pozisyonunda çalışmaya devam eder. rasyonel aklın anlam veremeyeceği ölçüde onur kırıcı ve mantıksız (absürt) olan bu durumu, tanrıya ulaşmak için kabul eder ve sürdürür. bir yılın sonunda işten ayrılma kararını açıklarken dahi, bu absürtlüğün nihai bir gerçekmişçesine kabulünü sergileyen bir konuşma yapar. veda etmek için tanrının karşısına çıktığında ise tanrı onu herkesten farklı karşılar. mösyö haneda, amélie-san’ın tüm fedakarlıklarının ve özverisinin farkında olduğunu söyler. amélie-san tüm sınavlarından geçmiş, japon kültürünün kendisinden beklediklerini aynen yerine getirmiştir ve karşılığını almıştır. aynı ibrahim gibi, sıradan bir insanın (ki kierkegaard’a göre bizler oluyoruz bunlar) hiçbir mantıksal zemine oturtamayacağı yollardan geçerek tanrısına kavuşmuş ve ilahi kabule ermiştir. onurunu korumak için türlü şekillerde küçük düşürülmüştür ama sonunda, aynı oğlu bağışlanan ibrahim gibi, amélie-san’ın onuru da mr. haneda tarafından ona fazlasıyla geri verilmiştir.

    sonuç olarak film, yüzeyde doğu-batı farklılığı anlatsa da bir yandan kierkegaard’a selam çakarak bizlere iman aşkından doğan bir irrasyonelitenin anatomisini çizer ve aynı kierkegaard’da olduğu gibi ana karakter sonunda haklı çıkarır. ibrahim’in başından geçenlerin korkunçluğu bir felsefecinin anlamlandırabileceğinin çok ötesindedir. amélie-san da bu içsel yolculuğunu düşünerek ve kitaplar okuyarak değil, aynı ibrahim gibi yaşayarak yapar.

    şahsen, eldeki malzeme ile daha detaylı bir analiz yapılabileceğini düşünüyorum. örneğin, fubuki-san’a hiç değinmedim. halbuki kierkegaard’taki anne teması ile örtüşen noktaları var. haliyle böyle bir analiz, yazıya güzel bir ikinci bölüm oluşturabilirdi. fakat iman teması hiç ilgi alanım değil. o yüzden de daha fazla kurcalamak istemiyorum. insanın irrasyonel bir varlık olduğunu düşünmekle birlikte kierkegaard’ın bizlere bir korelasyon olarak sunmaya çalıştığı savının aslında hatalı bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu düşünüyorum. fakat tüm bunlardan bağımsız olarak, film güzel. ayırdığınız vakte değer bence. kitabı da bir ara okurum umarım. o zaman bu yazıyı editlerim de belki, kim bilir…
  • artık hiçbir yerde bulunmayan kitap. (elinde olan varsa bana da okutursa memnun olurum.)
hesabın var mı? giriş yap