• yeni taşındığım ofisteki odam giriş katta, gelen geçen kedileri beslemek için mama kabı aldım. her gün düzenli gelirler, selam verirler, doyan gider. kıyamıyorum.

    hayvansever olduğumu bilen ama bundan rahatsızlık duyanlar da var. dün sabah mama kabı yerinde yoktu. zaten söylentilerden şüpheleniyordum, yüzüme bir şey diyebilecek insanlar değil. kimin alabileceği konusunda da tahminlerim vardı. mama kabının parası, pulu umurumda değil, yenisini alırım, gerekirse kabı yapıştırırım alamazlar ancak niyet kötü olunca kaba zehir bile koyan çıkar.

    neyse tahmin ettiğim kişilerin olduğu ortamda ortaya laf attım. çok inançlı olduklarını iddia eden bu kişileri inançlarından vuracak şekilde: bir kere bu yapılan bir hırsızlık, bu mal benim sonuçta, ikincisi de bu hayvanların günahına girilmiş dedim. yüzleri değişiverdi. umarım kap geri gelir, zaten ben bulurum kimin aldığını ve gereğini yaparım dedim.

    bu sabah mama kabı aynı yerdeydi, ben gelmeden yerine konulmuş. inançlarından vurulmuş oldular. inanç insanı kötülükten koruyor mu ben pek emin değilim. kötü olan zaten yine kötü. geç kalan adalet de adalet sayılmıyor. inanç dediğimiz şey yalnızca görmediğimiz, okuduğumuz şeylere inanmak değil de insanlığa inanmak bence. doğaya, aşka, sevgiye, güvene, iyilik yapmaya inanmak mesela, üstelik bir ödül beklemeden...

    bunlar da mama bekleyen tatlı kedicikler:

    görsel

    görsel

    görsel

    görsel

    görsel

    görsel

    görsel
  • “nesnel doğruluk diye bir şey yoktur. kendi doğrumuzu kendimiz yaratırız. nesnel gerçeklik diye bir şey yoktur. kendi gerçeğimizi kendimiz oluştururuz. bizim sıradan bilişimizden üstün tinsel, gizemci, içsel biliş şekilleri vardır. bir deneyim gerçek görünüyorsa, gerçektir. bir görüş size doğru geliyorsa, doğrudur. gerçekliğin doğasına ilişkin bilgi edinme yetisinden yoksunuz. bilimin kendisi de akıldışı ya da gizemlidir. o da herhangi bir diğer alandan daha geçerli olmayan bir inanç sistemi ya da söylencedir. inançların doğru olup olmadığı, size anlam ifade ettikleri sürece önemsizdir.

    yeniçağ inançlarının bir özeti.” - theodore schick, jr. ve lewis vaughn

    bu bayların bahsettiği şey aslında yalnızca yeniçağı değil tüm "inanç" kavramını tanımlamakta. bu kavram tamı tamına bir virüs gibidir. her şeyi ve herkesi kendisi gibi sanmak şeklinde bir yan etki ile beraber "bil"in karşısında dikilen güneş sıvası canavarıdır. şüpheci sorulara karşı ad hominem ustalığını bünyesinde barındırır. "yalnızca hissedebilirsin" der, "bu elle tutulup gözle görülebilecek bir şey değil". kesinlik, doğruluk, gerçeklik gibi kavramları reddettikten sonra ise en leş, en ahlaksız ve en şerefsiz - her zamanki - haliyle fısıldar; "gerçek doğruya ancak his deneyimleriyle ulaşabilirsin."

    ahlaksızlığın boyutu çok büyük ve bilinmeyen korkusuna masumane teselliler üretmeden bu güne geldiği nokta içler acısı. günlük hayatımızın en derin köşelerine işlemiş dinlerden tutun, tarikat şeyhlerinden, hacılardan, hocalardan, ermişlerden medet ummalara, falcılığa, astrolojiye, cin-şeytan girmelere, hayalet-ruh görmelere hatta uzaylılarca kaçırılmalara kadar bu inanç virüsü ile beslenen desteksiz, kanıtsız, mantıksız eski ve yeni kültler bilimin keskin bıçağının altına her yatırılmaya çalışıldığında ise yepyeni curcunalar kopuyor "inanca, inanana saygı" gibi “muhafazakar” ifadeler altında.

    inanç deyince insan beyninin milyonlarca yıllık evrimi geliyor aklıma. evrilen ilk beyinler ne işe yarıyordu mesela? bir amaç için mi evrilmişlerdi? tabii ki hayır. yalnızca içgüdüler ile yönetilen ilkel canlılar arasında mutasyona uğrayan bir canlı beyine benzer bir organ geliştirdiğinde, dna’nın içerdiği bilginin onlarca katını, yalnızca yaşam süresinde barındırıyor olsa da içgüdünün sınırlarını aşabildi ve hayatta kalma becerileri bu sebeple üstünleşti. her “nihai” amaçsız mutasyon gibi bu da mutasyonlar içerisinde bir devrim niteliğindeydi. evrim evrim üzerine, milyonlarca yıl milyonlarca yıl üzerine, insanoğlunu insanoğlu yapan “cerebral cortex” isimli beyin alanı gelişti. artık “insan” denilen varlık dna’nın içerdiği kodların milyonlarca birim üzerinde veriyi beyninin içerisinde depolayabiliyor ve bu verileri kullanabiliyordu. inanç denilen içgüdüleşmiş kavramın üzerine çıkabilecek donanıma yüz binlerce yıldır sahipti. üstelik bununla da yetinmeyip, yalnızca kendini kurtarabilecek olan düşünce ve uygulamalarını yazıya döktü, kendinden sonraki onlarca nesli de kurtarabilecek muazzam bir kaynak oluşturdu. peki neden hala inanç ile haşır neşir idi? diğer “hayatta kalma” içgüdülerine derinden hitap eden “kolay ulaşılabilirlik” etkeninden olmasın?

    araştırma ve incelemenin kapsadığı yıllara ters orantılı olarak, inanç kullanarak belli açıklamalara çabucak ulaşmak, halen insanlığın beyindeki “maddenin bilince dönüştüğü” kısımları minimum düzeyde kullanmasına yol açan ilkel yöntemlerdir. doğanın yüzbinlerce yıldır insan bilincine işlediği kıtlık içerisindeki davranış biçimleri, gelişen teknoloji ve kaynaklara ulaşılabilirliğin kolaylaşması dolayısıyla artık insanlık içerisinde değerini yitiriyor, ancak buna rağmen bu ilkel yöntemler, verinin ve veriyi bilgiye çevirme yöntemlerinin ulaşmadığı insan kitleleri tarafından halen “hayatta kalmak” için kullanılıyor. fakat bu durum, gelecek nesiller için bırakılabilecek “hiçbir şey” kalmamasıyla ve amerika’nın tekrar tekrar keşfedilmek zorunda bırakılmasıyla sonuçlanıyor.

    “kesin olan şu ki, eğitimsiz insanların büyük çoğunluğu bilimsel sonuçları yalnızca otoriteden geldiğinde kabul edebiliyor. ancak, herkese açık ve davetkar olan, yöntemleri üzerinde çalışan, gelişme vaat eden bir kurumla, kimliğinin sorgulanmasını, kardinal newman’ın incil’in hatasızlığını sorgulayanlara atfettiği gibi, ruhun lanetlenmiş olmasına bağlayan bir kurum arasında önemli fark olduğu açıktır… akla dayalı bilim, kartlarını her istendiğinde gösterebilir, öte yandan akla dayalı olmayan otoritecilik, kartlarının sorulmasını inanç eksikliği sayar.” – morris cohen

    inancın içerdiği otoriteryanizm (daha doğrusu otoriteryanizmi tamamlayan bir kavram olarak inanç) dolayısıyla insanoğlu yerinde saymış, keşfetmekten, sorgulamaktan, araştırmaktan, incelemekten geri durmuş ve otoritenin buyurduğu efsaneler, mitler vb. gibi bir takım batıl inançlarla kendini varoluşun büyüklüğüne karşı avutmuştur. bugün bilimi tamamıyla reddeden - ancak amishler benzeri topluluklar hariç bilimin nimetlerinden herkes kadar yararlanan – köktenciler veya çıkıp da “bilim ile inanç birbiri ile çelişmez” türü söylemlerde bulunan işgüzarlar, bilimin kötürüm inanç üzerindeki aydınlık, etik ve kanıtlanabilir tehdidini hissetmiş durumdalar. “bu mükemmel sistem kendiliğinden olmuş olabilir mi?” gibi retorik sorulara bile neredeyse tamamen tatmin edici, uygulanabilir ve kanıtlanabilir cevaplar verebilen bilim karşısında ise inanç, insanlığın çoktan vazgeçmiş olması gereken atıl bir düşünce sistematiği haline gelmiştir.

    günümüzde bilimin bu “tehdidi” bir takım inanç sistemlerinde bilimsel verilerden faydalanan ve bilimin inançları doğrulayan bir kavram olduğunu ispatlamaya çalışan işgüzarların türemesine yol açmıştır (ör: kuran-ı kerim’in şifresi, kutsal gizemler, intelligent design,bilimsel bulgulara bu kuran'da zaten yazıyor demek vb.). sevgili carl sagan bu konuda; “ bunlar* her iki yaklaşımı birden istiyor; hem bilimin dilinden ve güvenilirliğinden faydalanmak, hem de yöntem ve kurallarına tabi olmamak. görünen o ki, güvenilirliği getirenin yöntem* olduğunu anlayabilmiş değiller.” diyerek gereken cevabı kısa ve öz bir biçimde vermiştir diye düşünüyorum.

    her şeye rağmen inancın en büyük handikapı, insanlar arasında muazzam ayrımcılıklara yol açmasıdır. kolay olduğunu ısrarla belirttiğim ilk bakışta, inançlar birleştirici görünür. ancak bu birleştirici görünmesine yol açan, inançların “tek çatı altında toplama” güdüsünden başka bir şey değildir. tüm inanç sistematiklerinde, insanlığı kurtaracak olan o inançtır. nihai amaç herkesin bu inanca dahil olmasıdır (uç bir örneği olarak bkz: cihat). kendi kurallarına ve batıl fikirlerine inanan herkes, “bir şekilde” kurtulacak, ancak bu sistematiğe inanmayanlar, dahil olmayanlar veya dahil olup da sorgulayanlar cezalandırılacak, dışlanacaktır.

    bilim ise, artık tamamıyla oturmuş yöntemi sayesinde, bırakın iflah olmaz hümanist bilim insanlarını, kendi çıkarına çalışan bilimcilerin bile elde ettiği sonuçları, tüm insanlık için faydalı hale getirmekte başrol oynuyor. inanç kavramının tam tersi yönde, ortaya atılan teorilerden elde edilen sonuçlar, çeşitli sermaye ve inanç gruplarının baskısından kurtulabildiği takdirde, herhangi bir din, dil, ırk, düşünce veya cins ayırt etmeden "tüm dünya insanlarının" hizmetine sunuluyor.

    "cehalet bilgiden daha fazla güven telkin eder: şu ya da bu sorunun bilim tarafından asla çözülemeyeceğini kendinden öylesi emin bir ifadeyle ileri sürenler, çok bilenler değil az bilenlerdir." - charles darwin

    en klişe şekilde “eğitim şart” olarak ifade edilen; insanlığın algısını açacak, dünyaya, olaylara, varoluşa ve aradığı benzeri tüm cevaplara "bakışını" anlamlı kılacak olan bilimsel eğitimdir. dünya insanları, temel bilimsel eğitimin getireceği “sorgulama” yeteneği ile, inancın bu tüm yokluk temelli, olumsuz, bölücü ve ahlaksız boyunduğundan kurtulacak, üzerinde bulunduğu mükemmel gezegeni sanal çizgilerle ve kurallarla bölmeden, kendi öz çocuğu olarak koruyup kollamayı ve büyüklerinden kalan miras gibi özenle kullanmayı keşfedecektir.

    ne zaman mı gelecek o günler? enseyi karartmayın

    (bkz: teknoloji)
  • inanç, bir duygu ise, ki hissedildiğine göre duygudur, akli bir dava olmadığında hepimiz hemfikirizdir zanıyorum. inanç duygusu, bana göre âlemde, "tastamam" hissedilmesi en çetin, en zor duygudur. körü körüne değil ama kolayca inananlara bayılırım ben, kolayca inanmak saflığa delalet eder çünki, saflık da bulunmaz nimettir: ekmeğin safı, altının safı, karbonun safı boşuna aranmaz. saflık, kaybolmuş kardeşimiz gibidir, bize kendini sürekli aratır. bir de inanmanın körü körüne olanı var ki, bençün bu, inancın yanından yöresinden geçmeyen güdümlü bir sahte-histir. aslında his değildir, çünki gerçekten hissedilmez. körü körüne inanmak, diye adlandırılan şeyin naklen, nakil yoluyla insana bulaşmış bir hastalık [başkasından aparma, emek verilmemiş ve üzerine sualsiz giyilen şey, önünde sonunda hastalık olmağa mahkumdur] olduğunu düşünüyorum.

    gelgelelim inanca... inanç, şeksiz şüphesiz bir şeyi hissetmektir; o şeye olan tam güvendir. kalbin şüpheden beri olması, şekten azad olması ha, işte zor olan kısım buradır hafız. kişioğlu, insanla ilişkisine bakmalıdır bu noktada. kime bu durulukta inanır insan? annesine ya da babasına? belki... onlardan da kazık yiyen mevcuttur muhakkak, o zaman belki eşine, yârine? no no, değil. sevgili bu konuda sakat limandır, egosu her an geminin palamarını çözmeğe teşnedir. demek ki, insan insana çok zor inanır, inanmak istese dahi bu inancı eline alması her daim olasıdır. insanın inanmak içün, gelgeç olmayan, baki; zayıf olmayan, kudretli; kaypak olmayan, vefalı; onursuz olmayan, vakur bir varlığa ihtiyacı kaçınılmazdır işbu hâlde. allah'tan vardır böyle bir varlık. haddizatında, o varlık bu hisse, bu his de o varlığa delildir, şöyle enine boyuna bir düşününce...

    hayatta babama dahi güvenmem diyenler vardır, böyle insanların nasıl yaşadığına ben bizatihi hayret ederim. çünki burada bir disiplin ararım: babasına dahi güvenmeyen kimseye güvenmediğini savlamaktadır, o vakit bu şahıs herhangi biriyle ilişki kuramaz, kurmamalıdır. kuruyorsa ya hissinde ya da eyleminde dürüst değildir. ben böyle diyeni gördüm, ama böyle edeni göremedim maalesef [müzmin yalnızları, düşün adamlarını tenzih ediyorum]. güvenilmeyen şey sevilemez de, insan güven duygusunu kaybedince otomatikman sevme yetisini de kaybeder. yapacak bir şey yok, güven ve sevginin kankalığı, bizim kankalığımızdan daha sağlamdır, ziyadesiyle ampirik ve değişmez bir bilidir bu... neyse, inanç üzerine yazmak, hissetmekten de yorucu imiş. neticede bendeniz şüpheden hiç hazzetmiyorum, inanca ise bayılıyorum. zira sevmek dediğim şeyi, inancın tam da merkezinde buluyorum.
  • bir arkadaşım blu-ray player aldığını ve görüntüsünden çok memnun olduğunu anlattı. teknolojiden hiç anlamayan bir adamdır kendisi, ben de şüphelendim. "markası ne?" diye sordum, "ne biliiim" dedi. "kaça aldın?" diye sordum, "89 lira" yanıtını verdi. biraz deşince şöyle bir hikaye çıktı:

    geçenlerde yeni hd tv alan bu arkadaşım bir mağazaya girmiş, "ben plazma aldım, blu-ray diye bir şey varmış, çok güzelmiş. bana ondan verin" demiş. satıcı kendisine gerçek bir blu-ray player gösterince "yok mu bunun ucuzu?" diye sormuş. neticede satıcı, arkadaşıma blu-ray olduğu iddiasıyla bir hdmi dvd player satmış. bizimki ardından "bunun filmlerini nereden alırım?" diye sormuş, adam da yakınlardaki bildiğiniz korsan bir dvd'ciyi tarif edip "bu blu-ray filmlerin orijinalleri 50-60 liradır ama buradan 5 liraya alırsın" demiş.

    olayın kahramanının evinde şu anda iki tane dvd player var. eskisi scart'la, yeni aldığı hdmi'la bağlı. ikisinin başka bir farkı yok. ama o eskisinin dvd, yenisinin blu-ray player olduğunu sanıyor. diğer yerlerden aldığı dvd filmleri scart'la bağlanan eski player'ında düşük kaliteyle seyrediyor. blu-ray sattığına inandığı dvd'ciden aldığı filmleriyse hdmi kabloyla bağlanan yeni player'ında haliyle daha temiz seyrediyor. "sözde" blu-ray player'ının diğer filmlerini oynatmayacağı, denerse belki de bozulacağı gibi bir düşünce de geliştirmiş. hiç denememiş bile.

    kendisine yeni aldığı aletin normal bir dvd player olduğunu, görüntüdeki kalite farkının bağlantı türünden kaynaklandığını, gerçek bir blu-ray filmin çok daha detaylı olduğunu anlatmaya çalıştım, yetmedi. inandırmak için eski filmlerinden birini alıp yeni player'ında oynattım. blu-ray olduğuna inandığı dvd'lerin görüntüsü ona daha net gelirken, tamamen aynı kalitede olan eski filmlerinin görüntüsünü "o kadar da" net bulmadı. 5 liraya aldığı filmlerin blu-ray olduğundan şüphe etmiyor. görüntünün eski dvd player'daki kadar karlı olmamasını da yeni aletin kalitesine bağlıyor.

    sonuçta bu arkadaşım kendisine kanıtıyla sunduğum sade gerçeği kabullenmek yerine satıcının ona yutturduğu hikayeye bağlı kalmayı tercih etti. ben çıkıp da ona bunu anlatana kadar blu-ray film seyrettiğini "bildiği" için mutluydu. gerçeği göstererek bir ara şüphelenmesini sağladım. ama mutluluğunu da elinden almış oldum. gerçek bir blu-ray player'ın ancak çok daha fazla paraya alınabileceği gerçeğiyle 89 ytl'ye blu-ray player aldığına inanmak arasında kısa bir süre bocaladı ve ikincisini seçti. o yine mutlu. ama şimdi de ben bu işlerden anlamayan adam damgasını yedim.

    bana esas koyan şuydu: hıyar arkadaşım sahtekar satıcının sunduğu seçeneği hiç şüphe duymadan doğru diye kabul ederken, benim herhangi bir kişisel çıkara dayalı olmayan somut kanıtlarıma had safhada şüpheyle yaklaştı. aslında başta göstermesi gereken kuşkuculuğu, kendisine gerçekten yardımcı olmaya çalışan tek insana gösterdi.

    inanç böyle tuhaf bir mekanizma işte. birinin sizden önce davranmış olmasına bakıyor çoğu zaman.
    ama esas mesele galiba verilen paranın boşa gitme olasılığına tahammül edememek.
  • “inanç, çabuk ve doğal biçimde edinilirken, kuşkuculuk yavaş ve doğal olmayan bir süreç izler; çoğu insanın belirsizliğe karşı düşük bir dayanma gücü vardır.'' demiş spinoza.

    inanan beyin kitabında shermer, bunun ardındaki dayanağı basitçe hayatta kalım ile ilişkilendirir.

    beynimiz bir çeşit inanç oluşturma makinesidir. bu aslında belirsizliğe karşı alınmış bir evrimsel adaptasyondur. duyularımız yolu ile ulaşan dış dünyaya ait verileri anlamlandırmak için beyin, onları belirli kalıplara sokmaya ve kalıp aramaya başlar. bulabildiği kalıplara da anlam ve amaç katar. ya da bunu yapma eğiliminde olur. zira belirsizlik beyin için yönetilemezdir.

    evrimsel gelişimimizde bir şeylerin nasıl ve daha önemlisi “neden” oluştuğuna dair bir kalıp oluşturulagelmiştir ve bu beynin dünyayı anlamlandırmasına katkı sağlamıştır.

    bundan kaçamayız. hepimizin beyni az veya çok “her konuda” bir inanca sahiptir.
    gün gelir bu anlamlandırma ve kategorileştirme çabası inanca dönüşürken; inançlarımız da gerçekliğimizi oluşturur. bundan sonra dünyaya bu gerçeklik perspektifi ve gözlüğü ile bakarız ta ki bir gün yerine yenisi konulana kadar.

    bu bir dini inanç olabilir, bir düşünce olabilir, bir ideoloji olabilir ya da bir “şey, nesne” olabilir.

    edit:
    beyindeki dopamin seviyeleri ve inanç (özellikle batıl inanç) ilişkisine dair de şöyle bir giri eklemiştim:
    batıl inanç ve dopamin ilişkisi
  • stephen r. covey'in* etkili insanların yedi alışkanlığının sonuna nazikce iliştirdiği kisişel bir not:

    "bu kitabi bitirirken, dogru ilkelerin kaynagi konusundaki kendi kisisel inancimi sizlerle paylasmak istiyorum. ben, dogru ilkelerin dogal yasalar olduguna ve tanri'nin hem bu ilkelerin, hem de vicdanimizin kaynagi olduguna inaniyorum. insanlarin bir dereceye kadar bu vahiy gibi vicdana uyarak yasadiklarini, dogalarinin emirlerini yerine getirecek sekilde geliseceklerini dusunuyorum. bunu yapamadiklari takdirde hayvanlarin duzeyinden yukari cikamayacaklardir.

    insan dogasinin, yasalarin ya da egitimin erisemeyecegi yanlari olduguna, onlarla basa cikmak icin tanri'nin gucunun gerektigine inaniyorum. dogru ilkelere ne kadar uyum saglarsak, dogamizdaki ilahi lutuflar da o kadar ortaya cikacaktir. boylece yaradilisimizin ongordugu duzeye erismeyi basaracagiz. teilhard de chardin'in dedigi gibi: 'biz, ruhsal bir deneyim geciren insanlar degiliz, insanca bir deneyim geciren ruhsal varliklariz.'

    ben kisisel olarak bu kitapta sizinle paylastigim cok seyle savasiyorum. ama bu savasim doyum veren, degerli bir sey. yasantima anlam kazandiriyor ve sevmemi, hizmet etmemi ve tekrar denememi sagliyor.

    yine t. s. eliot, benim kisisel bulusumu ve inancimi cok guzel bir bicimde acikliyor: 'arastirmaktan vazgecmemeliyiz. butun arastirmalarimiz, basladigimiz yere vardigimizda ve bu yeri ilk kez tanimaya basladigimizda sona erecektir.'"

    (etkili insanlarin yedi aliskanligi - varlik yayinlari cevirisi)
  • belli konu ba$liklarina daimi veya gecici verilen deger.. $ahislarin ongoremedikleri durumlari kafalarinda kolayca cozmelerini saglayan kisayol.. en iyi ornegi hayvanlarda gozlenebilecek ozellik.. bir hayvanin dogasina ve icgudulerine sonsuz bir inanci vardir.. insanlarin inanclarina ku$kuyla yakla$malari her zaman tartabilme ve sorgulayabilme yetilerinden kaynaklanir.. korkulmasi veya ateizmle $unla bunla geci$tirilmesi gereken degil dort elle sarilmak gereken bir nimettir..
  • yalnızca allah'a inanın, gerisi inanılacak gibi değil.

    (nfk)
  • böyle buyurmuş aziz augustinus:

    "inanç, göremediğiniz bir şeye inanmaktır.
    inancın ödülü, inandığınızı görmektir."
  • "inanmak istemiyorum, bilmek istiyorum."

    carl sagan
hesabın var mı? giriş yap