844 entry daha
  • devlet ve bağımsızlık* adlı makalesinde aklı reddeden insanlığın yeni feodalite ve ortaçağ olarak tanımladığı tekeliyete gidişinden bahseder.

    --- spoiler ---

    david corten, the post-corporate world -life after capitalism adlı kitabında “in the 1980s capitalism triumphed over communism, in the 1990s it triumphed over democrasy and the market economy” diyor. yani “seksenli yıllarda kapitalizm, komünizme karşı zafer kazandı” ve arkasından, hemen hemen on yıl sonra, “demokrasi ve pazar ekonomisini yerle bir etti”. komünizmi yenen kapitalizm idi ve aynı kapitalizm, on yıl sonra, demokrasi ve pazar ekonomisini ortadan kaldırmaktadır. bunu, kapitalizmin intiharı olarak anlayabiliriz. ölürken, ulus-devleti de tarih sahnesinden çekmek istiyor ve başlangıcı, devlet ile bağımsızlığı birbirinden ayırmaktır.



    john gray, false dawn adlı eserinde şöyle diyor: “in a global free market there is a variation on gresham’s law: bad capitalism drives out good.” yani, artık globalizasyon, dünyanın her yerindeki reel kapitalizmi söküp yerlerine daha kötü ve daha bozuk kapitalizmi koymaktadır. başka bir deyişle, kürselleşmenin olduğu her yerde, mevcut kapitalizm, yerini daha kötü kapitalizme bırakmaktadır. artık kötü kapitalizm, kuraldır.

    bunu şöyle de anlayabiliriz; globalleşme’nin egemen olduğu her yerde, egemen devletler, bir deregülasyon yarışı için bir savaş içindedirler. deregülasyon, var olan kural, kurum ve idare formlarını ortadan kaldırma anlamındadır, kuralsızlıkta bir harmonizasyon mücadelesi ile karşılaşıyoruz; darwinist yasanın tersi realize olmaktadır, en güzel veya en güçlü olan değil, en zayıf ve bozuk olan ayakta kalmaktadır, limitte harmonizasyon en kötü derece ve düzeyde gerçekleşiyor.



    demek ki devletin soyunması ortadadır; devlet şimdi striptizci bir kız misli, her an üzerinden bir parça atmaktadır. o halde şu sonucu çıkarabiliyoruz, egemen devletlerin deregülasyon yarışında olmaları, devlet olmaktan soyunmaları, demektir. devletler, globalist baskılarla, fransız devrimi’nden bu yana kazandıklarını, eklemledikleri formasyonları ve artık devlet olmanın tarifi saydıkları kurumları bir bir ve eğer “devrim” sözcüğüne hız anlamını içerirsek, hızla ve devrimci bir şekilde, atıyorlar. bir yarış içindeler ve sonunda harmonize oluyor; “ahenk” anlamına gelen bu sözcük, “harmonizasyon”, reel kapitalist ekonomilerin, hızla, en kötü’ye inmeleri anlamındadır, ahenk en kötüdedir. en kötü düzeyde ise, artık kapitalizmin tarif ve fonksiyonları ortadan kalkışmıştır ve bunu da, kapitalizmin intiharı olarak tarif edebiliyoruz.



    kapitalizm sosyalizmi yendi ve arkasından intihar etti. güzel, bu durumda, bir paralellik kurarak, başka bir paradoksu daha formüle edebilir miyiz; çin, sosyalizmi tasfiye ettikten sonra, şimdi de doğduğu ve en çok geliştiği yerlerde kapitalizmi de tasfiye mi ediyor, bu sorunun da, bütün paradokslar misli çekici olduğunu kabul edebiliyorum. cevabım, şimdi çin’in, dünyanın her yerinde, kapitalizmi tariflerinden çıkarmaya katkıda bulunduğudur; çin, patlamış bir volkandan akan lav misali değdiği her yerde kapitalizmi yakıyor. ve kapitalizm, kurumuş samandan ovalar türünden yanmayı beklemektedir.



    globalizasyon programı çerçevesinde, büyük ekonomilerin dev firmaları, son derece düşük ücretlerle ve büyük bir disiplinle çalışan işçiler buldukları için, “az gelişmiş” denilen ülkelere yayıldılar. şimdi bunlar, bu çok düşük ücretle son derece disiplinli bir şekilde çalışabilen işçilerin ürettiklerini, en gelişmiş ülkelerin merkezlerine gönderebiliyorlar; ana firmalar, hindistan veya çin’de üretilen mallarla rekabet edememektedir.

    öyleyse, globalizasyon, çıkış noktalarını da yakmaya başlamış görünüyor; bunun anlamı, on milyonlarca işin, hindistan ve/veya çin’e aktarılmasıdır. bu ise, yüz yıllarca ve hiçbir delokalizasyon olmadan, tam istihdamı sağlayacak ölçüde istihdam yaratabilen kapitalizm’in, bunu yapamaz hale gelmesidir. başka bir deyişle kapitalizm, kendisini tarif eden ve bir üstünlük ile övünme nedeni olan niteliklerini, en önemlisini, kaybetmiş durumdadır. buna, iflası olarak bakabiliriz.

    will hutton, the writing on the wall –china and the west in the 21th century adlı eserinde çin üzerine yapılmış son çalışmaları ortaya koyuyor.



    ilk olarak, bir “bozulma” teşhis etmek zorundayız. bir düzen, bir çok özellik ve tarifi ile eski halinden çıkıyor; bu çıkarabildiğimiz ilk ders’tir.

    ikincisi, her halde daha önemlidir; bu eski halinden çıkışın nereye yöneldiğini henüz bilemiyoruz. dolayısıyla, bozulmayı görüyoruz ve ne çıkacağını ve hatta ne çıkmakta olduğunu ise henüz göremiyoruz.

    geçerken not edebiliyorum, bu ikinci hal, globalizasyon’un istikrarlı olmadığına da işaret etmektedir. yıkmaktadır ve fakat henüz kuramamaktadır.

    üç sözcüğü ekleyebilirim, “dezurbanizasyon” ve “dezendüstrilizasyon” ve bunlarla çok bağlantılı “deraisonment”; birincisini “köyleşme”, ikincisini “sanayileşmeyi terk” ve üçüncüsünü ise “rasyonalizasyon’dan çıkma” olarak anlayabiliyoruz. birincisi, roma’nın çöküşü ile birlikte yaşanmıştı ve ikincisi, yepyeni bir kavramdır, bu nedenle, kapitalizmde doğup büyümüş bir insanın bunu, önceden düşünebilmesini hiç düşünemeyiz.



    yıllarca, hem kapitalizm ve hem de “gelişme”, colin clark ve simon kuznets’in istatistik ve tabloları ile tarif edildi; gelişmiş ülkelerde, milli gelir içinde sanayinin payı yüksektir ve kalkınmak ancak sanayinin payını yükselterek sağlanabiliyordu. ancak şimdi tersine dönüş var, globalizmi, afyon misali zorla ihraç eden ülkelerde sanayinin milli gelir içindeki payı, en devrimci bir şekilde, düşmektedir. öyleyse geriliyorlar ve ya da tarifleri bozmak zorundayız, şimdi de buradayız.

    benim buna, istenirse globalizm’e denebilir, karşı bilimsel tepkim iki aşamada oldu; önce “yirminci yüz yılın orta çağı” tespitini yapıyordum.



    sanayiin gerileyerek ticaretin ve finansal muamelelerin ön plana çıkmasını, servetin önemli kaynağı haline gelmesini, görmezlikten gelemiyordum. bir de görülmemiş ölçüde dinselleşme vardı; kapitalizm ile bağdaştıramazdık ve bunu, akılcılıktan çıkma anlamına alıyorduk bu nedenle “orta çağ” teşhisinden kaçamıyordum, köyleşmeyi görüyordum; bilimde hem tariflere bağlı kalmak ve hem de tarifleri değiştirmek esastır, bunu biliyordum.

    öte yandan bilimsel ilerleme, kuhn’un bize çok iyi bir şekilde öğrettiği üzere, bir paradigmanın diğeri ile ya da aynı anlama gelmek üzere, bir tarifler arası mücadelenin verimidir.



    ikinci bilimsel tepkim, “yeni feodalite” olarak ortaya çıkıyordu, “tekeliyet” kavramına ulaştığım zaman bunu yapabildim. devlet idaresinin büyük tekellerle paylaşıldığı ve çok zaman tekellere verildiği bir zamanda, orta çağ teşhisine eklenmesi gereken “yeni feodalite” kavramıdır. şimdi buradayız ve buradan son de’li icata geliyoruz. bu, “de-bourgeoisificaton” sözcüğü ile önümüzdedir; “burjuvasızlaşma” diyebiliriz ve burjuvasını yitirmiş bir kapitalizm’i saçma saymak zorundayız.



    kapitalizm’in çöküşü, kapitalizmin kuruluşuna göre çok daha kısa bir zamanda gerçekleşiyor; 1970 yılları ortalarında, 1976 yılında, büyük britanya ekonomisi ımf’nin kontrolüne geçti ve hemen arkasından madam thatcher’in hükümet dönemleri başlıyordu. thatcher’in, refah devleti kurumlarını bir bir ortadan kaldırdığı artık çok bilinen bir süreçtir; ikinci dünya savaşı ile birlikte, “kapitalist” ülkelerde nasyonalizasyon programlarını yürürlüğe koyan ingiltere, şimdi denasyonalizasyon politikasının öncülüğünü yapıyordu. buna ingilizce “privatisation”, türkçe “özelleştirme” diyorduk; bir kampanya halinde uygulandığını biliyoruz. doğru, thatcher’den hemen sonra amerika birleşik devletleri’nde başkan olan reagan’ın denasyonalize edebileceği kamu işletme veya kuruluşları yoktu; ancak thatcher-reagan politikaları, zaman zaman “karşı-devrim” de denmektedir, refah devleti’ni yerle bir ettiler. devleti, budadılar.



    ne oluyor; buna gelmeden önce, bir önemli gelişmeye daha işaret etmek durumundayım. bu yeni dönemi, 1970 yıllarının ikinci yarısından ve londra’dan başlatıyoruz ve tekrarlıyorum; yalnız aynı yıllarda bir yeni dönüşümün daha başladığını görüyoruz. bunu kepel’den kısa bir aktarma ile açıklayabilirim; “1977, 1978, 1979, during each of these three years, a change of direction occurred in judaism, christianity and ıslam alike.” demek ki, 1980 yılına gelmeden, üç kitabi dinde de çok ciddi yön değişiklikleri yaşıyorduk. kepel, buna, “allah’ın intikamı” adını vermektedir. (gilles kepel, the revenge of god, 1991-1994)

    judaik dünyada, israil devleti’nin kurucusu ve o tarihe kadar hep iktidarda kalan laik ve sol parti, yerini aşırı dinci likud’a bırakıyordu. hristiyanlık’ta, polonyalı, ancak bir misyoner sayabileceğimiz, kar- dinal karol wojtyla papa seçiliyordu; papa karol, hem hristiyanlığı daha muhafazakar ve hem de dünyayı daha hristiyan yapmaya çalıştı; laik bir avrupa’ya tahammül edemediği kesindir. islam dünyasında ise humeyni devrimi ile iran’da “islam cumhuriyeti” kuruldu. öylece dünya, globalizm ile hemen hemen aynı tarihte aşırı dinselliğe bürünüyordu; hiç tesadüfi sayamıyorum. çünkü, orta çağ dinsel bağnazlık çağıdır, “karanlık” yüz yıllar olarak biliyoruz ve tekeliyet düzeni için aşırı dinselliğe ihtiyaç olduğundan hiç kuşku duymuyoruz.



    böylece dünyanın her tarafında akılcılığı reddetmeye hazır, gözlerinin önünde hep sisler olan ve eleştirel bakıştan yoksun, karar vermede aciz sürüler imal etmek için önemli adımlar atılmış oluyordu. tekeliyet düzenini, çok küçük bir azınlığın rejimi olarak anlıyoruz ve bu düzen, halksızdır; halkın yerine sürüleri koymak, halksızlaştırmak ve daha yerinde bir sözcükle yurttaş’tan yoksun etmeye mahkumdur. gereği yerine getirilmiştir ve buradan devam ediyoruz.



    ortaya çıkan nedir ve ne diyeceğiz; bauman, sadece “zayıf devlet” demektedir; (zygmunt bauman, globalization-the human consequences) globalizasyon, “weak” devletlere muhtaçtır ve şimdi bunlardan çok var. bunu da, global finans, ticaret ve enformasyon sektörlerinin, serbestçe hareket edebilmek ve hedeflerine ulaşabilmek için, dünyayı parçalara ayırmaya mecbur oldukları tespitine dayandırmaktadır; globalizm’de fragmantasyon veya morcellement, böylece, zayıflatmak esas teorem durumundadır.

    zayıf devlet’tirler, weak but nevertheless remain states, fakat, yine de devlet olarak duruyorlar; bazı fonksiyonları artık dumura uğramıştır; yalnız, baskıcı organlarına baktığımızda, belki eskisinden daha çok devlet’tirler. bu, global aktörlere, hür ve güvenli bir ortam sağlamak için zorunludur. şöyle de söyleyebiliriz, parçalanmış, küçülmüş, bütün eklemleri koparılmış, ancak, baskıcı yanı daha da kuvvetlendirilmiş bir devlet ile karşı karşıya geliyoruz. buna bir de, resulting in the disempowerment of politics as an effective agency, politikanın aşırı ölçüde güçsüzleştirilmesini, ekliyoruz.



    politikanın güçsüzleştirilmesini, kütlelerin depolitizasyonu olarak anlamamak durumundayız, bu var ve çok önemlidir; yalnız bunun kadar önemli olan bir nokta da politikanın kendisinin çok zayıflaması, daralması ve dejenere olmasıdır. globalizmde ve “zayıf devlet” tipolojisinde, politika, politik kadrolardan ekonomiye ve daha doğrusu tekellere geçmektedir. politika ve seçim, artık sadece göstermelik’tir.



    hem adayların belirlenmesinin ve hem de seçimin kendisinin halk ve politika ile bir bağını kuramıyoruz. burada bir skandaldan söz ediyorum ve bunu biliyorum.
    şunu da ekleyebiliyoruz, “zayıf devlet” artık bir ideoloji ve kültür haline gelebilmiş durumdadır; bunu, global devletlerin, “düvel-i muazzama” diyebiliriz, yönetenlerinin davranış normlarına yansımıştır, anlamında dile getiriyorum.



    monbiot ise, “captive state”, esir devlet, nitelemesini uygun görüyor; hükümetlerin, bir coup d’état ile tekellerin eline geçtiğini ileri sürmektedir.(monbiot, captive state-the corporate takeover of britain) they are seizing powers previously invested in government, and using them to distort public life to suit their own ends, tekeller, daha önceleri hükümetlerin elinde olan iktidarları ele geçirip, bu güçle, kamusal yaşamı kendi amaçları doğrultusunda bozuyorlar; monbiot’un katkısını bu şekilde özetleyebiliyoruz. tabii “bozma” burada çok hafif bir sözcüktür; tekeller, esir devletin elinden, sağlık, eğitim, güvenlik, hapishaneler, hava alanları, limanlar türünden bütün kamusal işleri gasp ediyorlar. ekonomi cephesinde gasp ettiklerini sayma gereği duymuyorum; kamusal fonksiyonları ve iktidarı paylaşarak, yeni feodaliteyi kuruyorlar, net olan işte budur.



    feodalite, kapitalizm’e yüksek övgüler çerçevesinde, çok küçümsenmiş ve analitik planda anlaşılması pek zor bir hale indirgenmiştir; bir devlet halidir. idare ve kamusal işler fragmente’dir; bu haliyle, ister adı “zayıf” ve isterse “esir” ya da “itaatkar devlet” olsun, monbiot bu tarifi de, “compliant state” kullanıyor, eninde-sonunda feodal nitelikler taşıyorlar. iktidar ve kamusal işler, feodalitede ve tekeliyette, fragmantedir; bölünmüş ve tekeller arasında dağıtılmış olarak buluyoruz.



    monbiot’tan şu paragrafı da aktarmak istiyorum:

    globalize olmuş devlet zayıf’dır, ancak aynı zamanda esir ve esir olduğu için de itaatkar mizaçtadır; güzel, yalnız, itaatkar olmaya da mahkum görünüyor. çünkü, tekeller, sözlerini tutmayan hükümetleri, yatırımlarını çekerek, disinvest, daha itaakar ve aynı zamanda ücretlerin esaret çizgisine daha da yakın olduğu bir ülkeye götürmekle tehdit edebiliyorlar.



    delokalizasyon sözcüğünü burada hatırlıyoruz; “işçiler, vatansızdır” deniyordu ve şimdi sermayedarların vatanlarını yitirmiş olduklarını görüyoruz. işçiler, artık şehirsiz ve eş’sizdirler; kıt olan işin peşinde, eşlerini arkada bırakıp bir şehirden diğerine göçüyorlar. demek kapitalizm, artık, hem kendisini tahrip ediyor ve hem de aile kurumunu yıkıyor; artık “devrimcidir” diyebiliyoruz.

    iki nokta var, itaatkar bir devlet, daha düşük ücret düzeyini uygulayabilmek için, eğer terörünü artırmak gereğini duymuyorsa, daha dindar görünmek zorundadır. fabrikada sükuneti, din üstlenmiş haldedir. bu birincisidir.

    ikincisi, zayıf veya esir ya da itaatkar devletin, bağımsız olmasını düşünemeyiz.
    iktidarı paylaşmış tekeller artık, yabancıdırlar. bağımsızlık kavramına düşmandırlar.

    egemen ideoloji, egemenlerin ideolojisidir ve bağımsızlığa saldırı, işte buradan, çıkıyor. bu, yeni feodalite’nin ideolojisidir.



    orta çağ’ın bellek silme olduğunu, en çok, antik filozofları unutabilmelerinden çıkarıyoruz. haçlı seferleri’ne kadar, aristo’yu, platon’u hep unuttular ve bu topraklarda araplar’la temasa geçince ibni sina ve ibni rüşt’ten öğrendiler. unutmaları için her halde en az beş yüz yıl gerekmişti; daha fazla da olabilir, yalnız her halde, yüz yıllarla ölçüyoruz.

    şimdi belleklerimizi çok daha kısa zaman aralıklarında silebiliyoruz. iki savaş arasında, demokrasinin olabilirliğine inanan bir tek düşünür bile bulunmadığını, nerede ise ellili yıllarda, çoktan unutmuştuk. ikinci savaş’ın hemen arkasından yüksek sesle demokrasi marşları söylüyorduk.



    iki savaş arasında demokrasinin imkansızlığı teoremi en çok insan analizlerine dayandırılıyordu; düşünürleri bir tarafa bırakıyorum ve bu alanda kafka harika’dır. kafka, metamorfoz’unda insanın böceğe dönüşünü can sıkıcı bir güzellikle yazdı; böcek sürüden bir tanedir. ve böcek, demokrasinin değil, korporatif rejimin ve benim sözcüklerimle, tekeliyet düzeninin, söz uygunsa, alt-yapısıdır. çünkü böcek, yok-insan demektir ve tekeliyet, yok-insana dayanan ve dolayısıyla insansız bir yaşam veya yaşamama biçimidir.



    hollandalı bir medievalist olan huizinga’yı ise az biliyoruz; bu orta çağ tarihçisinin yazdıklarının çoğu yaşadığı zamanı ve insanını anlatıyordu. insanların çocukluk çağından, söz ediyordu; bu çağda çocuklar hiç büyümüyorlar. huizinga, insanların kütlesel olarak çocuk kaldıkları, böylece bir “national puerilism” fenomenine yol açtıkları ülke olarak amerika birleşik devletleri’ni göstermektedir. (johan huizinga, ın the shadow of tomorrow)



    insanlarda, “irrationalism” sendromunun yaygınlaşmasına da ısrarla parmak basıyordu ve bunu, uygarlık için bir felaket olarak görüyordu; çünkü hem teknoloji ilerliyor ve hem de insanlar, akılcılıktan uzaklaşıyorlar. bu ise, eleştiri alışkanlıklarını kaybetmeleriyle özdeştir ve bizi yavaş yavaş, feodalitede veya tekeliyetteki insan tipolojisine yaklaştırmaktadır.

    huizinga, “weakening of judgment”, karar verme kabiliyetinin zayıflamasını haber veriyordu; iş bölümünün artmasını, standardize eğitimin yayılmasını, günlük yaşamın daha çok tanıtılmasını, karar verme gücünün zayıflamasının nedenleri arasında görüyordu. daha da önemlisi, her çeşit ve aynı ölçüde yüzeysel bilgilerle insan kafasının doldurulması ve eleştiri donanımından yoksun gözlere göre çok geniş bir entelektüel ufuk da, yargılama gücünün ortadan kaldırılmasına önemli katkı sağladılar. öyle görünüyor, huizinga, bugünü otuzlu yıllarda görebilmiştir; bilgi bombardımanı ve değerlendirme kabiliyetini çok aşan bir ufuk genişliği, insanların, bilgi yığını içinde cahilleşmesi sonucunu doğurmaktadır.


    değerlendirme yetenekleri alınmış ve artık sadece bilgili cahillere dönüşmüş insanlar, tekeliyet düzeninin alt yapısını oluşturmaktadır. aslında bunlar şeklen insandırlar ve özünde ise, insandan daha çok, kafka’nın samsa’sını andırıyorlar. dolayısıyla, huizinga da, kafka ve huxley türü, demokrasinin imkansızlığı teoremi üzerine gelmiş durumdadır; bunu görüyoruz.



    ikinci savaş’ta sovyet-amerikan cephesinin zaferi ve daha sonra, iki sistem arasındaki soğuk savaşın demokrasi cephesinde gelişmesi, demokrasinin renösansı’na yol açtı. her iki cephenin de taraftarları demokraside kusur göremez oldular. her iki cepheden de olmayan marcuse, bunun dışındadır ve ayrı tutuyorum. (herbert marcus, one dimensional man)

    “free election of masters, does not abolish the masters or the slaves” teoremini dillendiriyordu; efendilerin serbetçe seçilmesi, efendileri veya esirleri ortadan kaldırmamaktadır, anlamındadır. çalışmasının tamamında ve sık sık huxley’i anarak, gelişmiş endüstriyel uygarlığa şiddetli oklar atıyordu. o kadar öyle ki, bir zamanlar pek küçümsenen marcuse’nin bu çalışmasını, tekeliyet düzenine karşı önemli bir hücum olarak görüyorum.

    --- spoiler ---
41 entry daha
hesabın var mı? giriş yap