47 entry daha
  • "ödeşmeler ve şahmeran hikayesi" adlı kitabından enfes bir tomris uyar öyküsü:

    "saat beşti.
    saatin sesi, duvarlara asılmış geyik başlarını, doldurulmuş kuşları, yırtıkları özellikle onarılmamış antika koltuk yüzlerini, gümüşleri ve kristal aynaları bir dokunuşta geçerek bedia’nın oturduğu küçük bölmeye vardı son hızla.
    “öff, saat beş oldu,” dedi bedia. “hazırlanmalı yavaş yavaş.” sonra küçük, sedef boyalı tırnaklarını kadife terliğinin içinde gezdirdi: kurumuş. öff, kalorifer yanmıyor yine! saat beş oldu. giyinme, boyanma derken... kocaman saç saracaklarının üstünde kaskatı bir ışıltıyla duran saçlarını elledi: kurumuş. zeynep’e seslenmeli; banyoyu doldursun. yavaş yavaş hazırlanmalı. “hazırlanmak”, bir erkeğe, bir duruma, bir geceye hazırlanmak demek olan günlerinin (bir yekpare elmasın –bir yılın– birbirlerini usulca tamamlayan ışıltılı dilimleri: yeşil farlar, simli çoraplar, gül kurusu ruj kalemleri, sedefli tırnak cilaları, yüz temizleme sütleri, elma kokan köpüklü sabunlar, siyah rugan pabuçlar, öğleden sonralarının parlak iskambil kağıtları, arada göz atılan aynalı pudriyerler; gece kulüplerine, sabah kırlarına en uygun bakışlar; kıyılarda dalıp dalıp gitmeler, yeni çıkan şarkılar, yağmurda giyilen çizmeler) herhangi biriydi bugün, yine de takvimde kırmızı ruj kalemiyle belirtilmişti. öff!
    — zeynep, diye seslendi. zeeeyneeep! kızım bırak şu toz almayı da banyoyu doldur. çabuk!
    — geliyorum hanımefendi.
    zeynep kapının yanındaki duvarda asılı duran tüfeklerin tozunu alıyordu. “geliyorum.”
    — bırak ben alayım tozu, sen banyoyu doldur!
    — hiç olur mu hanımefendi?
    zeynep’in başak rengi sivaslı yüzünde şaşkınlık, pembelik halinde belirdi: hiç olur mu?
    — neden olmasın? dedi bedia. anlamını kendinin de çözemediği o kahkahalarından birini attı. tutuk, gücünü içinde gizliyen bir kahkaha; yavaş yavaş hazırlanan bir gül, ansızın açılan bir gülümseme. bir keresinde, bir nişantaş dolmuşunda (araba onarımdaydı o sıralar) ağzı yeni çiğnenmiş taze simit kokan bir delikanlı düşmüştü yanına. eli yüzü düzgün, temiz giyimli bir genç. elinde kalın bir kitap vardı. dönemeçlerde, öbür eliyle ön koltuğa çakılı küllüğü kavrıyor, bacağına değmemeye çalışıyordu. sonra bir yerde yol bitti, indi. inerken gözgöze geldiler. o an “inmeyin,” demek gelmişti bedia’nın içinden. “bu dolmuş gitsin böyle.” sonra, çok sonra bu olayı düşündükçe kahkahayı basardı. işte o kahkaha.
    bir keresinde, odayı dolduran zengin konukların, güzel kadınların, ellerindeki içki kadehleriyle köşelerde oyalanan erkeklerin arasında, nasılsa fark edildiğinde, bunca hazırlanma çabasını ustaca yok gösteren düz, siyah giysisiyle birden belirdiğinde, dudaklarındaki kahkaha: kışkırtıcı, güvenli, sıcak. “böyle becerikli bir ev kadını olmasaydın nasıl bir kadın olurdun bilmem,” der macit arasıra, onun konuklara dönüp “karım halkın içinden gelme bir kadındır. bakın, tarhana çorbasını hâlâ kendi pişirir, kimselere bırakmaz,” dediği zaman attığı kahkaha: kışkırtıcı, güvenli, sıcak; biraz tutuk, biraz kısık belki ama mutlaka beklenmedik.
    bedia sabahtan beri gömülü durduğu kuştüyü yastıklardan sıyrıldı, elini uzattı.
    — hiç olur mu hanımcığım? dedi zeynep. şimdi biter.
    — peki peki, dedi bedia, yine yastıkların arasına gömüldü. öfff! (sonra, uzun süredir açmaktan kaçındığı bir konuyu yeni hatırlamışçasına) şeyyy... şeyi soracaktım zeynep. kimmiş o adam? anlaşıldı mı kim olduğu?
    — hangi adam hanımefendi?
    — o adam canım. hani geçende gelmiş, beni sormuş ya... bedia hanım kaçta gelir falan diye.
    — anlaşılmadı, dedi zeynep. bilmiyoruz kimmiş.
    — nasıl biriydi, anlatsana.
    — bilmem ki hanımcığım. düpedüz bir adam işte.
    — peki, nerden gelmiş, nasıl gelmiş hüseyin’in yanına? kahveden çıkarken nasıl gelmiş de demiş?
    zeynep bir olayı birkaç kere anlatmış birinin vazgeçemediği, bilmeden ezberlediği sözcüklerle başladı:
    — hüseyin tam kahveden çıkıyormuş...
    — saat kaçmış?
    — on felan herhal. o da kalkmış peşisıra. meğer orada otururmuş.
    — hüseyin görmemiş yani daha önce. oturuyormuş ama onun ilgisini çekmemiş.
    — he ya.
    — sonra?
    — kalkmış, peşine düşmüş bizimkinin. hüseyin hırsız sanmış. buralar belli olmaz değil mi hanımcığım? bakarsın hırsızdır.
    — doğru, doğru. ya konuşması? köylü gibi mi konuşuyordu?
    — birazcık köylüydü besbelli. kasketi vardı ama bilemeyeceğim.
    — iyi düşünsene kızım, kafanı çalıştır biraz. nereden tanıyormuş beni, söyledi mi? bizim oradan mı?
    — bilmem ki hanımcığım. sormadık. tanrı misafiri. bedia hanımı göreceğim dedi, ne zaman gelir dedi, o kadar. biz de sormadık. ama keşke sorsaydık, ne biçim adammış o hanımefendi. hiç görmedim öylesini, hiç duymadım. inanmayacan, yattığı çarşafı, yastık yüzünü yudum durdum da yağları çıkmadı. yastığın içine geçmiş kir. yepyeni yüzler, pamuklar hep yağ içinde kalmış. nasıl yağmış, nasıl kirmiş bu böyle? kabahat hüseyin’in. sen kalk tanımadığın adamı tanrı misafiri diye... güneş çıksın, pamukları da yıkayacağım inşallah. o ne biçim adammış öyle...
    zeynep bir yandan geyik başlarının, doldurulmuş kuşların, kapının yanındaki duvara asılı tüfeklerin tozunu alıyor, bir yandan sızıldanıyordu: o nasıl kirmiş öyle...
    — iş istemeye gelmiştir, dedi bedia, kestirip attı. “babamın akrabalarından biridir,” diye düşündü. “hiçbirini tanımam görsem!” kaç yıl oldu? takvimde ruj kalemiyle belirtilen bu sıradan gün, evliliğinin onuncu yıldönümüydü. saate baktı: beşi yirmi geçiyordu. birazdan macit, kırmızı güller ve bir pırlanta yüzükle çıkagelirdi. on yılda on yüzük. her yıl için bir yüzük, bir değerli taş. yıllar böyle geçmişti. on yıl olmuştu manisa’dan çıkalı. birbirlerine deliler gibi tutkun iki genç. biri, şimdiki kendisi: konuklarını hazır mezelerle, lokantalardan getirtilen yemeklerle ağırlamayı öğrenmiş, tarhana çorbasını unutmamakla gönenen bedia. manisalı çiftlik kahyasının kızı. hâlâ alımlı. yalnız artık ince çorap giyiyor, kalın donunu fırlatıp attı. lastik eldivenlerle toz almayı öğrendi, sonra koku markalarını, gözaltı kırışıklarını giderici özel kremleri, erkeklerin sevdiği siyah kısa gecelikleri. öbürü macit: sapsarı saçlı, incecik, manisalı çiftçinin oğlu. o zamanki bedia’ya deliler gibi tutkun; şimdi alışmış, durmuş oturmuş, saçları dökülmüş, evlilik yıldönümlerini titiz bir kuyumcunun tam zamanında yolladığı değerli bir yüzükle hatırlayan saygılı koca. manisa’yı görse tanımazdı şimdi. hangi mevsimdi orada? güneş var mıydı? güneyde olduğuna göre... yok canım, güneyde olan mersin’dir, manisa... boş ver.
    uzun bir süredir şehirler, sonsuz bir otomobil yolunun gereksiz, sıkıcı kesintileriydi bedia’nın gözünde: lastik iner, motor durur, işte bir şehirdesin. hangisi olursa olsun. oysa insan gideceği yere bir an önce varmalıdır. macit öyle der. macit on yıldır öyle der. hiç değişmemiştir. niye değişecek? daha ne olabilir? işte bu koskocaman ev, bu değerli silahlar, avrupa yolculukları, bedia, bu doldurulmuş kuşlar.
    — öfff! dedi bedia, kuştüyü yuvasından sıyrıldı, ayağa kalktı.
    saat beş buçuk olacak birazdan. zeynep! zeynep! kızım doldu mu banyo?
    — doluyor hanımefendi, siz soyununcaya dolar. zeynep’in sesi yaklaştı.
    — ben giriyorum zeynep. sen de git istersen kızım. macit bey neredeyse gelir.
    — peki hanımefendi. zeynep, hep “peki,” demenin anlamsız güleçliğini yüzünde tutmaya çalışarak sokak kapısına yöneldi.
    “kim olursa olsun, macit’e söylemeliyim,” diye düşündü bedia soyunurken. banyoda uzun saçlarını naylon başlığın içine özenle yerleştirdi. bu sessizliği öyle severdi ki. elma çiçeği kokan bir toz attı banyoya, su köpürdü. uzakta bir kapı kapandı: zeynep çıktı. saat beş buçuğu vurdu.
    “neden daha önce söylemedim sanki? amaan, nereden de takıldı kafama? canım, manisa’dan kim olabilir: emmisinin oğlu, şahingil’in osman... yok canım. iş isteyecek mutlaka.” su ılıktı, pembeydi, dinlendiriyordu. gözleri kapanacaktı. kirpikleri buğuyla ıslanmış, öyle dingin... derken zil çaldı.
    “hep böyle olur,” dedi bedia irkilerek, “macit anahtarını unutmuştur yine. ne zaman banyoya girsem... bıktım artık.”
    hızla, öfkeyle fırladı banyodan. bornozuna gelişigüzel sarınıp, terliklerini bile giymeden koştu. koridoru geçti. üstünden sızan sular, ince bir iz bırakıyordu ardında. karanlıkta, el yordamıyla açtı kapıyı: dışarsı karanlıktı! aşağılardan, biri asansörü çağırmıştı. asansör, sarsıla sarsıla inerken o, iki kat arasındaki belirsiz aydınlığın, müthiş korkunun daralan yüreğine yerleştiğini duydu. bir an önce öbür kata, açıklığa, güvene ulaşmak için parmaklarının ucunda hafifçe kalkarak çevresine bakındı: asansörün ışığında kasketli bir adam duruyordu.
    adam yaklaştı. bedia tanıyamadı; yabancı mıydı, değil miydi kestiremedi. bornozunun açık duran önünü kapadı hızla. aşağıda biri bindi asansöre. macit geliyordu herhalde. zaman kazanmak için, birşeyler hatırlayabilmek için, birşeyler düşünebilmek için:
    — kimsiniz? dedi bedia. tanıyamadım birden.
    adam hiçbir karşılık vermeden öylece durdu, ayağıyla kapıyı itti biraz.
    — kimsiniz? diye haykırdı bedia. iş mi istiyorsunuz? zeynep... arkasına döndü; zeynep yoktu. asansör yukarıya doğru çıktı, katı geçti.
    bedia, tanımadığı, tanıyamadığı bütün yüzlerin, bıraktığı yerlerin, unuttuklarının, hatırlamadıklarının acımasız bir parıltıyla üstüne doğru geldiğini gördü. gözlerini kapadı."
7 entry daha
hesabın var mı? giriş yap