• bugün ikinci kez kardeş acısı yaşıyor. evin en büyüğü olması sebebiyle halini az çok tahmin edebiliyorum. zira kapı gibi adamın kardeşinin selası okunurken olduğu yere çöküp hüngür hüngür ağlamasına şahit olmuştum bir kaç sene evvel...sonra filah olmadı zaten, giderek düştü kuvvetten...

    şimdi ne haldedir diye düşünmeden edemiyorum. ve dedem hakk'a yürüdüğünde ben ne halde olacağım? kim önce gidecek bilinmez, kesin olan tek şey o güne an be an yaklaşmakta olduğumuz...

    dilimden derdine derman olacak sözler çıkabilse keşke. ne yazık ki o kadar irfan sahibi değilim. muhtemelen "başın sağolsun dede" bile diyemeyeceğim. o bakacak bana kataraktlı gözleriyle, elleri daha çok titremeye başlayacak, "kekliğim" diyecek, gerisini getiremeyecek. ben ağlamasın diye kendimi zor tutacağım. birbirimizden habersiz usulca "o'ndan geldik, yine o'na döneceğiz" diye mırıldanacağız. olsun. yine de yanında olmak dilerim. kahvesini pişiririm, ilaçlarını içiririm. geleceğinden emin olduğum o gün için -sıra kimdeyse o'nun için- rahmet ve sabır dilerim.
  • tek bildiğim dede anısı, daha doğrusu hiç tanıyamadığım dedelerimden annemin babasını tanımamı sağlayan tek anı, teyzemin geçen sene anlattığı:

    teyzem çok küçükken eskişehir'de bir kış akşamı geç saatte "ben amerika'yı görmek istiyorum" diye tutturmuş. anneannem kızmış "saçmalama be ne amerikası!" diye. dedem ise "amerika'yı mı görmek istiyorsun? peki hadi gel", demiş ve teyzemi giydirip o geç vakitte köprübaşına götürmüş. hava çok soğuk ve etrafta kimse yokmuş. dedem sormuş:

    "nasıl beğendin mi amerikayı?"

    teyzem,

    "sevmedim amerika çok soğuk. eve dönelim" demiş. bir daha da amerika'yı görmek istememiş. aynı teyzem bu olaydan 20 yıl sonra almanya'ya göç etmiş. amerika yerine almanya tercih etmesinde eskişehir ayazının ne kadar etkisi olmuştur bilmiyorum. ama hikayeyi ilk duyduğumda alışageldiğimiz "sus çarparım aazına!" yaklaşımını kendi dedemde görmemiş olmaktan dolayı çok mutlu olmuştum.
  • benim lügatımda olmayan bir kelime dede. "dedeler" var, öyle anlamlı benim için.

    erkenden gittiler, ilkokul 4'teydim henüz. "niye üzülüyorsun, ben hiç hatırlamıyorum mesela" diyen çok insanla karşılaştım. halbuki öylesi daha güzel. sahip olmadığın bir şeyi kaybedemezsin. çok sevdiğim anneannemi de kaybettim ama dedelerim başkaydı. çok tatlı adamlardı.

    annemin babası olan hacı dedem gerçek bir otorite abidesiydi. sözünden çıkmak kimsenin aklına bile gelmeyen bir şeydi. namazını kılar, yemeğini yer, ellerini kafasının arkasına atıp televizyon izlerken uyuyakalırdı. ne bileyim bir "düzgün uzan boynun tutulacak"tır, bir "yatağına kalk burada yatma"dır, bir "horluyorsun yahu birbirimizi duyamıyoruz"dur söylemek mümkün değildi. 0'dan 100km'ye 3.2 saniyede sinirlenebiliyordu. öfkesi 450 beygirdi. "eski toprak" zaten. fıtı fıtı bir adamdı ama kasları doluydu. ayvanın üstüne sol elinin işaret parmağını koyardı, sağ elini yumruk yapıp parmağının üstüne indirirdi ve ayva iki bölünürdü. ilk gördüğümde ağzım bi karış açılıp nutkum tutulmuştu. beni öyle görünce çok gülmüş, "sen de yapacak mısın?" demişti. yaramazlık nedir bilmeyen, efendilik konusunda kitap yazan bir çocuk olduğumdan beni pek severdi. herkesten önce uyanır (05.00 suları), hırkamı ve çoraplarımı giyer, çoraplarımı paçalarımın içine soktuktan sonra salonda oturur, öylece insanların uyanmasını beklerdim. dedem namaza kalktığı için erken uyanır, gelip beni "evin bereketi uyanmış" diye severdi. "niye televizyonu açmıyorsun?" diye kızardı, kendisi açardı, gürültüden hiç hoşlanmadığı halde uyuyanlara ibnelik olsun diye de sesini köklerdi. "ben şimdi ekmek süt alayım, bi güzel kahvaltı yapalım senle" der giderdi, hakikaten de kısa sürede gelip kuş sütü eksik bir kahvaltı hazırladı. evden çıkar çıkmaz ben de koşup televizyonun sesini kısardım, çünkü anormallerin biz olduğunu, içeridekilerin normal olduğunu bilirdim. öyle değişik bir adamdı. ayvayı kırma konusunda "sen de yapacak mısın?" diye sorunca heyecanla kafa sallamıştım ben de. çok erkeksi bir hareketti çünkü, hiç sahip olmadığım ve olmayı aklıma dahi getirmediğim "güç"ün farkına varmıştım. "ayvayla büyüyünce yaparsın" deyip soğan koymuştu masaya. "bak, bunu önce düz yere oturtacaksın, kaymayacak. sonra parmağını tam ortasına oturtacaksın, yumruğunu da iyice sıkıp parmağının tam ortasına vuracaksın. yoksa parmağın kırılır." dedi. ben yine emme basma tulumba gibi kafa salladım. aldı parmağımı, oturttu soğanın üstüne, yumruğumu sıktı, "buraya vur" dedi. vurdum, bir şey olmadı tabii, canım da acıdı. gülmeye başladı yine. "ben solağım! ters olduğu için olmadı!" dedim, elleri değiştirdim. yine vurdum olmadı. üst üste soğanın kendisine vurmaya başladım bi bok olmadı amına kodumun soğanına. kabukları bile dökülmedi. o gün "hırs" nedir öğrendim ve hiç sevmedim. dedem gülüyor tabii; utandım ben de beceremedim diye. "daha ufaksın, ben gençliğimde böyle karpuz kırardım, şimdi şu ayvayı zor kırıyorum. büyüyünce sen de yaparsın." dedi. gözlerim doldu sevinçten, ezelden duygusalım. karpuz kıracağım günleri hayal ettim. oha! kocaman karpuzu vurup kırmak! mükemmel! dedemin "hanifeeeeeeeee!" demesiyle silkelendim. "yemek koysana bu çocuk kahvaltı yapalı kaç saat oldu kadın!" diye anneanneme kükredi. "dede aç değilim" der gibi oldum sanki emin değilim, ağzımı biraz kıpırdatıp ufak tefek bir iki sessiz harf söyledim ama "yersin yersin." diye yapıştırdı. ben ufakken maddi durumumuz pek iyi değildi, dedemlerse varlıklıydı epey. sanırım o yüzden onlara gittiğim zaman ne varsa evde yediriyordu. günde 10 tane muz yiyordum herhalde. sürekli mutfaktan gelirken elinde getirip "ye" diye uzatıyordu. "dede yemes..." derken "ye." diyordu ve o an bitiyordu olay zaten. o zamanlar göbekli değildim, çatlayacak gibi oluyordum ama mutsuz hissetmiyordum. anneannemle annem misafirliğe beni de sürüklemeye kalktıkları zaman mutsuz oluyordum. dedem oradaysa "karıların arasına niye bu çocuğu sürüklüyorsunuz!" diye paylıyordu hemen. "ben buradayım defolun gidin." deyip gönderiyordu onları. annem "dedenle kalmak ister misin?" diye soruyordu. yine kafa sallıyordum deli gibi. benimle çizgi film izliyordu. uyuyakalıp horlamasına çok gülüyordum. kikir kikir gülmeme uyanıyordu, korkup susuyordum, göz kırpıp o da gülüyordu, uyumaya devam ediyordu. uyanık olduğu zamanlarda da 10 dakikada bir "acıktın mı?" diye soruyordu. telefonda dönerciyi güzel kısmından göndermesi konusunda tehdit ede ede en yağsız kısmından 1.5 pilav üstü döner söylüyordu çoğu zaman. döner sevdiğimi biliyordu. yiyordum ben de afiyetle. almanya'dan getirdiği kocaman bir tost makinesi vardı. dünyanın en güzel tostlarını yapardı onda. o kadar objektifim ki şu an, inanılmaz kaşarlı sucuklu tostlardı. kaşarı ayrı ağlardı, sucuğu ayrı. mis gibi ekmek içinde. hala her tost yiyişimde gözlerim dolar çaktırmadan. yine o günlerden birinde, başbaşa kalmıştık. onlar fulya'da oturuyorlardı ve beşiktaş'ın antrenman sahasını onların evi görüyordu, bizimki görmüyordu. sahanın arkasında marlboro'nun kırmızı beyaz arabaları şov yapıyordu. ateşli çemberlerin içinden falan geçiyordu. kara şimşek hastası bir bebe için olamayacak kadar güzeldi. tostumu yiyip karnımı doyurduktan sonra, bir bardak da meyve suyu koyup arka balkona çıkmıştık dedemle. balkona tek sandalye çıkarmıştı. ben nereye oturup izleyeceğim diye düşünürken beni belimden kaptığı gibi kucağına almıştı. saatlerce onları izlemiştik kuşbakışı. hayatımın tartışmasız en güzel 3 gününden biridir. bugünün kuruyla diyebilirim ki, yatağıma 5 kez orgazm olmuş gibi girip uyumuştum.

    babamın babası daha naif bir adamdı. naifti ama benim 10, belki 15 katımdı. bugün yaşasa hala 3 katımdı. devasa bir adamdı. hulk'ın yeşil olmayanıydı. beni tek eliyle dengesini dahi kaybetmeden alır omzuna oturturdu, hiç sarsılmadan yüzlerce metre yürürdü. oturulabilecek kadar geniş bir omzu vardı. onlara gittiğimiz zaman bahçedeki masanın yerini değiştirirlerdi; dedem taşımayı planlayan herkese "bırakın" derdi, tamamı ağaç devasa masayı enlemesine kavrar, yerden kesmek fizik kurallarına başlı başına tersken göğsüne alıp bahçenin en manzaralı havadar yerine taşırdı. nefesi bile değişmezdi. insan olmadığını düşünürdüm. evlerinin üst tarafında komşularının hırçın bir sivas kangalı vardı, normalde bağlı duruyordu. bir gün ben oralarda dolaşırken karşıma çıktı, bağlı olmadığını gördüm. bacaklarını gerip hırlamaya başladı, ödüm kopmuştu. kıpırdayamadım. "anneeee" diye çığlık attım. bağırmam bitmeden dedem gelip hayvana tokadı bir koydu... o kadar büyük bir köpekti ki, yine de 45 derece sendeledi yana doğru, dedem bir adım daha üstüne gidip bağırdı. muhtemelen hayvan travma geçirdiği için kaçtı gitti. bacaklarımın titremesine mi bakayım, beni kucaklayıp "korkma korkma geçti" diye teselli eden dedemin kahramanlığına mı şaşayım bilemedim. o an beni ne çok sevdiğini anladım. hacı dedem gibi değildi o. daha cahildi. sevgisini dile getiremezdi, gösteremezdi. ama böyle bir an bile tereddüt etmezdi işte. ben tek torunuydum, büyük oğlunun oğluydum, benimle gurur duyduğunu boncuk gibi gözlerinden anlardım. beni kucağına almak için eliyle "gel" hareketi yapardı, ben de giderdim. kucağına oturtup dakikalarca izlerdi. öyle bakardı. minik gözleri sulanırdı. öperdi yanağımdan vıcık vıcık ıslatırdı, ayıp olmasın diye silemezdim. benimle bir şeyler yapmaya bayılırdı. bir kilo mandalinayla bize gelir, annemden izin isterdi beni parka götürmek için. "izin mi istiyorsun baba, aşk olsun." der giydirirdi beni annem de. daha apartmandan çıkar çıkmaz "boynuma gelcen mi?" derdi. en sevdiğim şey olduğunu biliyordu. babam piçi beni boynunda taşırken hep söylenirdi, dedem öyle değildi. "olur" diyordum. öyle bir tutup kaldırıyordu ki, elinden kaçsam bi on metre gökyüzüne doğru savrulacakmışım gibi hissediyordum. koyuyordu beni boynuna, tutuyordum ben de ellerimin dolduramadığı alnını. "insanlara tepeden bakmaktan vazgeçmelisin" diyen psikiyatristime "dedemi tanımış olsaydınız ne kadar zevkli bir şey olduğunu kestirebilirdiniz" dediğimde arttırmıştı ilaçların dozajını ama değerdi. dışarıda misket oynardık. o hiç beceremezdi, ama hiç sıkılmazdı da. evde de atçılık oynardık. ben red kit olurdum, o düldül. sonra ben iyi olurdum, o kötü ve çirkin. annemden fırça yiyene kadar inmezdim tepesinden, "in" demezdi o da. "bırak kızım bi şey olmaz" derdi, ben inerdim üzülüp. tamam taş gibiydi ama, babamın babasıydı neticede. diğer ikizdere kadınları gibi babaannem de soğuk ve dominant bir kadındı, hala da öyle. her erkeğin taşıyabileceği bir kadın değildi. dedemin mizacı o kadar naifti ki, çok yalnız olduğunu hissedebiliyordum. gitme vakti gelince "bize gelir misin?" diye sorardı ama, babaannem ile annemin arası pek iyi olmadığı için ısrar etmezdi. "yok" derdim en ince tonla ben de. keşke gitseymişim babaanneme rağmen. dedeme değerdi.

    dedelerim benim için "güven" ve "sağlamlık" demekti. her manada kuvvetli adamlardı ama, her zaman mütevazılardı da. eğer çocuk olayına sıcak bakan bir insan olsaydım babam gibi bir baba olmak istemezdim ama yaşlandığımda dedelerim gibi bir dede olmak isterdim. gölgelerinden ailenin çınarı olmayı başardıklarını anlayabiliyordum. dedim ya çok erken gittiler; daha öğrenecek çok şeyim vardı, paylaşacağımız çok şey vardı. hacı dedeme giderken küpelerimi çıkarıp cebime saklayacağım günleri göremedim. öbür dedeme "alo dede bu gece size kalmaya geliyorum, masayı ayarla" diyemedim. 10 yaşındaki bir çocuğun ölümle tanışması dağ gibi dedelerinin kırkının karışmasıyla mı olur yahu? "birbirlerini çok severlerdi, ondan hacı dedenin peşinden gitti deden de" diye teselli edilmeyi mi anlar? "hacı dedem gitmeseydi kimse peşinden gitmek zorunda kalmazdı" der. kendini savunmasız hisseder, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilir, bir gün sıranın annesiyle babasına geleceğini fark eder. eh, dersleri de bozulur, psikolojisi de bozulur, hayata da küser. tanrıyı sevmem için hiçbir neden yokken nefret etmem için binlercesi var.

    dağ gibi adamlardı. ne oldu? hacı dedem çok taşaklı adamdı, bize de taşakları kaldı zaten. aylarca sidikli torbayla dolaşıp namazını kılamadığı için kendini yediği lanet prostat kanseri ameliyatı masasından uyanamadı, kalbi narkoza yetmedi. dayımın atmaya kıyamadığından balkonda tuttuğu, bir kabın içindeki biyopsi için verilmiş taşaklarına bakıyordum perdenin arasından. öbürü desen hercules gibi adamdı, ama onun da yine o güya yumruğu kadar olan kocaman kalbi sıcak bir yaz gününe dayanamadı. ondan da, öldüğü yeri görmek için yığıldığı sokağa giden babamın ağladığını görünce kim olduğunu öğrenen bakkalın sakladığı ve babama verdiği, yere düştüğünde kafasından yuvarlanmış kasket kaldı. babamın içi kasketi takmaya el vermiyor ama ben kemerini takıyorum rahmetlinin. hani dedim ya "babam gibi baba olmak istemezdim" diye. biliyorum ki erkek tarafında bu işler böyle, iki ileri bir geri işliyor. kazayla çocuk sahibi olursam biliyorum ki babam da böyle bir dede olacak onun için. ve ama bence, çocuğun hiç olmaması dedesini hiç kaybetmemesi anlamına geliyor. bu iyi. çocuğa hayır. böylelikle dedesinin öldüğünü görmez, ailesinin ölebileceğini düşünmez, büyümez, durup durup gözleri dolmaz, entry girmez.
  • hiç sahibi olmadigim şey.. ah zaten bir tanesi hemofili bir ciftci olarak 24 üne kadar yasayigelmis.. bala gote bir kiz cocugu yapmis anlayacaginiz.. dieri de kalp..

    boyle olunca insan bayramlara 2 dede eksigi ile cikiyor ve bayram sonunda aldiklari paralari tartisan arkadaslarinin arasinda gudik kaliyor, dahasi dedemle soyle yaptik, dedemlere soyle gittik, benim dedem de bu var diyen arkadaslarina karsi mahcup oluyor hemen bir dede kimligi ediniyor kendisine..

    benim de dedem hep sean connery olmustur dostlarim.. yani indiana jones filmlerimde ilk gordugumden beri kendisini dede bildim.. gittim karnemi gosterdim televizyonun basinda kendisine, icabinda cumaya gittigini düsündüm, bayramlarda elini öptüm dedemdi benim sean connery hala da oyle..
  • arefe günü yatsı vaktinde "varayım camiye gideyim, hoca teravih bitti, yastıya gelmedi demesin" diyerek camiye giden adamdır.
  • şu dakikalarda sağ çıkma ihtimali yüksek olmayan bir ameliyatta kafatası açılan nam-ı diğer küçük ali, dişçi ali. kısa boylu dev ali. beynindeki iki ur yüzünden felç olan ali. sapasağlamken bir anda gözünü hastanede açan ali. vücudunun her yerine metastaz yapan kanserlerle mücadele için ameliyata girerken ağlayan ali. ''biz seni burda bekliyoruz, ağlama, çık gel'' diyen evlatlarına, torunlarına belki son kez bakan ali. ameliyathane kapısında tüm sevenlerini ağlatan ali... ben ağlamayacağım. henüz değil ali dedem. sana bu canı veren allah, inşallah seni sağ salim bize bağışlar. rabbim sana güç versin küçük ali. çık gel...
  • elli yıl aynı mahallede oturdu.
    o mahalleyi ailesinden çok sevdi.
    çok okurdu.
    lakabı dünya idi. her şeyi bilir derledi onun için.
    sağlam içerdi.
    ölüme hep yakın gezdi ama hiç acı çekmedi.
    hiç hasta olmadı.
    bir bayram arifesinde felç oldu.
    kimseye zahmet vermedi.
    iki ay içinde öldü.
    sevdiğim adamı hiç göremedi.
  • yaşadığı şehrin en şaşaalı camisi şimdilerde tadilattadır. "ben ölünceye kadar tadilat bitse de cenazemi o camiden kaldırsalar bari, öbürlerinde hiç gönlüm yok" diye efkarlanan bir adam. o camiden kalkmazsa ortada kalacağını düşünüyor, başka cami yokmuş gibi...

    ah be dedem, kim kalmış ki ortalıkta...
  • dedem sen gittin tam 6 gün oldu. dedem kurban olam 6 gündür toprağın altındasın.
    dedem benim algıda problemim var, dedem ben ölümü anlayamıyorum. 10 gün önce yanımda oturan, elini tuttuğum, öptüğüm insanın şu an toprağın altında oluşunu anlayamıyorum. bir canlı nasıl olur da toprağın altında kalır ben anlayamıyorum. keşke bir inancım olaydı dedem, keşke toprağın altında değil de cennette, güzel bi yerde olduğuna inanaydım. yapamıyorum dedem kendimi kandıramıyorum.
    "dedem" yüreğe oturan bir yumrunun sözlükteki karşılığı.

    eski dedi ki "herkes dedesini sever ama sen daha fazla seviyordun sanırım. başın sağolsun." canı toprak altındayken başı nasıl sağ olur insanın anlayamıyorum. dedem kurbanın olayım, seni şimdiden çok özlüyorum. alt katına taşınmayaydım daha mı az olur acım bilmiyorum. daha çok mu alıştım sana bilmiyorum. her kapı çalışında "aha dedem geldi" demekten, alt kata her indiğimde her zamanki köşende seni aramaktan, ne zaman vaz geçerim dedem. dedem ben nasıl büyür de ölümü anlarım bilmiyorum.

    şimdi oturduğumuz bina gecekonduydu hatırlıyorum.. bir bahçe içinde iki gecekondu... kışları kar yağardı, biz çocuklarla kızakla kayardık, sen kızardın gürültüye hatırlıyorum. her zaman sabit bir yerin vardı tam köşede hatırlıyorum. tüm sülale toplanırdık sizin evde, sen elinde rakın, köşende otururdun. rakıyı ilk o zaman sevdim. bu gün rakı içtim yine dede, ilk defa bu kadar çabuk sarhoş oldum.. senin gibi bir büyük içip bir şey olmazken, bugün 4 bardakta midem bulandı dedem. şimdi başım dönüyor dedem, sen yoksun.. kaç gündür erteliyorum sana yazmayı, sana dair yazmayı.. kendime işler buluyorum.. iş yerinde daha çok çalışıyorum, zirveye daha çok kafa yorup, daha çok çalışıyorum. hiç biri beynimi senden uzaklaştırmıyor. gülüyorum dedem, babamı, babannemi güldürüyorum. hepimizin içi bin parça ama dedem görüyor musun?

    dedem ben seni çok seviyorum. binbir tane anım var sana dair.. seni hastaneye ben götürmüştüm yıllar önce, kanser olduğunu ilk ben öğrenmiştim.. sen öleceksin diye kahrolurken 42 yaşında halam ölüvermişti ben bin kere ölmüştüm.. annemin kanser olduğunu öğrendik iki ay geçmedi sen öldün dedem.. ben ölümü anlamıyorum.. ben gerçekten anlamıyorum. soluğunu hissettiğim insanın toprak altına nasıl girdiğini ben an-la-ya-mı-yo-rum.... ölümü anlayıp, inansaydım eğer bir öteki dünya varlığına, babannemin yaptığı gibi şimdi halamın yanında huzurlu olduğunuzu düşünüp içimi ferah tutardım. ama ben biricik halamın, ama ben biricik dedemin toprağın altında oluşunu anlayamıyoruum.

    tam yedi sene oldu halam gideli. daha onu hazmedememişken, sen daha onu hazmedemediğimi bilirken beni nasıl bırakıp gittin ben anlamıyorum.. eğer zorunluluksa bu dünyadan gidiş bir nesil beraber yok olmalı diyorum. beraber yok olup yeni bir nesil beraber gelmeli diyorum gülüyorlar bana. kurban olayım dedem neden gittin anlamıyorum.

    sen kanseri atlattın, sen felci atlattın, küt diye nasıl gidersin dedem beni kalacağına, bu kadar inandırmışken.. felçten sonra tek sorun konuşmanda kalmıştı.. konuşurken zorlanıyordun, ömrün gidiyordu.. bir gün ben işe giderken arkamdan çok net bir "deryaa" seslenişi duymuştum. kulaklarıma inanamayıp arkama döndüğümde camda seni görmüştüm.. çocuk gibi bir gülümseme yüzünde heyecanla el sallamıştın bana.. kaç gündür işe giderken bekliyorum.... bekliyorum... arkamdan seslenenim yok dedem.. sen yoksun artık...

    cenazen ne kadar kalabalıktı, mezarın dibine kadar geldim dedem, seni gördüm beyazlar içinde, toprağa koyuluşunu gördüm.. babamın üstüne toprak atışını gördüm.. seni sonsuza kadar göremeyeceğimi bizzat gördüm dedem.. canım dedem..

    ben ki inanmam metafiziğe.. öldüğün akşam çok hastaydım, anneme gitmiştim baksın bana diye, sen hastanedeydin 24 saattir.. babam birtanem dedi ki bana "dedenin bacaklarını keseceklermiş." yok dedim kendi kendime.. dedem bunu da atlatır, olmaz öyle şey.. uzandım yatağa , televizyonda erol günaydın... hırsız polis.. o diziyi her izlediğimde erol günaydın sen oluyordun zaten dedem.. kapadım gözlerimi kulağımda senin sesin adımı seslenen.. açtım gözümü yoksun. o kadar netti ki, kapadım tekrar gözümü.. "canım benim, sen beni bırakmadığın için kaldım şimdiye kadar, çok acı çekiyorum noolur bırak beni" dedin.. gözümde yaş "gitme dedem" dedim.. "noolur gitme.." "çok acı çekiyorum derya'm, ne olur bırak beni" dedin. "dedem , canım benim, acı çekme sen" dedim, " bu kadar acı çekiyorsan git, tamam git" dedim.. ağlamaa başladım.. annem "ne oldu" dedi, bir şey demeye kalmadı telefon geldi hastaneden dedem.. senin gittiğini söyleyen telefon.. kurban olayım dedem seni huzura kavuşturdum, sen gelip benimle konuştun diye sevineyim mi, gitmene izin verdim diye üzüleyim mi bilemiyorum...
    seni çok özlüyorum kurban olduğum dedem seni çok seviyorum..

    "koyverdin gittin beni allahından bulasın..."
  • dede'nin ne çok seveni var. çünki herkesin bir dedesi var. habil ile kabil belki müstesna. onların babası, hepimizin dedesi gerçi, onların da bu açıdan dedeyle ilişkisi var. ben harbi dedelerimle, yani birinci göbek dedelerimle fazla yaşayamadım. biri bebekliğimde biri çocukluğumda rahmetli oldu. bu yoksunluk sebebiyledir ki, dedelik müessesesi bençün hayli mühim. bu arzuyla, kendime bir sürü manevi dede edindim. dedelikten ve dedelerimden allah razı olsun.

    mevlevilikte çilesini doldurmuş dervişlere de dede deniyor. ne basiretli bir seçim. söylenişi ve kulakta bıraktığı tadı da ne hoj dedenin. fonetik olarak geniş bir koynu var. kelimenin koynu oldu mu, al manayı bas oraya, güller açsın orada.

    dedenin ehemmiyeti şu atasözünden belli: "dede koruk yer, torunun dişi kamaşır." amanın dedem sen de mi sabredemedin, koruğu helvaya tercih ettin, diye hemen serzenişmeyin dedeye. torun dişinin kamaşması gerek, yoksa alık torun dişi olduğunu nereden bilecek?

    dedemiz elmayı yedi, biz torungiller de kurtlarla denz denz denz mi şu hâlde, neden olmasın? homo homini lupus. insan insanın kuşudur'u da öğrettin sen bana dede, allah'tan her şey olması gereken hâlde...
hesabın var mı? giriş yap