884 entry daha
  • boynuzlu sektörler olarak sıfatlandırdığı turizm-inşaat-tekstil olan tit’in analizini yapıp ülkenin fotoğrafını yıllar yıllar öncesinden çekmiş ve şöyle demiştir: “iktisat profesörleri var, hepsi yatırımcıların "baş" ekonomist kızlarına benziyorlar, hiç "bi-şi" bilmiyorlar, sektörlerden anlamazlar, ben meslekten plancıyım, bir "tit" sektörü icat ettim, aydınlarımızı bir zamanlar vuran "tit" ile isim benzerliklerine işaret ediyorum. habersizdirler. bu, tekstil-inşaat-turizm mesleklerinden meydana geliyor, türkiye şimdi tit boynuzları üzerindedir. boynuzlu sektör de diyebiliriz, bir, düşük ücret buradadır, iki, sendika yoktur, üç, sigortasız çalışma esastır, dört, müfettişler uğramazlar ve iş kazaları yüksektir, beş, mankenler tit'e bağlıdırlar, altı, reklamları tit yaşatır, yedi, orospu ve fahişeler, sektörün by-product'larıdır, sekiz, tit gerilerse, ahlaksızlık azalacaktır. bir, corollary, tit yobazizme muhtaçtır. tit yüksekte olmak zorundadır. hediyesi orospu sektörüdür. ve biz ilk plancılar, birinci beş yıllık plan'dan beri tekstili, inşaatı, turizmi teşvik etmeyiz. üçü, bir bozulma imalathanesidir. istemeyiz ve karşıyız. biz kalkınmacı ve dolayısıyla sanayiciyiz.” hobson & keynes & marx (ı), aydınlık

    2003 yılında basılan tekeliyet adlı kitabının 194-205. sayfaları arasında bu boynuzlu sektörleri daha ayrıntılı anlatmıştır.

    özellikle son dönemde artan mülteci tartışmaları, türkiye’deki otellerde türk vatandaşlarına yabancılardan daha fazla fiyat çekilmesi, son dönemde ihracatçılardan sürekli gelen dövizde artış talebi, ahlaki yozlaşma gibi şeylerin daha iyi anlaşılabilmesi veyahut farklı bir pencere açabilmesi adına o kısmı aşağıya kopyalıyorum.

    --- spoiler ---

    kaçak köleler

    belçika'da yayınlanan the european gazetesi, yıldırım koç'un bir incelemesinden aktarıyorum, "köle ticareti türkiye'de hortladı" haberini yayınlamıştı, haberden çok bir "çığlık" demek yerindedir. şöyle başlamaktadır: "para kazanmak amacıyla akın akın türkiye'ye gelen binlerce doğu avrupalı, çağdaş köle pazarlarında açık artırmayla satılıyor. avrupa'nın yeni köle işçileri genç rus, rumen ve polonyalılar, yasadışı yollardan istanbul'un inşaatlarında amelelik yapıyor. türkiye'ye kamyonlarla sokuluyor, pasaportları ellerinden alınıyor ve organizatörlere belli bir komisyon ödendikten sonra yerel amelelere oranla üç kat düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar. bugüne dek istanbul’da yaklaşık 5 bin doğu avrupalı gelmiş bulunuyor ve önümüzdeki aylarda iki katına çıkması bekleniyor. köle işçiler, gazete ilanları ve türk işverenler adına çalışan acenteler aracılığıyla işe alınıyor." demek ki, orta çağ'a dönüş mükemmeldir, bütün unsurlarını ve bu arada köleliği de buluyoruz.

    türkiye işçi sendikaları konfederasyonu başkanlık baş danışmanı y. koç'tan aktarmaları sürdürmek istiyorum, birincisi şudur: "1992 yılında filipinler'den gelerek türkiye'de dadı, hizmetçi ve fabrika işçisi olarak çalışan kişi sayısı önemli sayılara ulaşmıştı. filipinli işçiler, işçi simsarlarına kişi başına 1000-2000 dolar ödeyerek türkiye'ye geliyorlar ve iş buluyorlardı." ikincisi şöyledir: "filipinli işçiler özellikle dokuma işkolunda yaygındı. niva tekstil, ortadogu tekstil, ben tekstil, cemtaş gibi işletmelerde, kaçak yollardan sahte vizeyle gelen filipinli işçiler vardı. bu işçilerin pasaportları işverenlerce ellerinden alınıyor ve sınırdışı edilmek korkusuyla insanlık dışı koşullarla çalışmayı ve yaşamayı kabulleniyorlardı." bunların, çalıştıkları atölye-hapishanelerden dışarı çıkma şansları olmadığını ekleyebiliyorum; buysa, özellikle tekstil sektörünün mafyöz bir düzen kurmasıyla mümkündür. inşaat ve turizm sektörleri bu düzenden uzak kalmıyorlar; mafya, demek ki, tekstil, inşaat ve turizm sektörünün temel direklerinden birisi olmuş durumdadır.

    tit’ler ve esirler

    bu analizi, "tit", çok önceden geliştirmiştim, artık hep biliniyor, turizm-inşaat-tekstil sektörlerinin baş harflerinden meydana gelmektedir; ortodoks planlama teorisine göre amalgamasyonu mümkün görülmemektedir. fakat temel karakterlerini ortaya çıkardığımızda üçünü bir ekonomi politik entite sayabiliriz; en çok dövizi bunlar sağlamaktadır, ithalatın aşın liberalizasyonu ve konvertibilite lüksü, bir yolla döviz girişine bağlıdır. türkiye düzeninin, öyleyse, son on yıllarda bu üç boynuz üzerinde durduğunu söyleyebiliriz, dövizi sağlamanın iki kaba koşulu var; birisi sürekli devalüasyon ve diğeri esaret ücretlerini realize etmektir. ilkin, çok takipli dünya sektöründe, malezya, güney kore, mısır, pakistan özellikte tekstilde türkiye’ye rakiptirler, pazara girebilmek ve kalabilmek için türk parasının değerinin sürekli düşürülmesi gerekiyor, bu sürekli devalüasyondur. ilave olarak, maliyetlerin indirilmesi zorunlu oluyor, teknoloji aynı olduğuna göre, demek ki devamlı olarak ücretleri kesmek gereklidir, sınırı ise esaret ücretleri düzeyidir. ilki nasıl sağlanır, bu, sonuçları ekonomik olmakla birlikte mutlaka politik bir mekanizmayı işletmeyi gerektirmektedir.

    köle işçiler ve esaret ücretleri, büyük artık değerlere el koymaya imkan veriyor ve tit’te öyle yüksek değerlere ulaşıyor ki, artık “parazit" nitelemesi sınırlarını zorlamaktadır. ancak, sürekli devalüasyonlarla esaret ücretlerini, siyasal iktidara elkoymadan gerçekleştirmek imkansızdır; yüksek artık değerler, elkoymanın makine yağını sağlıyor ve büyük artık değerlere el koyanların parazitik özellikleriyse, bu yolla, iktidarı ellerinde tutanlara bulaşıyor, benzeyenler benzetmektedir. buna, bozanlar bozulmaktadır da diyebiliriz. öyleyse, son zamanlarda yüksek yönetim noktalarına gelenlerin çoğunun, e. inönü, y. akbulut, t. çiller, m. yılmaz'ı hatırlıyoruz, konuşmada ve anlamakta güçlük çekmelerini, bu analiz çerçevesinde doğal karşılayabiliyoruz. çünkü, tit'çilere yakıştıkları kesindir.

    şarık tara'yı hatırlayabiliriz, rusya'da büyük bir müteahhit olmakla ve işçilerini hep türkiye'den götürmekle övülmekte ve övünmektedir. güzel, ama, tara'nın türkiye'den götürdüğü işçiler için önemli olan, türkiye'de banka hesaplarına yatırılan veya ailelerine ödenen ücrettir ve her devalüasyon ile tara, aynı miktarda türk lirası için daha az döviz ödemektedir. işçiler için dolar sözcüğünün bir anlamı yoktur, çünkü rusya'da şantiye-hapishanede yaşamakta ve dışarıya çıkmayı akıl edememektedirler. sigorta veya sendika sözcüklerini unutmuş veya bilmemektedirler. işçi için türk lirası ve tara için dolar ölçüdür ve her devalüasyon tara’nın aynı kölesine daha az dolar ödemesi anlamına gelmektedir. öyleyse tara'nın t. özal'ı ve yerine geçen m. yılmaz'ı desteklemesi ve daha doğru bir söyleyişle, tara ailesi ile yılmaz ailesi’nin siyaseten amalgamasyonu doğaldır; (şarık tara ailesi, şişli terakki lisesi'ni tercih ediyorlar ve bir rastlantı, berna ve inci müren kızkardeşler de, birincisi daha sonra m. yılmaz ile evlenerek berna yılmaz olmuştur, şişli terakki mezunudurlar.) herkes biliyor, m. yılmaz, başbakan ve başbakan yardımcısı olarak, tara'nın moskova işleriyle ilgilenmeyi hiç ihmal etmiyordu, bu nedenle yılmaz'ın russofil bir politikacı olduğu da hep ileri sürülüyordu. diğer yandan, özal ve yılmaz devr-i iktidarlarında ş. tara, hiç bir zaman, ihale sıkıntısı çekmemiştir; bunlar bilinmekle birlikte yeniden kaydetme gereği duyuyorum. düzeni bütünleştirebiliyoruz.

    m. yılmaz'ın kardeşi ve ortağı t. yılmaz, tekstilcidir; dolayısıyla hem devalüasyon ve hem de esaret ücreti, t. yılmaz'ın daha da zenginleşmesi için zorunludur. cavit çağlar, hem tekstilci ve hem de inşaatçıdır; hem sürekli devalüasyona ve hem de sürekli ücret erimesine muhtaçtır. ayrıca hem t. yılmaz ve hem c. çağlar, banka sahibi olmak zorundaydı; çünkü, döviz elde ediyorlardı ve kamu bütçesi bankalardan borç alarak kendisini sürdürebiliyordu, iktidara dayanan tit'çiler, ayrıca faiz zengini durumuna geldiler. dayandıkları bilinmektedir, t. yılmaz, m. yılmaz'a ve c. çağlar, s. demirel'e dayanıyordu; çağlar, demirel kontenjanından bakanlık bile yapmıştı. öyleyse, sürekli devalüasyon ve esaret ücreti motorlarının anahtarlarının siyasi iktidarda olduğu tespitimiz doğrulanmaktadır.

    öbür yandan da bakabiliriz, kaçak işçilerin, inşaat ve tekstilde yoğunlaştıklarını görmüştük; şu anda bile beşiktaş kulübü başkanı s. bilgili ile galatasaray kulübü başkanı ö. canaydın'ın tekstilci ve fenerbahçe kulübü başkanı a. yıldırım’ınsa inşaatçı olmalarını, artık tesadüfe bağlayamayız, bizim "tit" analizimiz içindeler. üstelik sonuncusu, silahlı kuvvetler ihalelelerine yoğunlaşmış görünmektedir; bunun da ayrı bir değeri var.

    devamlı devalüasyon ve esaret ücreti zenginlerinin "popüler" kulüp başkanlıklarından elde edebilecekleri kazanç saymakla bitmez, ben burada sadece ikisine değinebilirim. birincisi, popüler kulüp başkanlıkları, bu son derece sömürücü ve herhalde mafyöz ilişkileri gerektiren işlerden dolayı yöneltilebilecek her türlü muhtemel eleştiri ve suçlamalara kalkan işlevi görmektedir. ikincisi, iktidarda bulunanlarla yüzyüze ilişkileri sağlamakta ve ayrıca kurulmuşsa maskelemektedir; bunların çok yüksek kazançlar olduklarından herhalde kuşku duyamayız.

    burada "tit" analizimi kesebilirim, esaret ücretleri etüdü için yeterli görünüyor. böylece başka yerde, şebeke'de, yapmış olduğum iki ayaklı bir tespite dönebiliriz; kapitalist iktisat, iki kez son derece radikal olmuştu, bunlara, kapitalist iktisatın iki devrimi bile diyebiliriz. birincisi, 1870'li yıllarda ve emperyalist düzenin başlarındadır, emek-değer yasasına dayalı realist ve bilimsel iktisat bırakılmış, idealist ve bilimdışı bir şema olan marjinalizm kabul edilmiştir. ikincisi, biraz zorlayarak 1970'li yılları alabiliriz, kapitalizmi yaşatmak için geliştirilmiş olan refah devleti kurumlarına karşı savaş açılmıştı; bu, 1870 öncesi vahşi kapitalizme dönüş anlamına geliyordu. zaman zaman "thatcher-reagan karşı-devrimi" de denilen bu saldırı ile devletin ekonomik ve toplumsal fonksiyonları ortadan kaldırılıyordu. karşı-devrim, aynı zamanda keynesian iktisadın da mezara gömülmesi demektir; önceleri, buna cüret edilmesinin işçi sınıfı ihtilaline yol açacağına inanılıyordu, ki doğru çıkmadığını biliyoruz.

    doğru çıkmaması bir yana sovyet düzeni de, kendiliğinden ve içinden, en pasifist denecek biçimde çöküverdi; bu, zaten itibarını yitirmekte olan sınıf analizinin ve bakışının çökmesi anlamına geliyordu. (demirel, iki-üç konutuyla başbakan olduğunda, 1964-1965 yıllan, sadece zenginlerin haklarını gözeteceği varsayılarak "kabul edilemez" bulunuyordu; sınıf analizinin zayıfladığı bir sırada başbakan olan t. çiller'in bir gayrimenkul spekülatörü olmasına itiraz edilmedi. şimdiki, hep atama yoluyla belirlendiğini ileri sürdüğüm meclis tümüyle, müteahhit ve zenginlerden oluşmaktadır, chp, özellikle makarna veya şarap patronlannı tayin etmiştir, başbakan koltuğu verilen t. erdoğan, "tüccar başbakan" olmakla övünmektedir. bütün bunlar, bundan çeyrek yüzyıl önce bir "meşruiyet" tanışmasını davet ederdi, artık böyle bakılmamaktadır. bunu, sınıf çözümlemesinin etkinliğini önemli ölçüde kaybettiği yollu anlamak zorundayız.) sovyetler birliği’nin çöküşüyle birlikte her yerde sendikalizme ve kazanılmış işçi haklarına saldırı çok büyük bir şiddet kazandı; hiç bir mukavemetle karşılaşmadığını söyleyebiliyoruz. demek ki, hem ilk işçi iktidarının çöküşü ve hem de işçi sınıfı kalesinin yıkılmasının son derece kansız ve barışçıl oldugunu tespit edebiliyoruz.

    işte burada y. koç'un etüdüne dönebiliriz. bir tespiti var, basit, fakat önemlidir: "örneğin, türkiye’ye bulgaristan'dan 1989 yılında gelen turist sayısı 33 bin iken, bu sayı 1992 yılında 819 bine yükseldi. romanya'dan gelen turist sayısı 1989 yılında 12 bin iken, 1992 yılında 567 bin oldu. sovyetler birliği'nden gelenlerin sayısı 1989 yılında 37 bin düzeyindeyken, rusya'dan 1992 yılında 1 milyon 245 bin turist türkiye'ye yasal yollardan giriş yaptı." çok çarpıcı bir tablo karşısındayız ve üzerine eğilmemizi gerektirmektedir; çünkü, rejim çöküyordu ve ekonomik kaos egemendi, bu koşullarda "lüks mal" denilen turizm hizmetine talebin artmasını izah etmek kolay görünmemektedir. açıklama bulmak zorundayız.

    yıkılışın sağladığı "özgürlük" mü; bir açıklayıcı olarak ciddiye alamayız, çünkü öncesinde de turist çıkışı vardı ve bu açıdan "sosyalist ülkeler" çoktan rahatlamıştı. böyle olsa bile, bu lüks mala talebin artması için ücret ve gelirlerin hızla yükselmesi gerekiyor ki, tam tersine, çöküntüyü ve işsizliği, kamu görevlilerinin maaş alamadıklarını, dilencilik ve hırsızlığın salgın haline gelişini biliyoruz. gelir artışı değil, yoksulluk dönemi var. ipucu için, harcama eğiliminden daha çok her ne olursa olsun bir gelir sağlama ihtiyacını veya çaresizliğini düşünmemiz yerindedir.

    bir ipucu var, kaçak yabancı işçi her zaman her ülkede mümkündür; fakat türkiye'de, 1990 yılını bir başlangıç alırsak bu tarihten sonra hızla arttığını tespit edebiliyoruz. bu tek başına bir gözlem değil, türkiye'ye döndüğümüzde, 1989 yılı, bir başka açıdan, bir dönüm noktası sayılabilir; t. özal hükümetleri, bu tarihten itibaren, sermaye hareketlerinde de liberasyon sistemine geçmişti, artık ekonomik strüktür ve idari yapı, tümüyle, uluslararası sistemin taleplerine uyumlu hale getirilecekti, yatırımcı yabancı sermayenin girişine büyük umut bağlanıyordu ve bu, sendikal sistemi yıkmak ve işçi haklarını kazımak demektir, gündemde bu var. demek ki, türkiye'de de iki yüzyıllık zahmet, çaba ve fedakarlıklarla elde edilen strüktüre, bütün modernist kurumlara ve kazanımlara karşı bir savaş sürüyordu ve biliniyor, 1989 yılından sonra yeni bir perde açılıyordu, önemli ipuçlarından birisi de budur.

    burada tekrar y. koç'un etüdüne dönebiliriz, gerekli aktarma şudur: “yabancı kaçak işçilik, bu biçimde çalışanlara verdiği zararın ötesinde, türkiye'de işçilere ve sendikacılık hareketine de büyük zarar vermektedir. yabancı kaçak işçilik, işverenlerin sendikasızlaştırma, yerli kaçak işçiliği meşrulaştırma ve yaygınlaştırma, kötü çalışma koşullarını yerleştirme, yasalar aracılığıyla kazanılmış hakları 'esneklik' altında yok etme ve ücretleri düşürme çabalarının önemli unsurlarından birini oluşturmaktadır." çok açık, yabancı kaçak işçilik, sendikal sisteme ve işçi hukukuna atılmış bir el bombasıdır; tahrip hücumu da diyebiliriz. düzen, artık, yabancı kaçak işçiye muhtaçtır; ve sistem içidir.

    ne kadar, y. koç, türkiye'de 11-12 milyon ücretli ve bunun 4,5-5 milyonunun kaçak olduğunu tahmin etmektedir. bu beş milyona yaklaşan kaçak işçiler içinde, 2000 yılı itibariyle, yabancı kaçak işçiler için ise, "tahminler 500 bin ila 1 milyon arasında değişmektedir" demektedir. kaçak ve yabancı olunca, tahminden başka yöntem olmaması tabidir, arttığını düşünebiliriz. jandarma genel komutanı orgeneral yalman, 2002 yılı ortasında, ülkede seyir halinde yabancı kaçakları, 1 milyon olarak gösteriyordu; jandarmanın tahminlerine daha çok güvenmek zorundayız.

    sol yazının bir deyişi var, proletarya, işçi sınıfı içinde, öncüdür, bu ekonomik ve siyasal rehber, anlamındadır; ileriye ve mutluluğa açılan kapının anahtarı proletaryadadır ve proletarya öncü ilerici demektir. bu deyişten yararlanabiliriz, yabancı kaçak işçi ise, kaçak işçi kitlesi içinde öncüdür ve “öncü bozguncu” diyebiliriz. demek ki, yabancı kaçaklar, tüm kaçak işçileri ve kaçak işçiler de tüm işçileri bozuyorlar; düzen bozguncuya muhtaçtır ve bu olmadan orta çağ’a dönüşten söz edemeyiz. geriye dönüyoruz.

    esir çocuklar

    önemli olan kazanımları kazımaktır ve başka yolla tit’in kendisini sürdürmesinin imkansızlığı netlikle ortaya çıkmaktadır. herhalde görüyoruz, yabancı kaçak işçi bu bozguncu faaliyetin en önemli mekanizmalarından birisi olarak karşımızda durmaktadır; öyleyse bunlar, çağdaş ve öncü kölelerdir. güzel, fakat, bozguncu sistemin mekanizmalarının tek olduğunu düşünemeyiz; çoktur, yalnız, hepsini ele almam hem imkansız ve hem de gerekli bulmuyorum, kaçak kölelerin yeteri kadar aydınlatıcı olduğunu sanıyorum.

    yine de birisine değinmeden edemiyorum, "puttig-out" üretim tarzını, türkçe'ye, "eve-iş-verme" olarak çevirdiklerini tahmin ediyorum; eğer öyleyse isabetlidir. orta çağ'dan çıkışın eşiğinde, manüfaktür aşamasında yaygındı ve köleliğin, küçük meta üreticisi olarak sürdürülmesini sağlıyordu. yün veya pamuk, evlere veriliyor ve iplik olarak alınıyordu; hammadde tüccarın veya tüccar-imalatçınındır, kölelerin atölyelerde, buna da "işlik" diyoruz, toplanmasına gerek kalmıyordu. iktisat tarihi yazımında, sömürünün en yüksek olduğu tarzlardan birisi olarak tarif edilmektedir ve şimdi bu tarifi hatırlamak durumundayız.

    öyleyse, y. koç'un, bir başka etüdünden, bir başka aktarmanın sırasıdır: "eve-iş-verme, vahşi kapitalizmin en acımasız sömürü araçlarından biriydi. 1970'li yıllardan itibaren sosyalleş(tiril)miş kapitalizmden yeniden xıx. yüzyılın vahşi kapitalizmine dönülmesinde, serbest bölgeler, kaçak işçilik, taşeronluk, fason üretim, eve-iş-verme gibi araçlar, bir bütün oluşturmaktadır. eve-iş-verme uygulamalarının özellikle ihracata yönelik sektörlerde sistemli bir biçimde geliştirilmesi de uluslararası yeni işbölümünün bir sonucudur." burada, geliştirdiğim düşüncelerle, mükemmel bir uyum ortaya çıkmaktadır; (en az yirmi yıl geriye giden "orta çağ" tespiti, ve on beş yıllık geçmiş olan "tit" analizinin öğrencisi y. koç’un araştırma sonuçlarıyla uyumunu kastediyor) "eve-iş-verme" üretim tarzının, özellikle ihracata yönelik sektörlerde yoğunlaştığının saptanması önemlidir. ihracatı artırmak, vahşi kapitalizmi yerleştirmek demektir ve "tit", bozmak anlamıyla birleşmektedir, buraya geldik.

    koç'un etüdünden öğrendiğimize göre, "eve-iş-verme" üretim tarzı üzerinde "en önemli ve kapsamlı bilimsel çalışma" profesör k. lordoğlu tarafından yapılmıştı; profesör lordoğlu'nun çalışmasından anlaşıldığı üzere, "eve verilen işler, örgü, nakış, dantel ve diğer olmak üzere dört grupta" toplanmaktadır. bu tasnifte de tekstilin ağırlığını teşhis edebiliyoruz; (intermedya ekonomi dergisi'nin 12.10.1997 tarihli sayısının kapağındaki yazılar şöyleydi: evde çalışın, ailece kazanın, evlere iş veren şirketler ve adresleri, evde yapacağınız iş çeşitleri. dört sayfalık yazıya göre, gön deri, dantel ördürüyordu. bolero tekstil kazaklar için el boyaması ve yapıştırma işi veriyordu. ozşah örme, üretilen penyelerin üzerindeki ipliklerin temizlenmesi işini evlere veriyordu. ilhan metal sanayisi, metal düğme tokalarının sürgülerini taktırıyordu. oya el örgüleri, ihracat için kazak ördürüyordu.) "tit" içinde lokomotif olan tekstilciler, eve-iş-verme tarzını ellerinde bulunduruyorlar. demek ki tekstilcilerin vahşi kapitalist olduğunu bir kez daha teşhis edebiliyoruz; ama ne yazık, bu araştırma vesilesiyle, "çağdaş yaşamı destekleme" misyonerlerinin burada, yardımcı rolde olduklarını öğreniyoruz. (ne acı, "çağdaş yaşamı destekleme derneği'', bu "eve-iş-verme" tarzını yerleştirmek için harekete geçmiş durumdadır, çağdaş köleleri yetiştirmek için eğitim verdiğini ve bundan sonra da işletmeler açtığını öğreniyoruz.) vahşi kapitalizme "çagdaş köle" sektöründe eğitici fonksiyonu üstlendiği anlaşılmaktadır; paradoks mu, tutarlılık mı, karar veremiyorum.

    bir özete ihtiyacımız olabilir; "atölye-hapishaneler" yabancı kaçak işçilerden kaynaklanabilir. fakat, yabancı kaçak kölelerin öncü bozguncu rolü tespit edildiğine göre, burada yerli kaçak kölelerin de bulunması makul görünmektedir. kaldı ki, "eve-iş-verme" üretim tarzı ile atölye-hapishaneler arasında büyük bir fark düşünebilir miyiz; bunlara mafyöz ilişkileri ve mafya korumasını eklemek durumundayız. bu analiz, bize, magazin basınında, manken sevgilisi kimliğiyle sergilenen "tekstilci" sürüsünün neden mafya tipi çizdiğini de açıklamaktadır. demek ki, "tit", son çözümlemede, mafyöz üretim biçimine dönüşmek zorundadır.

    hepsi güzel, bir eksiklik var; "çocuk işçiler" denmektedir. eksiklik değil, kaçınılmaz olarak içindedir; hem atölye-hapishaneler ve hem de "eve-iş-verme" üretim tarzının çok önemli ölçüde çocuk emeğine dayandığını kolaylıkla çıkarabiliriz. bir nokta açık, mevcut dokuma ve örgü teknolojisinde tekstil sektörü gerçekten "çocuk işi" olarak nitelenebilir. bu atölye-hapishanelerde, altı yaşındaki bebeklerin çorap tezgahı çevirdikleri haber verilmektedir. öyleyse yabancı köleler, çocuk esirlerle tamamlanmaktadır.

    artık, "çalışan çocuklar" alanını, sanayi veya marangoz sitelerinde torna çalıştıran veya otomobil krikosu çeviren bebelerle sınırlı tutmak çok naif kalmaktadır. tekstil, arkasından inşaat ve hiç kuşkusuz turizmde çocuk işçiliği her gün biraz daha artmaktadır; dolayısıyla "kaçak köleler" ile "esir çocuklar" zorunlu olarak aynı başlık altında buluşuyorlar. orta çağ’dayız.

    işte burada, türk-iş "çalışan çocuklar bürosu" müdürü ö. karabulut'tan bir aktarma yapmama izin verilmesini umuyorum, şöyledir: "gümrük birliği sürecinde, türkiye'nin rekabet gücü ucuz işgücü ve işgücünün esnekleştirilmesinde görülecek, çalışanların haklarının işçi sendikalarının etkisiz kılınması, ülkemizdeki sosyal sorunların artması işçilik, işten çıkarmalar, işsizlik, geçici işçilik, süresi belirli hizmet akdi, esnek çalışma, atipik çalışma biçimleri, eve-iş-verme, fason üretim biçimindeki uygulamaların gümrük birliği’ne girilmesi sonrasında daha da yaygınlaşması ve bunun sonucunda özellikle marjinal sektörde çocuk emeği kullanımının yaygınlaşması, çalışanların ve çalışan çocukların sorunlarını artırıcı bir etki yapması beklenmektedir." paradoksal görünebilir, avrupa birliği’ne ilk adım sayılan "gümrük birliği" antlaşması, "esir çocuklar" nüfusunu artırıcı etkiye sahiptir; ve çok doğrudur, gümrük duvarları indirilince içerde yaşayabilmek ve dışarda ihracat yapabilmek için "esaret ücreti" kaçınılmaz olmaktadır. bu hücum ve bozgun işte bunun içindir; demek ki, avrupa birliği kapısına doğru yürüyüş orta çağ’dan geçmektedir. demek ki karanlık çağa geçişi çok parlak olarak görebiliyoruz.

    iki tespitle tamamlayabiliyoruz. birisini, izmir'de çalışan çocuklar üzerine bir alan çalışmasından alıyorum. bu çalışan çocuklar, sanayi ve marangoz sitelerindedir ve çok zaman "çırak" statüsünde sayılıyorlar; dolayısıyla, atölye-hapishane sakinleri arasından gelmiyorlar. yalnız sonuçların çok değişeceğini sanmıyorum, bu araştırmaya göre, çalışan "çocukların neredeyse tamamına yakını, %95, çalıştığı işten orta, yüksek, ya da çok yüksek düzeyde memnun olduklarını ifade etmişlerdir;" bu sonuç da, bilimsel açıdan sevindiricidir. çünkü bütün köleler memnundurlar ve köle, memnun olmamayı bilmeyen canlıdır, tarifi böyle yapıyoruz.

    bir de, belçika'da yayınlanan, 1992 tarihli "european" dergisinden aktarma yapmak istiyorum; manole viorel, istanbul'da bir kaçak köledir ve şunları söylemektedir: "ben bükreş'te ögretmendim. maaşımla ailemi geçindiremiyordum. buradaki çalışma koşullarını biliyordum, ama dört bir yanımda böcekler ve fareler cirit atarken uyumakta zorlanıyorum. acenteler, işçilerin istediklerinde türkiye'den ayrılmasını engellemek amacıyla pasaportlarını alıyorlar." ne denebilir, dergi, geceleri böcek ve farelerin ortasında uyumaya çalıştığını tekrar kaydettikten sonra, yine de kendisini "şanslı" saydığını eklemekte. isabetlidir. çünkü bütün köleler, kendisini şanslı sayıyorlar. orta çağ’da kendisini şanslı saymayan köle bilmiyoruz.

    --- spoiler ---

    ayrıca, aklı reddeden insanlığın yeni feodalite ve ortaçağ olarak tanımladığı tekeliyete gidişini anlattığı makalesi için (bkz: #159088687)
  • can yücel'le yaşadığı efsane kavga şöyle değil miydi?

    90'ların başında türkiye'de faaliyet yürüten marksist örgütler kuruçeşme toplantıları adı verilen süreçte nasıl birleşik bir parti kurabiliriz diye bir araya gelirler. açık gizli her örgüt bu toplantı dizisine temsilci gönderir. birikim dergi çevresi adına konuşan can yücel kürsüye kafası kıyak çıktığında ve yeni sosyalist partinin sovyetik modelde olmaması gerektiğini savununca yalçın küçükçüler indirin bu sarhoşu diye kürsüye yürürler. can yücel kürsüden avaz avaz bağırır: yalçın küçüktür ama mide bulandırır.
hesabın var mı? giriş yap