• "... oysa acemilik. efendimiz acemilik. bir taş alacaksınız. yontmaya başlayacaksınız. şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. bir başka taş, bir başka daha. sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. belki başkaları sever tamamlar. ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. başaramamak kaygısının zevkiyle çalışacaksınız.

    gelin böyle yapın demiyorum. durduğum yerde kalmaktan korkuyorum. şiir bir sanat olayı değildir. bir yaşama çabasıdır önce. yaşadığımıza tanıklık eder. her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir.

    diyeceksiniz ki: böylece ancak bir azınlığa seslenmiş olacaksınız. bir kere, bu işin kötü yönleri beni hiç mi hiç korkutmuyor. ikincisi sanat bir ceht işidir, eğitim işidir. tembel kalabalığın keyfine uymak istemiyorum. sanatçı nasıl uzun çabalamalarla yetişiyorsa okuyucudan da bu gayreti bekler.

    çağımız insanı gitgide rahatına daha düşkün olmaya başladı. belki her çağda böyleydi. ama bugünkü kadar mıydı bilmem? bunda bilimin, endüstrinin büyük payı var. herkes birbirinin örneği olmayı hiçbir çağda bu kadar istemedi. ‘yeni dünya’nın gerçekleşmesi yakın belki de. bir örnek giyimler, bir örnek şarkılar, bir örnek aşklar. uçaklar, radyolar, sinemalar durmadan bizi birbirimize benzetmeye çabalıyorlar. kişiliksiz bir yaşamayı baş tacı ettik. gönüllüyüz. kişiliksiz bir çağın şiiri de ister istemez kişiliksiz olmak zorundadır. bu kadar yenilenmiş bir çağın şiiri, şiirin kelimeleri ne kadar eski, bir düşündünüz mü? hala uçağı, hala penicilini, hala 70 katlı evleri, hala hesap makinelerini, asfaltları, otoları şiire rahatça yerleştiremedik. bunları kelime olarak, düşünce/duygu hayatımıza getirdikleri değişmelerle hala şiire getiremedik. barlarda kadınlarla saygısızca sevişiyoruz, sokaklarda açık saçık gördüğümüz kadınları hayvanca istiyoruz ama şiirde aşık olduk mu hala ağlıyoruz.

    bir de bir kenarda sessiz sedasız bir insanoğlu var. uyamadığı, maddi manevi her türlü imkansızlıkları ile uyamadığı değişmenin farkında. önünden iyice kavrayamadığı bir şeyler akıp gidiyor. durmuş da eskiye hasret mi çekiyor. hayır. kendisi ile çekişiyor. ağır aksak yaşamasının hesabını vermeye çalışıyor. dünyadan bildik tanıdık şeyler yakalamaya çalışıyor kısacası.

    sorun bir şiir sorunu değildir. yaşama sorunudur. zaten ben hiçbir zaman şiiri hayattan ayrı düşünmedim. hayatımızda olmayan sorun şiirimizde de olamaz.

    evet değişmek. anlamlı bir yaşama için değişmek. bu bir ölüm kalım meselesidir. ne dersiniz?..."

    (bkz: turgut uyar)
  • seviyorsan; göze alacaksın sevilmemeyi,
    koşuyorsan; düşmeyi,
    tutuyorsan; bırakmayı,
    gülüyorsan; ağlamayı,
    geliyorsan; gitmeyi,
    konuşuyorsan; susmayı,
    görüyorsan; karanlığı,
    ve daha da fazlasını...

    hayata dair, hayatın içinden, ihtimallerin içindeki ihtimalleri;
    yaşamasan da yaşama ihtimalini göze alacaksın.
    her ihtimalin, ihtimaldir ki bedelini ödemeye hazır olmak; tam da hayata dair.
  • bebeğimiz öldü bizim. 6 yaşındaydı. küçücük, mutlu, enerjik, çok ama çok tatlı bir çocuktu. 3 yıldır kemoterapi görüyordu ama hiçbir zaman sorgulamadı bunu, mutsuz olmadı, hayatın böyle bir şey olduğunu sanıyordu. son derece de iyiye gidiyordu. hoplayıp zıplıyor, bütün yaşıtları gibi güle oynaya yaşıyordu.

    sonra bir anda değişti her şey. 2-3 ay içinde inanılmaz bir hızla düşüşe geçti süreç. 2-3 ay boyunca istisnasız her doktordan “yapacak bir şey yok” cevabını aldık. o kadar zor ki bu cevabı kabullenmek. koskoca dünyada, milyonlarca doktor arasında, mutlaka bu ameliyatı yapabilecek biri vardır diye umutla araştırdık. yoktu.

    3 ayın sonunda nefes almayan küçücük bedeni kaldı ellerimizin arasında.
    annesi var onun, babası var, ablası var. nasıl devam edecekler bu insanlar hayatlarına, nasıl nefes alacaklar bundan sonra, nasıl dayanacaklar bu özleme, nasıl devam edecekler inanmaya?

    o kadar sıcak kanlıydı ki... yumuşacıktı kalbi. her gördüğünde seni çok özledim diye boynuna atlardı. küçücük ellerini dolardı omzuna. ayrılırken yarım yamalak konuşması ile "yarın yine gel" derdi. yarın oldu, yine gittim, o yoktu.

    özlemek noktasında tıkanıyor insan her ölümde. evet doğum kadar doğal, evet hepimiz öleceğiz ve evet bence yaşamak o kadar da anlamlı bir şey değil aslında.

    ama bu… ama bu… öyle farklı bir yerini öyle farklı bir şekilde acıtıyor ki insanın.

    küçücük bir çocuğun ölümü, gözlerini kapattığında her seferinde onun gülen yüzünün gözünün önüne gelmesi… her oyuncak görüşünde, her çocuk görüşünce içinden bir şey kopması… dayanılması çok zor.

    hasta olduğu için her zaman özenle yetiştirildi, her istediği yapılmaya çalışıldı elbette ama yine de hani o gün saatlerce oynadığı halde biraz daha tutturmuştu ya havuz için, hani o gün yemek yememiş abur cubur istemişti ya, hani bir başka gün terliksiz yürüyeceğim sokakta diye tutturmuştu ya… keşke…

    öyle çok acıyor ki içim…

    öyle çok ki…
  • gören bir göz, anlayan bir yürek için farkındalığa dair olan. bugün karne günü... tüm okullarda olduğu gibi pediatrik onkoloji servisi okulunda da karne günü... sabah oğlumun okulundayım... ultra teknolojik fotoğraf makineleri elde babalar, marka marka kokan "minik yavrumuz karne aldı" sığlığında konuşan anneler... öğleden sonra pediatrik onkoloji kliniğinin okulunda, şarjı azalmış ilaç pompalarının cızırtısı eşliğine, maskelerin ardında minicik dudaklardan dökülen bir istiklal marşı... hüzün mü ? burada hüzün unutulalı bin yıl oldu... burada hep umut vardı, ve biz böyle kalması için savaşıyoruz...
  • gevezenin içinde denemeler, kısa öyküler bulunan kitabı.
    leo buscalgia'dan çok etkilenmiş olan bir insanın kaleminden çıktığı belli.
  • yazık…

    o kadar yazık ki.

    kayıp giden yıllar, yılların peşinden koşmak, koşmak, koşmak… koşarken düşmek yara bere içinde kalmak… yetişememek. hiçbir şeye, hiçkimseye yetememek. hiçliğin ortasında dolanmak, dolaşmak ve en nihayetinde boğulmak.

    hepimizin yaşadığı bu değil mi? yokluğun içinde küçük mutlu anlar. yılana sarılır gibi sarıldığımız, abarttığımız, tutunduğumuz o anlar da olmasa…

    ya da kendimi kandırıyorum herkes benim kadar kimsesiz olsun istiyorum. ben yoksunum. annesiz, babasız. o kadar yoksunum ki. bir küçük sevgi kırıntısına muhtacım. saçımı okşayıp “hepsi geçecek, bitecek” diyecek bir el. şefkate ihtiyacım var, dizine uzanacağım bir anneye. sırtımı yaslayacağım bir babaya.

    sanırım ilk kez dile getiriyorum bunu. herkes güçlü olduğumu zannediyor. rol yapmıyorum ama bazen durup dururken içimden küçük bir kız çıkıyor. o kızı teselli etmek istiyorum. gücüm yetmiyor…
  • "bütün endişelerimiz, ihanete uğramış düşlerimiz, bu anlaşılmaz vahşet, kaybolan şeyler için duyduğumuz korku ve dünyevi koşullarımızın acı dolu ağırlığı yavaş yavaş dünya dışı bir umudu alarak kristalize oluyor. inanç ve şüphelerimiz karanlığa karşı sessiz bir çığlık ve sessizlik terkedilmişliğimizin en büyük kanıtı.
    böyle olmak zorunda mıydı, yalan söylememek, gerçeği söylemek, dürüst davranmak gerçekten bu kadar önemli mi? insan aklına geldiği gibi konuşmadan yaşayabilir mi? yalan söyleyip kıvırmadan, bahane bulmadan. insanın kendisini biraz bırakması, boş vermesi, yalancı olması, daha iyi değil mi?
    belki de, gerçekten neysen o olman daha iyi olacaktır.
    "varolmanın umutsuz düşü" var gibi olmak değil, var olmak. her an bilinçli? aynı zamanda kendin için olduğun insanla diğerleri için olmanın farklılığı? baş dönmesi hissi ve sonunda yorgunluktan ölme isteği? içinin görülmesi, kesilip biçilmek, hatta hatta yok edilmek? her ses bir yalan, her jest sahne, her gülümseme bir tuzak? intihar mı? hayır!(?) ama gerçek kan kırmızıdır, saklandığın yerde kalamazsın. hayat her şeyin içine sızar."

    ingmar bergman
  • düşünüyorum da,
    sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek...
    yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
    naif yönlerimizin keşfedilmesi,
    cesaretsizliğimizin anlaşılması,
    korkularımızın paylaşılması
    sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.
    kabuklarımızın altında
    kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız...
    ...ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
    hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
    istiridyeler, deniz minareleri, midyeler...
    kirpiler ve kaplumbağalar gibi.
    sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk?
    kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
    yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize?
    hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?
    duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu?
    eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak.
    ne çıkar ateşböceği sansalar beni?
    ...
    belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin
    o uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna
    el kaldırmaya kıyamaz?
    anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım
    karşımdakine.
    o da çözülecek belki.
    samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince.
    oysa bir görebilsek bunu.
    kalmadı böyle insanlar demesek.
    güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
    kırılmaktan korkmasak.
    incinsek, yaralansak.
    ne olur bir darbe daha alsak?
    yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu.
    denesek. risk alsak. yanılsak. fark etmez.
    ...
    tekrar, tekrar bıkmadan denesek.
    ve kucaklaşsak yeniden.
    tıpkı eskisi gibi.
    ne olduğunu anlayamadığımız o on beş yıldan öncesi gibi.
    o zaman fark edeceğiz.
    ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
    neler biriktirdiğimizi,
    kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.
    beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
    vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
    yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır.
    yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
    sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
    ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
    sevgiye çok ihtiyacımız var.
    ufukta kara bir kış görünüyor.
    ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.
    kırın o sert, o ağır kabuklarınızı.
    kurtulun bu yükten.
    korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
    yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
    hem hepimiz bir yıldızız.
    ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.
    bir rabindranath tagore eseri.
  • aslı akyol isimli bir arkadaşımın yazdığı hayata dair kelimeler..
    gökyüzüne gri bulutlar hakim.gökyüzü ha boşaldı ha boşalacak; bana saniyeler içinde hayatta yaşanan değişiklikleri anımsatıyor. hayat en çok anlarda gizli. birisi diğerinin bir anını gözetleyip, kendini onun sahnesini atıyor. bu tıpkı konserlerde kızların güvenlik görevlilerini geçip, kendini sanatçının kollarına attığı an! içime dönüp bakınca, kendi anlarımın en çok kendi iç denizlerimde geçtiğini görüyorum. gördüğüm hoşuma gidince göllerde kendi yansımama bakıp göle düşme tehlikeleri atlatmışım ya da gördüğüm hoşuma gitmeyince suyu elimle hareketlendirip gördüğümü yok etmeye çalışmışım olmayınca ise, göle taş atmaya başlamışım. ormanlar saatlerce koşup kendimi unuttuğum anlar olmuş. gölge olmuşum, su olmuşum, insan olmuşum, buhar olmuşum, yok olmuşum, var olmuşum. zamanı içimden geçirirken tığla eşsiz desenler çıkartmışım, evdeki örülmüş kazakların iplerini çekip evdeki eşyaların üstüne atmışım, biri bağırmış dönüp en çok halimle bakmışım, çocukluğumun geçtiği eve gitmişim kimsenin haberi olmamış, boşlukta ve yabancılaştığım o evde hayalet çocuk aslı’yı aramışım. o taşınan eşyalarla gitmiş ya da çocuk ya parka kaçmış veya sevdiği bir aileyi izlemiş. beni gören olmuş mu merak ediyorum? ben ağladığımda insanlar kaçardı. ben dizim kanadığında ve içim yandığında sadece orada birileri hala olsun diye esleri ve taş olmayı öğrendim. canımı yaktılar sustum ve yüzlerine baktım, onlar gittiler rutubetli duvarlara bakıp ağladım. duvarlar nemlendi/nemlenirken ben ağladım.
    hayat ve insanlar benim canımı yaktı, bense onlara hakaret edercesine yaşadım. ders insan yaşamı ve oyunları.. ben oyunlara katılmadım, dersi kırdım. istesem alasını oynardım, ben oynayanlara bakıp, onlarla dalga geçtim. oyun kolaydı, bense zoru seviyordum. zoru ve farklı olanları sevdiğimden dersten kaldım bu yüzden mazoşistti benim yaşamım! en çok ben kendime çelme taktım, düştüğümde yerdeki sefile ben tükürdüm, uçtuğumda ilk alkışlayan bendim, yalnızlığımda ve hatalarımda coşan ve akıllanan bendim, kendimi okyanusa ittim ve köpekbalığı yaklaşınca kıyıya yüzdüm. ilk yardımı lime lime olmuş ameliyat masasındaki ruhuma uygulayan bendim. anlaşılmadım, kurban ettim/edildim, reddedildim/reddettim, aldattım/aldatıldım, lanetlendim, taşlandım, tapıldım, sevildim/sevdim, örnek alındım, unutuldum, anıldım/andım.. anladım ki aslında hayatında bir dengesi varmış, yaşananlar bir bumerangmış.
    yaşamda garanti belgeleri yokmuş anladım. hayat casino: kolu çektin kazandın / kolu çektin yittin. maddeler ve nesneler gün gelir yok olurmuş ve sen de yoksan umutsuzluk/ümitsizlik koluna girip, seni bataklık ayinine götürürmüş. açıp girdiğin, davet edildiğin veya hırsız olduğun evler bir gün gelir kilitlerini değiştirir ya da aniden taşınırlarmış. senin onları gidiş/kalış testlerine tutman imkansız çünkü testle geçersiz, doğru sonuç yok. kalacağından emin olduğun ve yaşantın boyunca varlığını garantilediğin insanlar da gider. insan göçler.. insanlar arası göç..sokaklarda karşılaştığım kervanlar..sen ki bağımlılık, cahillik, kimliksizlikle kendi yaşantını kirletirken, sınırlarını aşıp başkalarının yaşantılarına müdahale etme. zaten herkesin tabağında yeterince bozuk yemek var. bulaşıkhaneye… bulaşıkhanede..
    ben salacak'ta kızkulesi'nin karşısındaki o yıkıntı balıkçı kahvesinin sobaya yakın bir masasında, kartlarım açık masada! robert redford'un lena olin'si havana filminde beklediği gibi gözüm kapıda... martılara bakıp tarot kartlarını kırıyorum pervasızc.. kötü kart çıkıyor denize atıyorum, su nötrler ya negatiflikler... denize bakıp susuyorum, bir balık sıçrayıp küfür ediyor... ayna gibi atılan kartlar yeniden bana yükleniyor. aslında negatif çarpı negatif eşittir pozitif. gülüyorum, güneş çıkıyor...güzel bir gün olacak biliyorum. bu sabah defne, kekik, nane, fesleğen ve zeytin yapraklarını geçtiğim yolları attım. rüzgar çıktı yapraklar hortum olup dört bir yana dağıldı. bugün güzel bir gün olacak biliyorum... bir çocuğa güldüm, geldi sarıldı sanki onda biraz benim çocukluğum vardı...
  • irdeleme yanım baskın. neden sonuç analizleri yaparken anda kalamıyorum. zihnimin adalet arayışı bitmiyor. “haksızlık yapan ya da yapılan” olmak istemiyorum.
    zaman, satın alamadığım ama hoyrat kullandığım şahane.
    tamamen bana ait bir yolculuğun içindeki her şey benim seçimlerimden ibaret. tartamadığım terazi de buna dâhil.
hesabın var mı? giriş yap