• ne kadar kısa zamanda gerçekleşebileceği çok çarpıcı bir vakayla daha gözler önüne serilmiştir.

    uzun yazı okumak ve bilimsel terimlere boğulmak istemeyenler için olayı bu paragrafta net olarak özetliyorum:

    5 çift italyan duvar kertenkelesini alıyoruz, anavatanlarından koparıp genel koşulları benzeyen ama bitki ve hayvan örtüsü biraz farklı, hiçbir insanın ayak basmadığı bir adaya bırakıyoruz. 36 yıl sonra gelip bakıyoruz ve görüyoruz ki artık yeni adayı kaplamış olan bu kertenkelelerin torunlarının 1- fizikleri, 2- davranışları, 3- beslenme rejimleri değişmiş ve 4- etoburluğun yerini alan otoburluğun getirdiği yükle başa çıkabilmek için yeni bir iç organ geliştirmişler. bir yanlış olmasın diye dikkatlice tekrar tekrar inceleniyor ve bu kertenkelelerin gerçekten de 36 yıl önce adaya bırakılan kertenkelelerle aynı mitokondriyal dna'yı taşıdığı görülüyor.

    uzun uzun okumak isteyenler de buraya*:

    1971'de hırvatistan açıklarındaki pod kopište adasından alınan on yetişkin podarcis sicula (5 çift), 3,5 km doğudaki pod mrcaru'ya bırakılır. iki ada da yükseklik, mikroiklim ve türün doğal düşmanlarının azlığı açısından benzer koşullara sahiptir. hiçbir insanın doğal sürece karışmamasıyla geçen 36 yıl sonunda (ağustos 2007'de) zoologlar adaya ayak basar ve adanın, başta bırakılan kertenkele türünden farklı görünüme sahip kertenkelelerle kaplı olduğunu görürler. bu yeni kertenkelelerin ortalama boyları daha fazladır, arka ayakları daha kısadır, maksimum koşma hızları daha düşüktür ve orijinal pod kopište kertenkelelerine göre simüle edilmiş avcı saldırısına gösterdikleri tepkiler daha farklıdır. göze ilk bakışta çarpan bu değişiklikler, yeni adanın sıkı bitki örtüsünün sağladığı ekstra korumayla ilişkilendirilir.

    2008 yılında gerçekleştirilen daha derin araştırmalar, olayın çok farklı bir yönünü daha ortaya koyar. mitokondriyal dna analizi, iki adadaki kertenkele türünün de aynı olduğunu kesin olarak gösterir. ayrıca kertenkeleler arasındaki fark ilk bakışta göze çarpanlarla sınırlı değildir.
    yeni kertenkelelerin başları daha uzun ve geniştir; çenelerinin ısırma gücü daha fazladır; normalde sadece böcek yiyen kertenkeleler, 36 yılda ya da daha kısa bir sürede otobur rejime geçmiş ve yeni adaya özgü bitkileri çiğnemeyi kolaylaştıracak çene yapısı geliştirmiştir.

    ancak en şaşırtıcı olanı, kertenkelelerde yeni gelişen bir iç organdır: orijinal etobur kertenkelelerde bulunmayan "cecal valve", yani otobur canlılarda besinin geçişini yavaşlatan ve sahip olduğu fermantasyon odacıklarıyla kommensal mikroorganizmaların selülozu hayvanın sindirebileceği gıda maddelerine dönüştürmesini sağlayan bir organ (daha az çarpıcı bir bulgu da, orijinal kertenkelelerin barsaklarında bulunmayan nematodların yeni kertenkelelerde bulunmasıdır).
    cecal valve denilen organ, bütün kertenkele türlerinin %1'inden azında görülüyor. deneyde kullanılan italyan duvar kertenkelelerinde, atalarında ya da yakın akrabalarında kesinlikle bulunmayan bir özellik.

    kaynaklar:
    https://en.wikipedia.org/…l_lizard#rapid_adaptation
    http://news.nationalgeographic.com/…-evolution.html
    http://www.pnas.org/…i/content/abstract/105/12/4792
    http://www.wildlifeextra.com/…ard-evolution657.html
    http://allusionsofgrandeur.wordpress.com/…-is-slow/
    http://averyremoteperiodindeed.blogspot.com/…e.html
    http://www.sciencedaily.com/…08/04/080417112433.htm

    işin tamamen doğaya ve doğal seçilime bırakıldığı bu eşsiz deneyin sonuçlarından biri, evrimin ille de yavaş işlemediği ve karşı görüştekilerin iddialarının aksine gözümüzün önünde gerçekleşebilecek kadar hızlı olabildiği. belki yeni adaya yerleşen kertenkelelerin ilk nesillerinin yüzlerce örneğinden birindeki ufak bir mutasyon, o canlının yeni koşullarda diğerlerine göre daha başarılı olmasını sağladı; onun torunları arasında da bir başka ek özellik sağlayan mutasyon öne çıktı ve bu böyle ilerledi. boşuna birikimli seçilim denmiyor zaten...

    doğayı her şeyin beton gibi yerinde durduğu, esneklikten uzak bir sistem olarak görmek, doğanın ve yaşamın yapabileceklerini küçümsemek oluyor.

    aşağıdaki yazı da bazılarının gözlerinin ne kadar körleşebildiğinin ve gerçekleri nasıl da saptırabileceklerinin eşsiz bir örneği olarak tarihe geçebilir:

    http://www.answersingenesis.org/…-designed-to-adapt

    uzun bir yazı ama özetle şu iddiayı getiriyor: evet, bu kertenkeleler gerçekten de değişim geçirmiş ama bu çok hızlı olmuş. öyleyse bunu ancak tanrı yapmış olabilir. zaten tufandan sonra bir sürü türün ortaya çıkması da tanrı sayesindedir. sonuç? kertenkelelerin adaya adapte olmalarını tanrı sağladı. yazarın "benim kafam basmıyor, öyleyse doğaüstü bir gücün işidir" mantığı çerçevesinde şekillenen fantastik önermesinin beraberinde getirdiği muhteşem soru ve sorunları hiç düşünmediği ortada, biraz panik havası var belli ki.
  • bir varmııış, bir yokmuş... evvel zaman içinde kalbur saman içinde, ovalardan bir ovada bir tuz gölü varmııış. bu tuz gölü yazın sıcağında buharlaşmaya başlayınca dibinde tuz kristalleri oluşmaya başlarmış. bu tuz kristalleri kendilerini yaratan allaha yatıp kalkıp dua ederlermiş. bi gün kristallerden biri "ya arkadaşlar" demiş, "bizi allah yaratmadı ki, biz gölün suyu buharlaştığı için çökelen tuz moleküllerinden oluştuk" demiş. öbürleri buna kızmışlar, "şu suyun içinde çözelti halinde milyarlarca tuz molekülü var. her biri ayrı bir yöne doğru yüzüyor. bunlardan bir kısmının, bir kristali oluşturacak kadar az sayıda molekülün bile bir topak halinde bir araya gelebilme olasılığının ne kadar düşük olduğunu görmüyor musun!" bizim kristal cevap vermiş "ama bu moleküller raslantıyla bir araya gelmiyor ki. araştırmalarıma göre belli miktarda suda ancak belli miktarda madde çözelebiliyor. su buharlaşarak belli miktarın altına düşünce tuz fazla geliyor ve fazla tuz kristaller halinde topaklanıyor." diğerleri yine kızmışlar, "su buharlaştığı için tuz çöküyor olsa bile yine de kristal oluşması olanaksız, çünkü suda envai çeşit madde, envai çeşit molekül var. onlardan da en azından bir kısmının çökmesi ve tuzla karışması gerekirdi. oysa gördüğün gibi biz saf, katışıksız tuz kristalleriyiz! ve sen hala namümkün bir olasılıktan sözediyorsun!" bizimki yine cevap vermiş "evet tuzla birlikte pek çok diğer madde de çökmektedir fakat tuz moleküllerinin bir araya gelmelerinin, dediğim gibi, rastlantıyla bir alakası yoktur. yine araştırmalarım gösteriyor ki tuz moleküllerinin birbirlerine uyan parçaları vardır. ortamda yeterince tuz molekülü olduğunda bu birbirine uyan bölgelere her hangi bir başka maddenin molekülü değil, yine bir başka tuz molekülü yapışmaktadır. tıpkı tuz molekülünü oluşturan na ve cl atomlarının birbirlerine uyup başkalarına yapışmaktansa birbirlerine yapışmayı tercih etmeleri gibi. tuz tuzu çekip belli bölgesine yapışınca ne oluyor? düzgün kristal yapıda saf tuzdan oluşan tuz kristalleri ortaya çıkıyor. bu allahın hikmeti değil tamamen koşulların yarattığı kendiliğinden gelişen kimyasal bir olaydır. hatta sadece tuza özgü bir durum değildir. göl tuz gölü değil şeker gölü olsaydı yazın şeker kristalleri oluşacaktı. hatta uygun koşullar yaratılsa karbonca zengin bir ortamda elmas kristalleri bile... aaahh! durun ne yapıyorsunuz!... aaahhhh!!!...." zavallı tuz kristali sözlerini bitirememiş. çünkü diğer tuz kristalleri, tuz oluşun kutsallığına, saflığına, ve hatta onları oluşturan na' ya ve cl' ye dil uzatan, yüce tuz ırkını aşağılık şekerden ve pespaye karbondan farksız gören bu kendini bilmez kristal müsveddesinin sözlerine daha fazla dayanamayıp üstüne çullanmışlar, onu oracıkta tuzla buz edivermişler. sonra da kendilerini bu saygısızdan koruduğu için allaha şükretmişler. tekrar eski huzurlu yaşantılarına geri dönmüşler. fakat içlerinden bir kaç tanesi bizim zavallı tuzun ağzından çıkan "elmas" sözüne kafayı takmışlar. ölen kristalin notlarını ele geçirmişler, hesapları kontrol etmişler, gerçekten uygun koşullarda karbonlu bir ortamda elmas üretilebileceğini görmüşler. elması üretebilecek teknolojiye ulaşabilmek için okullarda bizim kristalin notlarını okutup kimyacı kristaller yetiştirmişler. ama aynı okullarda tuz kristallerini allahın yarattığını da öğretmekten geri durmamışlar. tuz kitleleri yatıp kalkıp allaha dua ededursunlar, bizim uyanık kristaller elması üretmişler de yatıp kalkanlara satıp zengin bile olmuşlar. bu masal da burda bitmiş mi?.. ne gezer efendim, her yaz göl buharlaştıkça her şey yeni baştan!...
  • şimdi fark ettim de, gerçekten de evrimin olduğunu iddia etmek, bir maymunun daktilo başına geçerek kütüphaneler dolusu kitap yazdığını iddia etmek, bir rüzgarın savurduğu hurda yığınından bir boeing 757 oluşabileceğini iddia etmek kadar saçma lan aslında. hemen başta harvard, yale, princeton, stanford, oxford, cambridge gibi dünyanın bilumum saygıdeğer üniversitelerinde moleküler biyolojiyle, paleontolojiyle, biyocoğrafyayla saçlarını ağartmış mallara bu noktayı atladıklarını haber vermemiz gerekiyor. yazık lan insancıklar boşa debelenmesinler...
  • nedense evrim denen, canlının kendini çevreye uyumlu kılma, doğaya uygun gelişme özelliği din merkezli düşünen insanları öcü gibi korkutmaktadır. oysa ben aklı başında olan ve düşüncenin getirdiği geniş görüşlülükten korkmayan bir din aliminden, sokaklara evrim aldatmacası sergileri hazırlatmak yerine, şu açıklamayı yapmasını beklemişimdir hep.

    - sevgili bik bik yapılan çalışmalar gösterdi ki insan ilkel primatlardan evrilmiş bir canlıdır. bu sizin inanışlarınızla çelişmiyor mu ? (tabi dört ilahi dinden birine mensub olsun bu bik bik)
    -tabii ki çelişmiyor. kuşku yok ki tüm evreni yaratmaya gücü yeten rab.(buna inanıyor sonuçta) bizim evrilmemizle sonuçlanacak sistemi de yaratmış olabilir. hatta tek tek her birimizin doğumuyla sonuçlanacak rastlantıları baştan hesaplamış olabilir.

    yani sağda solda evrim aldatmacası, yok evrim hurafesi, evrim'in yedi ceddini ... falan demek yerine şu söylense. herkes inanışını birbirinin görüşünü karalamak zorunda kalmadan yaşasa. neyi paylaşamıyor tüm camaat onu anlamıyorum. kaldı ki adam maymundan geldiğine de inanabilir, yumurtadan çıktığına da. kim kime neyi neden dayatmaya çalışıyor bunu anlamıyorum.
  • hala anlaşılmadığını görüp üzülüyorum. evrim, evrilmekten gelir. evrim, evrilmek, doğada her an devam eden bir gerçektir. evrim teorisi ise evrim'i açıklayan teoridir.

    evrim'e inanmamak, dünya'yla aramızda bir çekim kuvveti olduğuna inanmamak gibi bir şeydir. birini evrim teorisi, diğerini kütle çekim teorisi açıklamaya çalışır.

    20-30 yıl yaşamış olup, beyninde milyarlarca yılı simüle edebilen ve "yok canım, bu kadar yılda evrilmiş olamayız. tanrı 'ol' deyince hepimiz ve bütün herşey oluvermiş işte, ne kasıyorsunuz bu kadar?" diyen insanlar görüp de evrime hayran olmamak elde değil.
  • geçen yine çürüttüm. şimdi maymunu daktilo başına koysan ne olur? sıkılır kalkar iki dakkaya "uvak uvak" diye tepinmeye başlar. e koduğum maymununa iki dakka yazı bile yazdıramıyorsun ne evriminden bahsediyorsun ?
  • evet efendim, bugünkü "evrim vardır" konferansımızda da yarasalar ve radarlar arasındaki benzerliklerden bahsediyoruz.

    yarasaların büyük bölümünün neredeyse tamamen kör olduğunu herkes bilir. aslına bakarsanız tamamen görerek avlanabilen yarasa türleri de vardır, ancak bu canlıların çoğu gündüzleri mağara tavanlarında ters biçimde asılıp dedikodu yaparak vakit geçirmekten keyif alırken, geceleri avlanmayı seçerler.

    şimdi sevgili yarasamız insan kulağının algılayamayacağı kadar yüksek frekansta şakırtılar çıkarıyor. tıpkı bizim geniş bir alanı görmemiz gibi, çevreden gelen yankıları dinleyerek ortamın görüntüsünü oluştururken, bir yandan da yine bizim gözlerimizle bir yere konsantre olmamız gibi, kulaklarını konsantre olduğu bölgeye çevirerek o kısmın daha ayrıntılı bir resmini çıkarıyor. farklı olarak bizim gibi sürekli bir görüş almıyorlar. bunun yerine her çığlık için beyinlerinde bir görüntü oluşturuyorlar. diskoya gittiyseniz stroboskop denilen hızla yanıp sönen ışıkları görmüşsünüzdür. yarasalar da beyinlerinde bu şekilde kesik kesik ilerleyen bir dünya imgesi oluştururlar. ne var ki normal gezinti sırasında saniyede on civarı şakırtı çıkaran yarasa avına yaklaşırken git gide daha yüksek frekansla atımlar oluşturmaya başlar. hatta bazı yarasalar avına çok az bir mesafe kala saniyede iki yüz kadar ses atımı oluşturabilir ki, saniyede iki yüz kez yanan bir stroboskop ışığı altında bizim gördüğümüz gibi kesintisiz bir dünya görüntüsü oluşturuyor olmaları muhtemeldir. hatta saniyede iki yüz atım oluşturan bir yarasaya sorsanız saniyede yirmi beş kare görüntü alan insan gözünün kesik kesik görüntü aldığını iddia edip kendi kulaklarıyla övünmeye kalkabilirdi. neyse ki yarasalar alçak gönüllü canlılar olacak ki bizim yaptığımız gibi görüşlerinin kusursuz olduğunu ancak başka yaratıkların kesik kesik görüntü aldığını, iddia etmiyorlar.

    şimdi saniyede iki yüz atım oluşturabilen yarasa normal uçuş sırasında neden sadece on atım ile yetiniyor? iki yüz atım oluşturmanın zorluğundan, fazla enerji harcanması gerektiğinden falan bahsetmeyeceğim. onun yerine olaya bir matematikçi gibi yaklaşıp, ses dalgalarının birbirine karışması gibi bir problemden bahsedeceğim. ses dediğimiz dalga havada saniyede 340 metre civarı bir hızla ilerliyor. bu durumda saniyede 200 atım yapan bir canlı için çıkan ilk ses dalgası, yarasadan henüz 1.7 metre uzaklaşmışken ikinci bir ses dalgasının yola çıktığını söylemek mümkün. ancak burada bir gerçeği hatırlatmakta fayda var, yarasalar yansımalarla görüntü oluşturduğu için 1/200 saniye sonra gelen yansıma 1.7 metreyi değil, bu değerin yarısı olan 85cm'yi ifade eder (ses 85cm gidip geldiğinde 1.7 metre yol almış olur). başka bir deyişle saniyede 200 atım yaratan bir yarasa duyduğu bir yankı parçasının 10cm uzaklıktan mı, yoksa 10+85=95cm uzaklıktan mı geldiğini anlamakta zorlanacaktır. bu yüzden yankıların sıklaştırılması yarasanın kafasını karıştıracaktır. bu soruna karşı oluşturulabilecek muhtemel bir mühendislik çözümü yankıların çok daha kısık sesle oluşturulmasını sağlamak olurdu, ne var ki bu durumda da görüş menzilimiz ciddi biçimde kısalırdı.

    sonuç olarak bir böceği avlamak için on santim mesafesi kalan bir yarasa görüş menzilinin kısalmasını fazla umursamayacaktır, ancak sağa sola çarpmadan uçup bir yandan da geniş bir alanda av arayan bir yarasa daha az sayıda yüksek sesli atımla çok daha geniş bir alanı tarayabilir.

    şimdi geniş bir alana yüksek ses atımı yapmak demişken dalgalarda ters kare kuralı dediğimiz şeyden bahsetmek faydalı olacak. bir ses dalgası (ya da bir ışık dalgası) yayıldığı hedeften uzaklaşırken bu uzaklığın karesiyle orantılı biçimde zayıflar. yani, ses dalgası iki kat uzağa gittiğinde dört kat zayıflayacaktır. yansımanın duyulması işi söz konusu olduğunda bu iş iyice ölümcü bir hal alıyor, zira geri yansıyan ses de aynı kurala tabi olduğundan bir hedeften gelen yansıma bu hedefin uzaklığının dördüncü kuvvetiyle ters orantılı çıkıyor. daha basit bir deyişle hedef 2 kat uzaklaştığında yansıma 16 kat azalırken, hedef 5 kat uzaklaştığında 625 kat zayıflıyor. bu durum da yarasanın uzak mesafelerdeki yansımaları duyabilmesi için çok güçlü sesler çıkarmasını zorunlu kılıyor.

    aynı durumun radarlar için de geçerli olduğunu söylemek mümkün olabilir. diğer görüntüleme sistemlerinden farklı olarak radarlar tıpkı yarasalar gibi aktif çalışırlar. nasıl bir yarasa çevresinin görüntüsünü oluşturmak için ses çıkarıp yansımaları takip ediyorsa, radarlar da görüntüleme sağlayabilmek için kendi yaydığı kızıl ötesi ışığın yansımasını yakalamaya çalışır ve

    hedef uzaklığı = gelen yansıma süresi * ışık hızı / 2

    denklemiyle hedefin uzaklığını kolayca bulurlar. ne var ki dördüncü dereceden kuvvet kuralı burada da söz konusu olduğu için gök yüzüne yüzlerce watt güç basan bir radar bilmem kaç kilometre uzaktaki uçaktan ancak bir kaç mikro watt seviyesinde bir yansıma alabilir. çok üzücü.

    şimdi tam bu noktada sensörlerle ilgili çok kritik bir mühendislik sorunuyla karşılaşıyoruz. mesele sadece ışıkla radarla falan ilgili değil, tüm sensörler için geçerli: bir şeyleri hassas biçimde ölçen bir sensör her neyi ölçüyorsa o şeyden çok fazlasına maruz bırakılırsa, genelde bozulur. örneğin 0.001 gr hassasiyetle ölçüm yapan kuyumcu terazisinin üzerine 5kg lik bir ağırlık koyarsanız o tartıdan bir daha verim alamazsınız. çok az miktarda ışığı ölçmeye duyarlı bir gece görüş gözlüğünü ışık koruması olmadan güneşe çıkarırsanız, aleti bir kaç saniye içinde bozarsınız. aslında gece görüş gözlüklerine kadar inmeye gerek yok, normal ortam ışığına ayarlı insan gözüyle bile bir süre güneşe bakarsanız gözünüze kalıcı hasar verebilirsiniz. aynı şekilde az miktarda sesi algılayabilen bir insan kulağı patlama gibi yüksek bir sese maruz kaldığında bir süre çınlar, hatta patlama çok yakında gerçekleştiyse sağır olabilir.

    yukarıda bahsettiğim problem radarlarla yapılan ilk denemelerde çok hızlı biçimde boy göstermiştir. bir kaç mikro wattlık radyo dalgasını algılayan alıcı ile gökyüzüne yüzlerce watt veren verici; aynı anten seti üstüne konulup çalıştırıldığı anda alıcılar satüre olmakta ve bir kaç saniye içinde bozulmaktadır. radar ikinci dünya savaşı sırasında üç ayrı ülke tarafından paralel biçimde geliştirilmiş, her üç ülkenin mühendisleri de daha ilk denemelerinde bu sorunla karşılaşıp ellerindeki sensörleri yakmışlardır. mühendislik tarihini incelediğinizde böyle durumlarda farklı ekollerden gelen mühendislerin sorunu farklı şekillerde çözdüğü bir çok durumla karşılaşırsınız. ancak ilginçtir, radar söz konusu olduğunda her üç ekolden gelen mühendis grupları sorunu aynı şekilde çözmüş, radyo dalgalarının atımının başlamasından hemen önce alıcının elektriğini kesmiş ve bozulmasını engellemişlerdir. yapılan işlem radar verici antenin güç uygulanıp gök yüzüne yüksek şiddette radyo dalgası yaymasından hemen önce radar alıcısının elektriği kesilmesinden ibarettir. radar verici bir kaç mikro/nano saniye içinde radar atımını tamamlar, oluşan radyo dalgası ışık hızıyla radardan uzaklaşırken alıcıya tekrar elektrik verilir ve böylece radar vericinin, alıcıyı yakmasının önüne geçilmiş olur.

    yukarıda bahsettiğim problemin yarasalarda da ortaya çıktığını söylemek mümkün olabilir. nasıl ki konuşurken kulaklarınız tıkasanız bile kendi sesinizi duyuyorsanız yarasalar da benzer biçimde kendi seslerini duyuyor olmalılar. ancak bir yarasanın oldukça güçlü çığlıklar attığını ve kulaklarının çok küçük yankıları bile algılayacak kadar hassas olduğunu düşündüğümüzde kendi çığlıklarının kendi kulaklarını çınlatmasını, hatta uzun dönem içinde işlev göremez hale getirmesini bekleriz. yani bir nevi "içerideki ses düzeyi kalıcı duyma kaybına sebep olabilir" olayı. ne var ki bu canlılar da tıpkı radarlar gibi çığlık atmadan hemen önce kulaklarını sağırlaştırarak bu sorunu çözmüşlerdir.

    yarasaların kulaklarında tıpkı bizimki gibi çekiç örs ve üzengi denilen üç adet kemik vardır, fakat insanlardan farklı olarak bu üç kemik bir birine kaslarla bağlıdır. işte tam çığlık anında hayvanın kulağındaki kemikleri bağlayan kaslar kasılır ve yarasanın kulak zarıyla sesi algılayan kısımı arasındaki bağlantıyı koparır. başka bir deyişle tıpkı radarların atımdan hemen önce alıcısını kapatması gibi yarasalar da çığlıktan hemen önce kendilerini sağır eder ve kulaklarını kendi çıkardıkları sesten korurlar. demek oluyor ki ingiliz, alman ve amerikan mühendislerine paralel olarak yarasalar da aynı sorunları yaşamış ve benzer yöntemlerle çözmüşler.

    işin felsefesine gelecek olursak şunu söyleyebiliriz: radar gibi bir mühendislik eserinin nasıl bir tasarlayıcısı varsa elbette yarasa gibi bir hayvanın da tasarlayıcısı vardır. doğa evrimin laboratuvardır ve evrim, bilinen en iyi mühendistir. evrim deneme yanılma yoluyla karşısına çıkan bir çok problemi çok başarılı biçimde çözebilmiştir. böyle bir şey "tesadüfen"*oluşamayacağına göre demek ki evrim vardır.

    yazının son kısımın değiştirip nurcu forumlarda kullanmaya kalkmayın çok pis döverim.
  • anlamak için maymunlara kadar gitmeye gerek yok.

    bilirsiniz, çocuklar gelin arabalarının önüne atlarlar para almak için. bu artık kaçınılmaz bir durum halini aldığından, arabada zarflar bulundurulur adet gibi. zamanla çocukların çokluğu ve yüzsüzlüğü nedeniyle zarfların tamamı doldurulmamaya başlandı; varan 1. zarfı kapan çocuk, emeline ulaşmanın hafifliğiyle arabadan uzaklaşır, zarfı açtığında hayal kırıklığı yaşaması ya da 1 lirasıyla hava atması da tamamen şans işi olurdu. eet geçmiş zaman. yıllarca böyle gitti ama artık öyle değil. arabaya spider man gibi yapışmış olan çocuk, zarfı açıp içinde para olduğunu gözleriyle görene kadar arabayı bırakmıyor, para yoksa "abi bu boşşş" diye direniyor; varan 2.

    ihtiyaca ayak uydurmak neyse o. evrim bu. bir mükemmele yolculuk değil. su gibi olmak, kabının şeklini almak. kabın şeklini değiştirmek olsaydı evrim, o zaman kayda değer olurdu bence. kim denizden karaya çıkmış, kim kelebekten gelmiş uğraş dur eyvallah.
  • -----kalbime bir hançer sokan kadın.
    -----öyle bir soktu ki hançeri, kalbimde açtığı deliği yine hançerin kendisi tıkıyor. "evrim, tut şunu, çek, çıkart" desem, o da çıkartacak olsa, yahut tutup kendim çıkartmaya kalkışsam, bütün kanım hançerin deliğinden boşalarak beni öldürecek. bu yüzden hançeri sonsuza dek kalbimde taşımak zorundayım.
    -----öyle bir pozisyonda soktu ki hançeri, kaçamadım. o sırt üstü yatıyordu, ben onu dudaklarından öpmek, sarılmak, kalbimi kalbine yaslamak için eğiliyordum. yorganın altında, kalbinin üzerinde yumruk yaptığı elinde bir hançer bulunduğunu bilemedim. hançeri bana doğrulttuğunda kenara çekilemedim, en azından kalbime denk gelmemesini bile sağlayamadım. kendimi geri de çekemedim, ben onun üzerine eğilmekteydim, o hançeri sadece doğrulttu, hançer kalbime kadar tamamen benim ağırlığımla girdi.
    -----onun masum gözleri şefkatle gözlerimin içine bakarken, hançeri tereddütsüzce kavrayan eli öyle canımı acıtıyordu ki, gözlerimi kapadım, "bırak" dedim, "bırak beni"...
    -----fakat öyle bir kanırttı ki hançeri , hançer kalbimi geçti, sırtımdan çıkıp duvara saplandı. o giderken ayaklarına kapanıp "gitme" diye yalvarmak için acılar içinde debeleniyorum ama ne kadar debelensem de, göğsümden mıhlandığım duvardan hançeri söküp dik ve mağrurmuşum gibi gözüktüğüm şu duruşumu bozamıyorum.
    -----beni kalbimden çaktığı bu çarmıhta ruhumu sonsuza kadar akbabalar didikleyecek.
  • olum hala ortak ata yok maymundan mı geldik yok orangutana mı gidecez diye sayıklıyorsunuz...

    biz maymunuz arkadaşım maymun. bildiğin kuyruksuz maymunuz. savunurken bile bok yiyosunuz şu evrim olayını. "atamız maymundu ama biz artık maymun değiliz" gibi aptal bir savunma yaparsanız bitmez tabi şakirtlerin "şimdiki maymunlar niye insan olmuyo yea" lafları.

    bizler birer maymunuz hepimiz maymunuz. milyon yıl sonra yine maymun olarak kalacağız. evrimleşip homosapien sapiens olmaktan çıksak bile başka bir şekilde isimlendirilen yeni bir maymun türü olacağız.

    bakın ne diyor wikipedia:
    animalia(hayvansın)(bazılarınız ot ama istisnalar kaideyi bozmaz)
    chordata(omurgalısın)(bazılarınızda da bu yok ama örnek veremiyorum malum göte girebilir)
    mammalia(memen de var)(memintoları tombikto kızlar yeşillendirsin)
    primates(ilkellerdensin)(aha burda maymunluğun ortaya çıkıyor işte)
    haplorrhini(burnun kuru)
    catarrhini(eski dünya maymunusun)(afrika coğrafyası yani)
    hominoidea(insansı maymunsun)(kuyruklu olanlardan burda ayrıldın)
    hominidae(büyük insansı maymunsun)
    homininae(burda da yaşam alanına göre ağaçlarda yaşayanlardan ayrıldın)
    hominini(burda da gorillerden ayrıldın 2 ayak üstünde durmayı tercih edenlerle kaldın)
    homo(işte burda insan oldun ama bildiğin insan değil, yaşam alanını bilinçli şekilde değiştirebilen, alet yapmayı becerebilen ve bu bilgiyi aktarabilen bir kültür sahibi olan ilkel insanlardan biri oldun. homoerectus, homoneanderthalis ve bilumum "ara tür fosili nerde diye mızıkladıkların bu grupta)(ayrıca pan grubu geride kaldı yani şempanzeler ve bonobolar)
    homosapiens (burda kendini bilen insan oldun. yani felsefeye giriş 101. ben neyim niye varım sorularını sorabiliyorsan bu gruptasın.)
    homosapien sapiens (kendini bildiğini bilen insan oldun. artık ileri felsefe aşamasındasın. akıl nedir, bilinç nedir gibi sorulara geçiş yaptın.)

    evet sevgili maymun dostlar... eğer son aşamaya kadar gelebildiyseniz ne mutlu size. malesef bulunduğunuz noktada hala birer primat, birer maymunsunuz. ama artık ne olduğunu bilen maymunlarsınız, tebrikler.

    büdüt: hedeleri koymaya sonradan karar verdim.
hesabın var mı? giriş yap