• bildigim kadariyla bu mantigin temeli "tüm kainat allahtandir ve allah her yerdedir. ben de bu kainatin bir parçasiysam allah benim de içimdedir, bende de allahtan bir parça vardır. bu durumda ben allahin bir parçasıyım" fikridir. ancak buradaki anlam inceliğini anlayamayan söz konusu devrin yöneticileri bu dervisleri derhal idam ettirmişlerdir.
  • hallaci mansur isimli bi dervis 10.yy civarinda ilk kez bu kelami sarf eylemish ve donemin demokratik yonetiminden beklenilecegi uzre idam edilmishtir
  • bir insan ben tanrıyım diyebilir, bu kendisini tanrının içinde kaybettiğini, tanrıyla bir olduğunu (fenafillah) gösterir ama bir başkasına sen tanrısın diyemez...
  • alevi dedelerinin nefeslerinden birinde şöyle diyordu sanırım: "ayna tuttum yüzüme ali göründü gözüme." bu da enel hak mantığına paralel bir yaklaşım.
  • "ene'l hakk demeyi büyük bir iddia sanıyorlar. oysa, bu büyük bir alçakgönüllülüktür. bunun yerine, 'ben hakk'ın kuluyum, kölesiyim...' diyen, biri kendi varlığı, diğeri allah'ın varlığı olmak üzere iki varlık öne sürmüş olur.

    hâlbuki, 'ben hakk'ım' diyen, kendi varlığını yok ettiği için, ene'l hakk diyor. yani, 'ben yokum, hepsi 'o'dur, allah'tan başka varlık yoktur. ben yalnızca yokluğum... 'hiç'im...' diyor.

    bu sözde, alçakgönüllülük mevcut değil midir?

    halk bunun mânasını anlamıyor."

    (mevlânâ / fîhi mâ fîh)
  • felsefi temeliyle ele alındığında görülecektir ki yalnızca bir dervişten duyulabilecek ifadedir. o nedenle köy kahvesinde söylediğinizde öldürülebilirsiniz, starbucks'da ise size gülerler. doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilere söylendiğinde gerçek anlamda bir değeri vardır.

    allah'a aşık bir insanın ben artık ben değilim, sevgilimden ibaretim demesinin farklı bir yolu aynı zamanda. gerçek aşk.
  • enelhak
    ene ben demek oluyor. hakkı hukuku bilir camiamız. ben hakkım, hak ben demek. tabii bunu angutul ekberler arasında söylerseniz yeriniz dar olur.
    konu ile ilgili bağlantılar mansur, hallac, hallaç pamuğu
  • cevresindeki hersey ile empati kurmayi basaran tasavvufi kişinin bir sure sonra etrafimda iyi kotu ne varsa hepsi benim icinde bendendir, ben de onlarin toplamiyim o zaman varolan hersey benim, bende var olan hersey o toplamdir fikrine yakin bir fikre kapilarak kendini o tek sey saymasidir.

    yakin bir mantik yamulmuyorsam buda da var. o da kişiyi irmak olarak gorup her turlu egosal etmenin ortadan kaybolmasinin saglandigi bir egitim sonrasinda oze donmesini saglar. her ne kadar her bir irmagin kendine ozgu ismi varsa da eni sonu hepsi tek bir okyanusta birlesir. tek bir butune donerler. haksiz mi diyesi geliyor insanin.
    (bkz: om)
  • susulması gereken yerdir. hal içre olmaktır, sözün yani ayrılık alametinin hükmünün kalmadığı, aradan çıkarıldığı yerdir. o yüzden divan-ı kebir'de mevlana: " hal geldikten sonra lafı ne diye isteyeceğiz" der.
  • konu ile ilgili kerem doksat hocamızın bir yazısı;

    çağdaş anlayışla davranış bilimleri penceresinden baktığımızda her türlü duygu, düşünce ve harekî (motor) faâliyetin “davranış” olarak isimlendirildiğini görürüz. yâni severken de, kızarken de, tefekkür ederken de, koşarken de “davranıyoruz”.
    pekâlâ, bu davranışlar nereden gelmiştir? evrimsel açıdan bakıp filogenetik silsileyi takip ederek incelediğimizde, bunların yüz milyonlarca senelik adaptasyonlar sonucunda genomumuza yerleşerek tâ biz insanlara kadar uzanan bir devamlılık içerisinde, doğal ayıklanma-elenme ile ortaya çıktığını görürüz. herhangi bir türün davranışsal örüntüsü büyük ölçüde doğuştan gelen genetik mirasla belirlenmiştir. bu mirasa günümüzde “filogenetik psişe” denmektedir. insanoğlu doğduğunda, bâzılarının zannettiği gibi bir “tabula rasa” değildir. mizacımız ve arketipal ihtiyaçlarımız daha anne rahmine düştüğümüzde bellidir: belli bir büyüme ve gelişme modelini takip edip 9. ayın sonunda doğacak, 1-2 yaş civarı yürümeye ve konuşmaya başlayacak, 11-13 yaş civarı bulûğa erecek, 25-30 yaşlarından itibâren negatif azot bilançosuna ve yaşlanma sürecine girecek, sonunda da 50 ilâ 100 sene civarında öleceğizdir. bütün bunların ana hatları ve zamanlamaları, bu arada yapmamız uygun olan davranışlar “hardware”’de kodlanmıştır. homo sapiens sapiens hâricindeki bütün hayvanlar bu kaderi alınlarına yazıldığı gibi yaşayıp terk-i diyar eylerler.

    peki, bizim farkımız ne? mes’elenin dinî, metafizik veya mistik argümanlara pek açık ve nihayetsiz boyutuna hiç girmeden, alın lobumuzun, amigdalamızın, beyinciğimizin ve gırtlağımızın muazzam inkişafının “farkında olduğunu farkında olan” bilinen tek tür olmak yegâneliğini ve farklılığını bize verdiğini söyleyebiliriz. bu mucize, insanoğlunun en üst düzeyde soyut düşünce, tefekkür ve tefelsüf davranışlarını yapabilmesine imkân sağlamıştır. yâni, “hardware” üzerine inşâ edilecek “software”’ler sâyesinde, kendi kendisini aşmaya muktedir, mecbur, hâttâ mahkûm olan tek canlı türü insandır.

    o sâyededir ki hamtaşını yontup cilâlı taşa çevirerek arasından su sızmayan köprüler, katedraller, câmiler ve gökdelenler yapabilmiştir. ve gene o sebepledir ki atom ve hidrojen bombaları, nötron çatapatları, “akıllı” füzeler imâl edebilmektedir. bunlardan hangisini tercih edeceği ise “software”’lerce tâyin edilir: terbiye, görgü, tahsil, sevgi ve dayanışma dolu güven verici bir âile ve toplum ortamı… âileden akrabalara, ulusaldan evrensele uzanan konsantrik sevgi halkaları… ayrıca, pekişmeleri ve hayra hizmete devam edebilmeleri için, bu “software”’lerin güncelleştirilmesi ve geliştirilmesi, “antivirüs programlarıyla” bulaşıcı illetlerden muhafaza edilmeleri olmazsa olmaz bir zarurettir.

    “homo hominis lupus”. şeytan da, melek de biziz; çünkü onlar varlığımızda mündemiç olarak var. hâttâ, hallâc-ı mansûr’a “enel hakk” dedirten transandans da bizim ve biziz. en önemli, hâttâ tek vazifemiz önce insan olmak. o zaman, zâten tanrı da oluruz, ayrı gayrı kalmaz.
hesabın var mı? giriş yap