• "hava kurşun gibi ağır, sevgili okurlarım. bu ülkede, azgın bir azınlığın sürekli tekmelediği mutsuz çoğunluğun öfkesi artıyor. türkiye fokur fokur kaynayan bir kazan. kapak henüz atmadı, çünkü itici gücüne henüz ulaşmadı. bu çoğunluğa yön vermesi gereken muhalefet partileri, ne kaynayan öfkenin farkında, ne kendilerinden kesilen umutların... sabır tenceresi ne zaman taşar, kapak nerede, nasıl bir gerekçeyle atar bilemem. ama ufukta, hem iktidarın, hem de muhalefet partilerinin boyunu aşacak, atıllaşan siyasal arenayı basacak bir öfke selinin boğuk uğultusu büyüyor." diyen mine g. kırıkkanat şunları yazmış "hava kurşun gibi ağır..." başlıklı bugünkü yazısında :

    *

    geçen çarşamba günü kadıköy-beşiktaş seferini yapan 15.15 vapuruna bindim. alt arka salon yolcuları arasındaydım. vapur kalktıktan kısa süre sonra, üç gencin oturduğu köşeden caz notaları yükseldi. delikanlının biri gitar, öteki saksofon, genç kız ise mızıka çalıyordu. ankara'nın bağları türküsünü, başarılı bir caz yorumuyla çalıp söylemeye başladılar. keyifle dinliyorduk.

    ansızın ızbandut gibi bir çımacı girdi içeri. hiddetli adımlarla gençlerin yanına gidip, bir şeyler söyledi. gençler müziği kesti, ama kütük yasakçılara da şerbetli görünüyorlardı. gitar çalanın, "para toplamıyoruz ki, müzik ve şarkı da mı yasak? diye sorduğunu duydum. ansızın bir erkek yolcu fırladı kalktı yerinden. "bu da mı yasak?" diye sordu, çam yarması vapur görevlisine. "bu da mı?.." bir başka yolcu, oturduğu yerden, "biz şikâyetçi değiliz, canımız isterse para da veririz, sana ne?" diye bağırdı, kendisinden iki kat iri çımacıya.

    derken, inanılmaz bir şey oldu, itiraz eden ilk yolcu, türküyü kaldığı yerden alıp, avazı çıktığı kadar bağıra bağıra söylemeye başladı:

    "ankara'nın bağları da
    büklüm büklüm yolları
    ne zaman sarhoş oldun da
    kaldıramıyon kolları!..."

    o ana kadar sessiz kalan kadınlar, erkekler, türküyü alkışlar eşliğinde, bir ağızdan söylemeye başlamasın mı? yer yerinden oynuyordu. içeri girerken afrından tafrından geçilmeyen çımacı, epeyce şaşkın ve ürkmüş, çıkıp gitti. yolcuların, "çalın çocuklar, çalın!" diye teşvik ettikleri genç müzisyenler, ankara'nın bağları'nı bitirip, commandante che guevara ağıtına geçtiler. salona, dokunanı çarpacak bir öfke egemendi. kimi sözlerini bilmediği şarkıya "nını, nını" diye eşlik edip el çırparken, kimileri de yüksek sesle verip veriştiriyordu: "mevlüt okusalar yasak değil tabii!", "suriyeli dilencilerin para toplamasına ses çıkarmazlar ama!.."

    bazıları gençlerin yanına gidip, "siz istemiyorsunuz, ben veriyorum!" diye ceplerine para tıkıştırdı. beşiktaş'a yaklaşmıştık. enstrümanlar kılıflandı. müzisyenlerden gitarist olanı, "desteğinize teşekkür ederiz" dedi. "ama şimdi zabıtayı çağırmıştır bunlar, bizi iskeleden alacaklar. birlikte çıkalım, belki bir şansımız olur..."

    vapur iskeleye yanaşıyordu. gerçekten de dört zabıta bekliyordu çıkışta, lumbozlardan görüyorduk. yolcular ayağa kalkıp gençleri ortalarına alarak çıkışa doğru yürüdü. küçük kızının elini tutan bir baba, müzisyenlere "sizin eli boş çıkmanız daha doğru olur" dedi. "verin bakayım şu gitarı bana!" tüm gerçek cesurlar gibi, ufak tefek, kendi halinde bir adamdı. aldı gitarı, bir elinde kızı, bir elinde gitar, ilerledi kapıya. bir başka yolcu, saksofonu alıp astı omzuna. genç kıza, mızıkayı cebine sokup, önden gitmesi söylendi. eh, artık benim de bir şey yapmam gerekiyordu. müzik üçlüsünün lideri olduğu anlaşılan gitariste yaklaşıp koluna girdim, "sen benim oğlumsun, ben de senin annen, yürüyelim!" dedim.

    müzisyenler, yolcuların nasıl gergin ve her birinin yaptığı her hareketin bir karar olduğunun, pek farkında değildi. gençliğe özgü aldırmazlıkla durumu çok eğlenceli buluyor, kıkır kıkır gülüyorlardı. oysa onlara sahip çıkanlar, kavgayı göze almışlığın sessiz ciddiyeti içindeydiler. korumaya aldığımız gençlerin göremediği o vahim kararlılığı, onları bekleyen dört zabıta sezdi. donup kaldılar. gözlerinin içine baka baka, önlerinden geçip gittik, hep birlikte. yola çıktığımızda, müzik aletlerini teslim alan gençler "sağol abla, sağol abi!" cıvıltıları arasında uzaklaşırken, biz erişkinler aynı gergin sessizlik ve ciddiyet içinde dağıldık.

    *

    yazının tümü için : http://www.cumhuriyet.com.tr/…sun_gibi_agir....html
  • nasil dublaj türkcesi var, roman türkcesi de vardir. bazi sözler sadece romanlarda duyulur. bu da onlardan biridir. ama bu isabetli olanlarindan. okuyunca ne dedigini anliyor insan. gercekten de hava bazen böyle yagmur dolu koyu gri bulutlarla kapalidir, insanin üstüne abanir. ama yine de annem bana hic "oglum hava bugün kursun gibi agir, siki giyin" dememistir.

    aman durun telefonum aci aci caliyor. alacakli heralde
  • nazım hikmet’in aşkları ile ön planda olduğu bir hıfzı topuz romanı. ya da anılar kitabı, belki biraz da biyografisi... fotoğraflarla birlikte biraz da albümü...

    --- spoiler ---
    ah be nazım, aşklarını bu kadar çok aldatıp yine de onlardan her defasında merhamet dilenen nazım. demek ki büyük ustalar da aşık oldular mı bizlerden farkları kalmıyor.
    --- spoiler ---
  • hıfzı topuz'un yazdığı nâzım hikmet romanı. içinde bir anektod (s. 297) var ki sabah sabah gözyaşlarıma hakim olamadım.

    nâzım hikmet anlatıyor:

    "... moskova'ya geldiğimin haftasında moskovalılarla politeknik müzesi'nde büyük bir salonda ilk karşılaşmayı yaptık. tuttular bana, orada âdet olduğu üzere çeşitli sorular sordular. soruları kağıtlara yazıp gönderiyorlar ama o kadar çok soru geldi ki cevap vermeme fırsat yok, sabaha kadar konuşmam gerek. 'öbür sefer cevap veririm,' dedim.

    o kağıtları soktum cebime, geldim eve, açtım okuyayım diye, bir de ne göreyim birinde? bir fotoğraf, küçücük, vesikalık bir fotoğraf, gözlüklü bir delikanlı. belki uzun zaman tene yakın bir yerde kalmış çünkü kağıt sararmış. aynı zamanda da tenin kağıda verdiği yumuşaklık var. fotoğrafı çevirdim, arkasında şöyle bir yazı 'oğlum, moskova'yı savunurken öldü. bende tek bir fotoğrafı var, sana verecek başka bir şeyim yok. lütfen kabul et.' imza annesi.

    'deliye döndüm. ertesi gün bütün gazetelere sordum. 'yahu kim bu kadın? benim hakkım yok bu fotoğrafı almaya.' hâlâ her karşılaşmada sorarım, bana o fotoğrafı veren kadın kimdi diye.'"
  • hıfzı topuz'un nazım hikmet'i anlattığı en yenisinden kitabı. şuanda idefix'ten %15 indirim ile temin edebilirsiniz de.
  • mine g. kırıkkanat 'in "hava kurşun gibi ağır..." başlıklı yazisinda anlatilan olayin vidyosu:
    http://www.youtube.com/watch?v=_v2b_u6tqac
  • hava kurşun gibi ağır.
    bağır, bağır, bağırıyorum!
    koşun kurşun eritmeye çağırıyorum…

    o diyor ki bana:
    sen yanmazsan
    ben yanmazsam
    biz yanmazsak
    nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.

    dert çok hem dert yok
    dert çok hem dert yok.
  • hıfzı topuz'un nazım hikmet'in hayatını anlattığı romanı. kitap, nazım hikmet'in şairliğini ne derece anlatıyor sorusuna gelince, şu örneği vermek yeterli: nazım'ın başyapıtı memleketimden insan manzaraları, 320 sayfalık kitapta sadece bir kere geçiyor, o da şöyle, "ahmet emin yalman, memleketimden insan manzaraları'ndaki ‘destan’ bölümünü gazetede yayımlamak için nazım’ın iznini istiyordu.” evet, sadece nazım hikmet’in değil bütün türk edebiyatının en büyük eserlerinden biri kitapta ancak bu kadar yer bulmuş kendisine. gerisini siz düşünün.
  • (bkz: dünya klasikleri)nde rus yazarların betimleme yapmak amacıyla sıkça kullandığı cümle.
  • (bkz: kerem gibi)
hesabın var mı? giriş yap