• aslında ismet zeki bey 'den bir hiristiyanlık eleştirisiyle daha da alevlenmiş bir konu bu.

    "roma'nın ünlü gladiyatör eğlencelerinde düzenlediği hristiyanlık öncesi kanlı törenler daha yumuşak, daha uyumlu biçimde batı kilisesinin anlayışına sinmiştir. bir de kalkıp insanın başına havva-adem öyküsü ile yığın yığın sıkıntılar, üzüntüler açmak nedir?

    ademin havva'yı sevmesi, yaratılışında gizlenen üretici düşünceyi eylem içinde gerçekleştirmesi unutulmaz bir suç sayılacaksa meryem'in yardımcısı kimler olacak? neden adem-havva suçlu da meryem pırıl pırıl? yoksa önünde duran insanı sevmek kendini gizlilikler içinde nidüğü belirsiz davranışlara kapılmış göstermekten daha mı kötü, daha mı utanç vericidir? adem'le havva suçlu ise bu suç onların değil dişi ile erkeği birbiri için kaçınılmaz durumda gerekli kılan doğa düzenidir. peki doğaya bu düzeninden dolayı başka bir anlatım içinde suç bulan din kendi kurucusunun usunu, anlayış gücünü doğanın üstünde mi sayıyor? doğanın içinde, onun kurallarına, koşullarına bağlanmadan edemeyen, ölen yemek, ekmek, beslenmek isteyen bir doğaüstü varlığın işi ne. gitsin doğaüstü ülkesinde yaşasın ne istiyor bizden?

    bu çelişmeler, bu karşıtlıklar içinde kurulmak istenen düzen insanın özünden dışına çıkması kendini yitirmesidir düpedüz. sen beni insan olarak yarat, başımı sayısız sıkıntılara sok, kanımın sıcaklığınca benimsediğim, sevdiğim, bağlandığım evrenden ayır, çürüt toprak et, tırtıllara, böceklere yem yap, gözümün önünde canını gibi sevdiklerimi al yokluğa sürükle, sonra dön bir de beni suçlu say. bunlar yetmiyormuş gibi alevlerde, yalımlarda yakacağım, tamuya atacağım de. gücenme, darılma da şu soruma karşılık ver: suçlu sen misin ben mi? doğruluk sende mi bende mi? ben sana dilekçe mi verdim beni yarat diye? işte böyle bir açıdan bakmış insana us ilkelerine dayalı düşünce hristiyanlığa göre arı duru insan ancak düşüncede vardır, yeryüzünde aramızda yaşayan insan eksiktir, suçludur. suçu elinde olmayan nedenlerden dolayı işleyen, usunu kullanma yeteneğinden yoksun olması dolayısıyla suça elinde olmadan sürüklenen kimsenin yargı giymesi doğruluk olursa eğrilik nedir diye epeyi düşünmek, sonunda nirvana nın kucağında varken yokluğun tadını çıkarma kuruntularına kapılıp gitmek gerek."

    tanrıya kafa tutanlar

    bu da mehteran'ın ikinci geri adımı olsun bakalım.
  • tanrı kral kültünün doğudan batıya yolculuğu/#10066347 entirimde üzerinden geçtiğim, gelmiş geçmiş bence en büyük şair vergilius 'un iv. eclogası bahsinin de destekleyicisi bir şeyler söylemek istiyorum bu entirimde, "mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci" ile ilgili.
    azra erhat hocamızın çok ilginç bir kişiliği ve birikimi varmış, okuyoruz, görüyoruz, keşke burada bu başlık altında yazıp çizdiklerimi göreydi de katkıda bulunaydı, zira mavi anadolu akımının aslında daha etkili olmasını isterdim, yer yer kendilerine katılmasam da, genelde paralel düşündüğümüz de oluyor yani, bugün artık akademide ve belirli çevrelerde bu akımı tartışma imkanımız oluyor daha geniş kitlelere tartışmaları yaymayla ilgili şöyle hızlı bir şekilde düşündüğümde aklıma çiğdem dürüşken hocamın bir sözü geliyor, hocanın o meşhur odasında burada bahsettiğim kaygılardan söz etmiştim bir hayli zaman olmuş, bu tartışmaların, bu bilgilerin daha geniş kitlelere yayılması için interneti kullanabileceğimizi, alaylı veyahut diğer üniversitelerden konuyla ilgili birçok kişiyi tartışmalara dahil edip, mevcut konferansların daha rengarenk ve hareketli geçmesini sağlayabileceğimizi konuşuyorduk. arada bir yerde hocam, "meşhur olma gibi bir derdimiz yok" gibi bir şey söylemişti, yani troia filmi o kadar gümbürtü koparınca, medyanın aklına ancak bir şeyler düştüğünden, bizim o nevişahsına munhasır klasik filoloji koridorumuzu aşındırabileceklerinden vs konuşurken geçmişti bu sözü. yani bilgiye ulaşmak isteyen zaten ulaşıyordu, hele ki hoca'nın sürekli eserleri yayınlanıyor, en son vergilius 'un georgica ve boethius 'un felsefenin tesellisi çevirileri örneğin, isteyen istediği bilgiye ulaşıyordu onca. tabi benim üzerinde durduğum bahis farklıydı, o zamanlar şimdikinden daha da toydum, öyle bir enerjiyle saldırıyordum ki, her şeyin hemen olmasını istiyordum,oysa yaşamım vardı zaman olarak. işte şimdi böyle hızlı hızlı düşününce azra erhat 'tan çiğdem hoca 'ya yaptığım bu kısa yolculuğun bu başlıkla ne alakası var, diye sormanızı istemem, keşke azra erhat olaydı da burada, onunla tartışsaydık bu konuyu. şimdi bakın mater azra (pater sina 'dan * esinlendim.) nasıl destek oluyor bu başlık altındaki kimi tezlerime;

    ".. tekvin'le hesiodos'un eseri arasında ne gibi bir ilinti kurulabilir? aynı kaynak ve geleneklere mi dayanıyor ikisi de? bu konu üstüne ele geçmiş bazı ipuçlarını değerlendirmek yolunu arayacağız. doğrudan ilişki bir yana, hesiodos'un tutum ve davranışında kutsal kitabı anımsatan noktalar bulmuştuk. ozanımızın tarihsel akış görüşü, çağların, soyların birbirlerini izledikleri ve genel evrimde iyiden kötüye doğru bir gidiş olduğu kanısı kutsal kitabın ana görüşü ve kuruluşunda kullanılan yöntemle kıyaslanabilir. bir benzerlik olduğu kuşkusuz, özellikle böyle bir görüşe yunan yazınında, hele kendinden önce biç bir yerde rastlanmadığı göz önüne alınırsa. homeros destanlarında tüm insanlığı kapsayan bir gelişim sürecinden iz yoktur, boş tanrılardan ve efsanelik kahramanlardan başkalarının pek sözü geçmez biliyoruz bu destanlarda. ama kaderi ne kadar ak ya da kara olsun insanların kötüye giden bir akım içinde yaşadıklarını aklından bile geçirmez destanın yazarı. tanrılarla insanların al takke ver külah neşe içinde ömür sürdükleri bir yaşamı betimlemeyi amaçlayan ozan ekmek kavgası diye bir şey bilmez, biliyorsa da ona değinmeyi düşünmez. ne karamsardır, ne iyimser, daha doğrusu kendi çağını, kendi yaşantısını ya da çağdaşlarının yaşantısını söylemez ki, bu konuda duygusal ya da düşünsel bir tavır takınmak zorunluluğunu duysun.

    hesiodos'un karamsarlığı kendinden sonraki ozanlara bulaşmıştır, ionya 'da gelişen lirik şiir özellikle, elegia bu tutumu sürdürür. ne var ki bunların kötümserliği ya kişisel bir eğilimin, ya da işledikleri türün bir gerekçesidir, bir tarih ya da dünya görüşünü içermez, nitekim hesiodos'tan sonra yunan yazınında hesiodos'un ele aldığı efsanelerden iz bulmak olanaksız gibidir. hesiodos'u yunun şiirinden çok latin şiiri sürdürdü, diyebiliriz. büyük şairler izinden yürümüşlerdir: vergilius, ovidius en parlak temsilcileridir bu akımın. hesiodos belki şiirden çok felsefeyi etkilemiştir, ama o alanda da ozanın somut örneklerle canlandırdığı görüşünün ancak soyut bir yankısı bulunabilir, insanların üstüne üstüne yürüyen, onların aydınlatılmasını, eğitilmesini amaçlayan inançlı, eylemci davranışı kimde var? kimsede yok. neden yok, çünkü o sınıf bir daha dile gelmemiştir yunan yazınında diyesim geliyor. evet, hesiodos bir sınıfın, köylü sınıfının felsefesini açımlar, savunur ve yayar." (bkz: hesiodos eseri ve kaynakları)

    peki ben hocanın bu ifadelerinden sonra tekvin -> yunan/hesiodos -> roma -> incil -> islamiyet şeklinde bir insanlaşma sürecinden daha doğrusu, inançları ve inançlıları incitebilir bu ifadem daha doğru bir ifade kullanayam; papa 'nın saldırganlığında olmayayım; mitosların yolculuğunun uygarlıklar açısından böyle bir formülünü çizebilir miyim? bu, 'hiristiyanlık insancıl değerler taşımıyor.' demek değildir, ortak insanlık mirasımızdan söz ediyorum. bu entirimde, bu başlık altında uygulamaya çalıştığım her entiride belli kişilerin örnekleri üzerinde durma yönteminin gereğince, bir azra erhat alıntısı daha yapmak istiyorum aynı eserden, bu sefer konu hesiodos 'un helikon, homeros 'un da ida dağı ile olan ilgisi üzerine. bakın hoca, bu tutkuları nerelere vardırıyor;

    "..hesiodos 'un helikon'a öznel sevgisihomeros 'un ida' ya olan nesnel sevgisinden aşağı olmasa gerek, boiotia' lı ozan en yüksek mertebeye eriştiği dağı herhalde şiiriyle yüceltmek amacını gütmektedir, netekim bunu yapmaya yeltenir. musa'lara helikon'a bir övgüdür theogonia'nın başlangıcına yazdığı, ama hem soluğu homeros'un soluğu değil, hem de kendisi başku bir geleneğin izlerinde yürümektedir. bu geleneğin ardına düşelim.
    hıristiyanların kutsal kitabınıı karıştırırsak, orada adları geçen peygamberlerin çoğunu çoban olarak dağlarda tanrının "rüyetiyle" karşılaştıklarını, kimi zaman tanrı ile uzun boylu konuştuklarını, en önemli buyruklarını da tanrı'nın bu yoldan kendilerine ilettiğini görürüz. amos, işaya, yeremiah., hezekiel gibi tevrat'ta birer kitabı olan israil uluları hep bu dekor içinda söyleşide bulunurlar tanrı ile. bu sahnelerin en belirgini, hesiodos'un anlattığı serüvene eu yakın düşeni çıkış kitabında musa'nın başına gelen olaydır. bap 3'te şöyle deniyor: "ve musa kaynatası midyan kahini yetronun sürüsünü güdüyordu; ve sürüyü çölün arkasına götürdü, ve allah'ın dağına, horebe geldi. ve rabbin meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü; ve gördü, ve işte, çalı ateşle yanıyor, ve çalı tükeniyordu. ve musa dedi: şimdi döneyim, ve bu büyük manzaruyı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor. ve görmek için döndüğünü rab görünce, allah, onu çalının ortasından çağırıp dedi: musa, musa! ve o: işte ben, dedi. ve dedi: buraya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. ve dedi: ben babanın allahı, ibruhimin allahı, ishakın allahı, ve yakubun allahıyım. ve musa yüzünü örttü; çünkü allaha bakmaya korkuyordu". bunun üzerine allah musa'ya israil kavmini mısır'dan kurtarmayı ve ''geniş bir diyara, süt ve bal akan diyara" götürmesini buyurur, önce musa kendini bu göreve layık görmez: "ben kimim ki, firavuna gideyim ve israil oğullarını mısır'dan çıkarayım" yanıtını verir. tanrı kanıtlar getirir. musa: "fakat, işte, buna inanmayacaklar, ve sözümü dinlemeyecekler, çünkü: rab sana görünmedi, diyecekler." der. o anda tanrı musa'nın elindeki değneği, çoban değneğini bir yılana dönüştürür, daha buşka tansıklarr (mucizeler) belirtir. gücünün, görevinin belirtisi, simgesi oluverir değneği. söylevini de şöyle bitirir: tanrı: "ve alâmetleri onunla yapacağın bu değneği eline alacaksın." musa'nın ermişliği tamamdır, büyük görevini yerine getirmek için işe girişir. " (a.g.e.)

    işte hoca'ya göre buradaki skeptron sözcüğünü hesiodos 'un dizelerinde de görmekteyiz.
    aslında esin perilerinin ozana defne dalından -defne dalı olması anlamlı, bu ağaç tanrı apollon 'a adanmıştır.- koparıp verdikleri değnek skeptron sözcüğü ile değil, rhapdos sözcüğü ile verilmeliydi diye düşünebiliriz. (bkz: rhapsodos) zira rhapdos'u ozana özgü bir asa olarak biliriz ve homeros gibi epik şairlere rhapsodos dendiğini de sanırım ilgili başlıklarda yazmıştım. fakat hesiodos bu terimi kullanmıyor, bunu azra erhat , kendi şiirini destan saymadığıyla açıklayabileceğimizi düşünüyor, ya da köylü hesiodos 'un ionia'daki rhapsodosları tanımaması da söz konusu olabilir, belki de onun zamanında bu ozanlar yoktu.

    sonuç olarak köylü hesiodos 'un açık açık resmini çizdiği tanrılar dünyası (bkz: theogonia) ve evrenin oluşumu ile özellikle yahudi ve hiristiyan kaynakları oldukça iç içe girmiş görünüyor, benzerlikler ve birbirini iten yönler, hep dediğim gibi kültürel alışverişin mantıklı sonucu olarak görülmeli, ortak miras konusu bu yüzden ciddi ciddi tartışılmalı. azra erhat hocamızı bir kez daha bu entirimde hürmetle anma fırsatı bulmuş oldum böylelikle.
  • acaba "mitler de evrime ve bozulmaya tabidirler." sözüyle de açıklanabilir mi? diye düşündüğüm bir konu. bakalım;

    ".. tanrılar çağında insan henüz kendini keşfetmemiştir. her türlü nedensel eylemi, doğanın güçlerini düzenleyen ilahi, doğaüstü güçlere bağlar. thales'in dediği gibi, "her şey tanrılarla doludur". onlara karşı insanın tek niteliği güçsüz olmasıdır, insan, bu ilahi güçlerin hareket verdiği doğaya poetik ve metaforik bir dille yaklaşır. birtakım doğa olaylarını betimlerken, kendi yaşamına dair birşeyler anlatırken, bu güçlere karşı dehşet ve saygısını bu dille belirtir. bu çağ, tanrıların doğası ve insanla ilişkileri üzerine kurulmuş sözlü anlatıların ve geleneklerin çağıdır; mitin çağıdır." bu sözler, vico ile ilgili çalışmasında besim f. dellaloğlu 'na ait.

    "kahramanlar çağında, geleneksel, yarı-ilahi kahramanlar ve temel toplumsal kurumları, hukuku gündeme getiren kurtarıcılar ortaya çıkar. bu çağ kuralların, kent ve imparatorluk kurucularının çağıdır. bu kahramanlarla birlikte, onların kahramanlıklarını yazan, söyleyen ozanlar da ortaya çıkar.

    insan çağı, insanın kendi entelektüel yeteneklerine ve toplumsal düzenleme bilincinin farkına vardığı çağdır. bu çağ insanın kendisini, özgür, yaratıcı, kendi kaderini çizebilen ve kendini akılcı, mantıklı kavramlarla ifade edebilen biri olarak keşfetmesinin çağıdır. bu çağda düzyazı ve felsefi-bilimsel dil egemendir.

    mit, ilkel ve antik insanın kültür ve zihniyet kaydıdır. bunun hem öznel hem de nesnel etnolojik değeri vardır. öznel olarak, mit bize ilkel insanın nasıl düşündüğünü ve kendini nasıl ifade ettiğini anlatır. nesnel olarak da, ilkel insanın toplumsal ve kültürel yaşamının temel nitelikleri mitler yoluyla izlenebilir. "

    buraya kadar tamam, buraya kadar olan bölümde anlatılanlara benzer ifadeleri diğer entirilerimde sık sık kullandım. mitoslar dile getirildikleri, hissedildikleri çağların fotoğraflarıdırlar.
    fakat vico, homeros 'un yaşamış biri değil, yunan kültürünün ortak türkücüsü, birliktelik manasında mirası olduğunu söylüyor. olayı kişiselleştirmekten öte, umumi düşünceye sevkediyor.
    ona göre birisi, mantık ve etimolojik çözümleme yoluyla ilkel insanın tarih öncesini yeniden yapılandırabilir, çünkü mit, ilkel insanın yaşamının tarihsel olgularına alegorik biçimde de olsa göndermeler taşır. yine
    vico' ya göre, "mitler de evrime ve bozulmaya tabidirler." bunu şöyle açımlıyor; tanrılar çağının ilkel, özgül miti, insanın tarihsel ve toplumsal deneyiminin poetik ve metaforik bir dille anlatışıdır. kahramanlar çağında ise, profesyonel ozanlar miti artistik olarak yeniden kurmuşlar ve ona kendilerini ve kendi çağlarını, düşüncelerini, önyargılarını da katmışlardır. bu başlık altındaki ilk entirimde kısmen değindiğim şeylerden biri buydu. yani hikayelerin yunan (ve tabi ki roma) ozanları tarafından tekrar tekrar yorumlanması, üstüne üstlük örneğin ilias ve odysseia 'da üstünden geçilmiş bir hikayenin, başka şiirlerde, türkülerde dallanıp budaklanması söz konusudur. daha sonraki dönemde, en büyük örnek; aeneis destanıdır. zira homeros 'un kabaca bahsettiği anchises ve aphrodite oğlu aeneas 'ın yanan troya 'dan çıkıp roma 'ya yolculuğu aslında vergilius ve roma 'nın pragmatist uydurmasıdır. işte vico 'ya göre; mitin ilk parçalanması , kahramanlar çağında olmuştur, çünkü ozanlar antiklerin metaforik dilini çoğu zaman yanlış anlamışlar ve mitleri kendi anlayışlarına göre yeniden kurmuşlardır. bu açıdan vico, homeros öncesi iki farklı ozandan söz eder. teolojik ozanlar, bu mitleri ilk söyleyenlerdir. kahraman ozanlar ise, bu mitleri değiştiren ve bozanlardır. üçüncü ozan türü homeros'a, mitler bozulmuş ve değişmiş haliyle ulaşmıştır.

    vico, kendisinin mit kuramını ve homeros üzerine çalışmalarını, geliştirme ye çalıştığı yeni-bilim'in en önemli başarısı olarak görmüş. özgül mit, insan ruhunun ve düşüncesinin ifadesidir. hakiki mit, değişmiş ve bozulmuş mitten ayrılmalıdır. mit, kendi tarihsel bağlamında anlaşılmaya çalışılmalı ve ifade edildikleri dilde filolojik olarak çözümlenmelidir. vico'nun ilkel ve antik mitlere olan bağlılığı romantik dönemin herder ve schlegel gibi düşünürlerini de önemli ölçüde etkilemiştir.

    vico'nun en önemli "keşfi" homeros'un tarihsel bir kişilik olarak var olmadığıdır. (bundan yukarıda bahsetmitşim.)
    "homeros, yunan insanının söylemsel tarihinde dile gelen bir düşünce ya da kahramandır." "yunan insanının kendisi homeros'tur." vico, bu sonuca karşılaştırmalı metinsel çözümleme ile ulaşmıştır. ona göre, ilyada yunanlıların tanrılar çağına, odysseia ise kahramanlar çağına denk düşmektedir. bu nedenle bu iki mit aynı kişi tarafından söylenmemiştir. etimolojik açıdan homeros adı homou (birlikte, beraber) ve eirein 'den (bağlanmak) gelmektedir. dolayısıyla homeros yunan türküsünün genel etiketidir. homeros, kendisine atfedilen kitapların yazarı değil, yunan mitinin bir parçasıdır.

    "mitler de evrime ve bozulmaya tabidirler." bu cümleyi yalnızca vico 'nun verdiği iki farklı ozanlar çağı arasındaki farklılaşma açısından değerlendirmeyip, farklı coğrafyalardaki benzer kültür değişimleri, eklemelerini de göz önünde tutarak ele almalıyız diye düşünüyorum.

    kaynak: felsefelogos, 2000/1

    edit @: burası yeri midir bilmiyorum ama bahsetmeden edemeyeceğim homeros diye bir ozanın yaşayıp yaşamadığı sorunu avrupa'da tartışılmış özellikle frederic august wolf 1795 'de prolegomena ad homerum diye bir eser yayınlıyor. bilgin, bu eserinde homeros diye birinin yaşamadığını, iki destanının da lieder yani türkülerden meydana geldiğinden bahsediyor. azra erhat ise şöyle bir not düşüyor bu bahisle ilgili; ".. tarih ve arkeoloji araştırmaları homeros destanlarında anlatılan birçok gerçeklerin birbirinden ayrı çağlara ait olduklarını gösteriyor, dilde de daha eski öğelerle daha yenilerinin karıştığı açıkça beliriyor. ilyada'da ana olaya birçok ek olayların karışmasıyla, anlatımda tam tutarlı bir akış olmadığı, üstelik ilyada ile odysseia arasında köklü bir ayrılık bulunduğu, odysseia'nın ilyada'dan çok daha yeni tarih, sanat ve dil özellikleri taşıdığı apaçık görülür. o halde ilyada, homeros'un; odysseia, homeros'un değil mi diyeceğiz, yoksa her iki destan da çeşitli bölümlerin birbirine eklenmesinden meydana geldi deyip wolf'un savına mı döneceğiz? bilginlerin zihnini kurcalayan bir nokta da şu: atina'nın panathenaia bayramında, homeros destanları okunurmuş. 30.000 dizenin bir iki günde okunmasına olanak var mı? haydi ozanlar sıra ile çeşitli bölümleri okurdu desek bile, dinleyicide bu kadar büyük bir eseri dinleyecek hal mi kalırdı? her bayramda birkaç bölümün okunduğunu kabul edersek, destanların meydana geldiği eski çağlarda da aynı şey yapıldığını, yani homeros gibi ozanların bir oturuşta 1500-2000 dizelik bir destan okuduklarını kabul etmek gerek. paul mazon gibi büyük bir bilgin, ilyada'yı bir bütün olarak incelerken, birinciden yirmi dördüncü bölüme kadar bir ana olayın süregeldiğini gösteriyor ve şu sonuca varıyor ki her biri tutarlı bir bütün olan bölümler önemli dir; ilyada'nın aslı, yani homeros'un destanı, akhilleus'un öfkesini ele alan bölümlerden oluşur, ek olayları anlatan öbür bölümler ise belki homeros'un eseridir, ama ilyada destanına yabancıdır. homeros, yaklaşık 1500 dize tutan asıl ilyada destanını yarattıktan sonra, onu eklemelerle genişletip 16.000 dizelik bugünkü metin haline getirmiş olabilir. ama bu işi başka bir ozan da yapmış olabilir." (homeros, ilyada, önsöz)
  • kizilderili ve turk efsanelerinde kurt totemi başlıklı konuşmasında eliyeva şöyle desteklemiş 'mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci' hadisesini.

    "son devirlerde yapılan bir dizi teknolojik araştırma yeni yönlerin keşfine sebep oldu.

    bazı dillerde (sümer, hıt, elam, kütü), avesta’da türk kökenli kelimelerin olması, dünyanın bazı halklarının dünya görüşü, mitoloji, folklor ve dini abidelerinde türk soylu suje, şahıs ve motiflerin mevcutluğu zamanla kabul edilmeye başlanmıştır.1 orta çağ’da ve belki de daha eski devirlerde iskandinavların kafkas’dan göç etmeleri ve onların kafkas kökenli asırlarla, iskitlerle ve prototürk kökenli halklarla akraba olmaları hakkında da ilginç fikirler öne sürülmüş ve araştırmalar yapılmıştır.2 tüm bu meseleler hala tam olarak araştırılmamıştır. onların esaslı araştırması türk haklarının kökeni eski tarihi ile onların köklerinin açılmasında yeni sahifeler açacaktır. bilindiği gibi, son devirlerde dünyanın birkaç öncü türkoloğu amerika hinduları ile türk haklarının kökünün bağlılığı hakkında ilginç fikirler söylemişlerdi. bazı hindu kabilelerinin dünya görüşünde, dini düşüncelerinde, efsane ve folklorunda, adet ve ananelerinde türklerle fazlası ile uygunluklar görmüşlerdir. amerika kıtasında yaşayan hinduların türk soylu olması fikrini söyleyenler de vardır. amerika hinduları ilk eski türklerin etnik akrabalığı ve yahut da bu haklar arasında olabilecek kültürel manevi ahenklerin mümkünlüğü fazla ciddi ilmi bir problemdir ve ünlü araştırmacılardan otto rerığ, akademik a. karımullin, ahmet ali arslan, alısa nicat ve birkaç araştırmacı bu problemle alakalı ilginç fikirler söylemiş ve değerli eserler yazmışlardır.3

    tüm bunlara rağmen, ele alınan konu hala tam, gerekli seviyede açılmamış olup, bunun geniş, kompleks, şekilde araştırılmasına ihtiyaç vardır. öyle ki, etnograflar, etimoloji ile uğraşanlar, linguistler, kurtologlar, folklorşinaslar 5 farklı anketle bu meseleyi araştırdılar. anlaşıldığı gibi, günümüze kadar hinduların edebiyatı, kültürü, folkloru tam olarak araştırılmamıştır. aynı zamanda bellidir ki xix. asrın önlerinden başlayarak birkaç ünlü amerikalı yazar, alim batı dünyası için maceralı karakter taşıyan hindu edebiyatını, kültürünü öğrenmeye çalışmışlar ve bu onların bedii edebiyatına yansımıştır, araştırmacılar için bunların büyük önemi vardır.

    eski hindu kültüründe inşa etmek, bu alanda birkaç kavramlık misallere aydınlık getirmek için onların tarih boyu dünyanın hangi halkları ile alakada, iletişimde oldukları izlenilmelidir. araştırmacılar söyle bir sonuca vardılar ki hindular sibirya’dan, alaska’dan ve merkezi asya’dan geçerek amerika kıtasına gelmişlerdir. bu onların eksimoslarla alakadar olduğunu gösterir. bu fikirlerin dairesinde birkaç tutarlı delil alıp araştırmayı amaç edindik. bunun için ilk sırada hinduların ve türklerin dünya görüşlerinde bulanan genel faktörleri almam lazımdır. bu problemin açılmasında totem ve tabu esas rolü oynayabilir. hemen mesele ile alakadar ilim aleminde eskiden ispat olunmuş faktörlerden biri ondan ibarettir ki, eski türklerde şamancılığıyla yanaşı, toteizm de güçlü olmuştur. birkaç abidede, mes, tulu-kuşu, gaba-ağaç, kurt yüzü mübarek olur ve (kitabı-dede-korkut) bunu gözlemek olur. eski türk halklarının abidelerinde at, yılan kaplumbağa, kurt ve kartal vardır.

    tüm bu totem ve tabular içerisinde kurt ve köpek-it, konusu önemli yer tutar. şöyle ki, hem eski türklerde, hem de eski hindularda kurda inam gücü olmuştur. çeşitli durumlarda çeşitli kabile ve tayfalar arasında totemler değiştikleri halde kurt daha derin kök salmış, yüksek mevki tutmuştur. bu da kendi sırasında eski türk halklarının cedlerinin kurttan üremesi inancından doğuyor. bu konuya bağlı eski çin ve türk kaynaklarında değerli bilgiler var. geçen yüzyılda büyük rus alimi ve seyyahı n.y. biçuri’nin çin’e araştırma seyahatleri zamanı topladığı kaynaklardan türklerin kurt’tan türemesi konusunu gözlenmiştir. o ömrünün yirmi yılından fazlasını hasr ettiği araştırmalarından birinde der ki;’türkyuk evinin cedleri batı denizinin batısında yaşıyor ve tek bir toplum oluşturuyorlar. bu aşna denilen kunn evinin dolu olmasıydı. sonraları bu nesil komşu hükümdar tarafından yenildi ve tamamen kökü kesildi. onlardan yalnız 10 yaşlı ile bir oğlan sağ kaldı. yaşı küçük olduğu için askerler ona acıdılar, kollarını ve ayaklarını kesip onu bir göle attılar. dişi kurt oğlanı buldu ve onu etle besledi. hükümdar duydu ki, oğlan yaşıyor, oğlanı bulup öldürmesi için adam gönderdi. gelen adamlar oğlanın yanında dişi kurt göndüler. o zaman, çin rivayetinde değinildiği gibi, bu dişi kurt batı denizinin doğusundaki qao-çan’ın kuzey batısında olan dağlarda göründü. dişi kurt burada sığınak buldu ve oğlandan on çocuğu oldu. ve onlar da büyüdükten sonra evlendiler ve çocukları oldu. sonradan her biri kendi neslini oluşturdu.4

    n.y. biçuri’nin çin kaynaklarında bulduğu birkaç tür abidelerinde bu gözlenmiştir. türk araştırmacılarında da bu meseleye geniş yer verilmiştir. bazı ilk avrupa halklarının folklor ve rivayetlerinin kökleri asya-troya kaynaklarına, böylece de türk-hun kaynaklarına dayanır. kabileler iki yere ayrılırlar, yanan ateşin etrafında dans eder ve kutsal ruha teşekkürlerini ifade ederler. 5 hindu folklorunu araştıran ünlü rus alimi a.v. vaşşenko yazar ki: ‘insan-kurtlar doğu ve kuzeye doğru ilerlediler’ veyahut ‘görünür, hemen o insan kurtlar mogikanlardı. ona göre kurtlar onların totemi idi.’6 hinduların çok ünlü folklor örneği sayılan ‘vallamolum’ poemasında da kurdun adı çekilir. ‘vaviahtanların adasında güçlü kurt vardı ve o kabilenin başı idi.’7 beyaz kurdun babaları ile kartalın babaları uzun zaman balıkla zengin olan suların yanında yerleştiler.’8 ‘kuzey, güney ve doğunun adamlarını getirdiler. daha sonra ilk avcılar, rehberler, şamanlar ve onların karıları, kızları, köpekleri geldi.’9 hinduların masal ve efsanelerinde de kurtlarla bağlı fazla ilginç örnekleri var.

    ‘kara kurt herşeyi anladı. tayfanın adamları avdan döndüğünde büyük bir ateş yaktılar ve et kızardığında halkına yeni bir dans öğretti. şimdi tüm dakota tayfasının oynadığı ve kara kurta şöhret kazandıran bu yeni dans ‘onların dansı’ydı. 10 ''... o ansızın kımıldamadan oturmuş. gri kurt'la karşılaştı. kurt dedi ki: ben kutsal dağların bekçisiyim. seni daha yukarılara götüreceğim''11 ‘gri kurt’ yolda yalnız başına giderdi. kuyruğunu sallayıp, gözünü sahibinden çekmeden köpek de onun arkasında sürünürdü’12 gözlenmişti. şöyle ki, hususi ile roma efsanelerinde bu mesele açık-aydın görünür: ‘efsaneye göre, latin şehirlerinin birinin padişahı kendi kardeşi kızının ikiz doğmuş iki oğlunu-konulu ve kemi tibr çayına atmayı emr etmişmiş. o korkuyordu ki, çocuklar büyüdükten sonra onu tahttan mahrum ederler. çocuklar kurtulurlar. bir dişi kurt onları kendi sütüyle büyütür. roma da kapitoli tepesine kurt heykeli koyulmuştur. 13

    troya-roma çizgisinin gelişimiyle bağlı ünlü kazak şairi o. süleymasnov’un da ilginç fikirleri vardır.14 büyük hun imparatoru atilla’nın kurt’tan yaranması hakkında avrupa’da da rivayetler olmuştur. o süleymanov’un araştırmalarında da da bununla ilgili değerli delillere rastlıyoruz.
    sujenin macar varyantı italyanlara da malum oldu. a. n. vslelovkski’nin kitaba dahil ettiği italyan rivayetlere göre kendi kızını bizans taht-tacının veliahtı ile evlendirmeyi kararlaştıran macar kralı kızı tecavüzlerden korumak için geçici olarak kaleye koyar. kralın beklemediği bir iş olur. şehzade kız onunla birlikte kulede olan köpekten çocuğa hamile kalır ve atilla doğar. bu bilgiye uygun olarak, italyan ikonografiyası hun hükümdarını köpek kulaklı tasvir edeiyordu. a. n. vselovski’nin yazdığına göre, italyan rahibleri ‘önceleri (kururk) fahri olduğu için dikkati çekmeyen bir şeyi ‘atilla’ya kabahat tutmuşlar. rahibler attila’nın simasında köpekbaşların devamcısı yecuc mecucu görüyorlardı. zaman geçtikçe, köpek hakkında hayaller değişir ve bazı tayfalarda bu fahri yeri kurt tutar.

    çin araştırmacılarının malumatlarına göre eski türklerin bayrağında kurt başı şekli varmış. düşünülür ki, bu bayrağı avrupalılar görmüşler.’15
    erken orta çağ’da da bir sıra iskandinav haklarının, hususiyle, irlanda ve islandalıların folklor örneklerinde kurt totemi büyük yer tutuyor. bu da kendi heybetinde iskandinavların kafkas’dan göç etmesi menşece assar ve iskitlilere bağlı olması fikrini bir daha ispatladı.’16

    ‘kuhilin’ destanında evin köpeğinin öldürülmesinin imkansız olması motifi var. ‘büyük edda’, ‘küçük edda’17 destanında , hem de snorri sturluso’nun diğer eserlerinde belirtildiği gibi eski türklerin troyadan göç etmesi’ ve avrupa’da yurt salması hususiyle dikkati çeken misallerden biriridir. s. sturluso’nun ve sonraki devirlerde yaşayan diğer araştırmacıların eserlerinde denildiği gibi, eski türk kabilelerinde kendi sırasıyla kafkas’dan altay’a avrupa’ya ve amerika’ya göç ettiler. öyle ki, kurt toteminin eski türk iskandinav, roma, avrupa halkları yanı sıra eskimo kabileleri arasında da yayılması tesadüfi değildir ve bu eski ile alakalı olmuştur.

    bazı hindu kabilelerinin inamları (bazıları yok), türk dini ve dünya görüşüne daha çok bağlıdır. ünlü türk tarihçisi b. ögel’in hunların bir dini merasimi ile ilgili verdiği malumat dikkati çekiyor.18
    ‘önceleri köpeği iyice beslerler. köpek şişmanladıktan sonra onun boynuna renkli ip bağlarlar. ölünün ruhunun ona kurban edilen köpek tarafından korunacağına inanırlar.’19

    bu adet aynıyla irokez kabilesinde de var: ‘birinci gün köpeğin boğulması törenidir. bunun için en sağlıklı ve beyaz köpek bulunur. beyaz renk-irokezler için temiz ve inam sembolüdür. köpeği boğdukları zaman, eyere bir damla kan düşmemesi ve köpeğin kemiklerinin kırılmamasına çalışılırdı. köpeğin boynuna beyaz renkli ip bağlanırdı. bu bir saadet, itibar sembolüydü. aynı zamanda köpeği çok istekli süslüyorlardı ve bunu kendileri için hayırlı bir iş sanıyorlardı. süslenmiş köpek cesedini yerden sekiz lut yükseklikte sütundan asıyorlardı. ceset beş gün gece-gündüz sütunda asılı duruyordu. beşinci gün sabahı onu yakmak için indiriyorlardı. dört kabile iki köpek yakıyorlardı. cesetleri yaktıkları zaman hemen hemen herkes ağlardı.

    xiv. asrın amerikalı şairi ve hindu folklorunun güzel bilicisi, h. longfelleo’nun da yaratıcılığında kurtla bağlı misale rastlanır. onun hindu hayatından bahseden ünlü poeması ‘hayavata hakkında nağme’ eserinde kurt derisinden olan şehirli torbadan konuşma gelir.

    pok-kiviş tantomeyle
    kurt derisinin torbasını
    açıp, ordan önce bir
    cam çıkarttı, sonra bir-bir
    çıktı çöle bu torbadan
    pogasenin fikurları:
    tomagouk, ponkevogon
    bir helaca balıg-kigo
    bir çift yılan, bir çift yaya!20

    belki de bu kutsal torba-yani kurt derisinden dikilmiş bu eşya yer küresinin kendisidir. yer küresi kutsal olduğu için kurt derisinden dikilmiş torbaya benzetiyorlardı.xx. asır amerika edebiyatında ünlü yeri olan yazarlardan biri de jak london’dur. kurt totemi ile bağlı onun da yaratıcılığında ilginç misaller vardır.
    ‘cedlerin silahı’ adlı eseri buna örnek olabilir.21 u. folkner’de de kurta bağlı dikkati çeken deliller var. ‘tam üç gün duum batıya gidemiyordu, diyordu ki ‘ben atımı görüyorum.’22
    hinduları gömerken onun köpeğini de kendi ile birlikte gömüyorlardı. bu ise köpeğin sahibine vefalı olduğunu gösteriyordu. bütün bu söylenenlerden söyle sonuca geliyoruz ki, dünya halklarının sonuncu etnogenezini ortaya çıkarmak için birkaç antropolojik cihetin yanı sıra, aynı zamanda tesaffütü ve dini dünya görüşlerinin de önemi vardı.

    dipnotlar:

    *bakü-azerbaycan.

    1. osman nedim tuna, sümer ve türk dillerinin tarihi ilgisi ile türk dilinin yaşı meselesi, ankara 1990; a. mamedov, teoretiçeskiye problemi vossotahovlehiya perviçhik komey ve tyürskix yazıkax ‘ azerb.filologiyası’ meseleleri bakı, ‘elm’, 1984; o. süleymanov az-ya.azerb.devlet neşriyyatı, bakü, 1983.

    2. tur keyerold. azerbaycan teli(migtası yahih avto sehtrik hezetiyyasihe tengidi bakış), ‘azerbaycan gezeti. 6 nisan, 1995.

    3. a. katlimullin, prototyunki ve indegçi amenki (psled on odnoy gipotezi) m. ihsan, 1995; ahmet ali arslan ‘hazar’ dergisi, 1991, no 2-3, 5-51-52; elisa nicat, hale türk isimlenmeyen türkler, ‘bozkurt’gazetesi, 1984.

    4.n.y. biçurin, gobranie svebehiy o hatodax, obitavşix v stedhey azii v drevhie vrermeii. izdateistvo akademii nauk sssr: moskvo-leningrad 1950-5220-221.

    5. motgah, ligo xodehosuhi, ili itorezov. izdatelstvo ‘nauka’, moskva, 1983. s. 112.

    6.a.v. vaşşenko, istotiko-epiç eskoy folklor se vedoamerikahskoy indıyçev (tipologiya poetika) ‘nauma’, moskva. 1989, s.41

    7.ay, yer., s. 182.

    8.ay, yer., s. 176.

    9.ay, yer., s. 177.

    10. dünya halklarının efsaneleri, bakü, 1999. s. 434.

    11. ay, der., s. 442.

    12. eski dünya tarihi, bakü, maarif, 1990, s. 201.

    13. o. süleymanov, az-ya. azerbaycan devlet neşriyatı, bakü, 1993, s. 220.

    14. o. süleymanov, az-ya . azerbaycan devlet neşriyatı, bakü, 1993, s. 220.

    15. tur heyeldal. azerbaycan telilmigtasiyanın avrosektrik heztiyyesine tengıdi bakış ‘azerbaycan’ gezeti, 6 nisan 1995, ci il.

    16. miladşaya eddo izol, ‘noukia’, leningrad 1970, s. 89

    17. ay.yer., s. 10.

    18. b.ögel, büyük kuh imperiyesi gahdik, bakü, 1992, s. 171.

    19. ay, yer

    20. h. longfello. hayavata hakkında nağme, genolik, bakü, 1971, s. 175.

    21. c. lohdon, povestler, hikayeler, yatıçı. bakü. 1991, s.8.

    22. u. folkher, kırmızı yapraklar, ‘bağban’ toplosu gençlik, bakü, 1990, s. 115."

    kaynak: http://www.akmb.gov.tr/
  • "sümer'de bereket kültü nasıl ve niçin doğmuştu?" sorusundan başlayıp sümer'deki kutsal evlenme törenleri 'nin sonraki ibrani dinlere nasıl etki ettiğinden söz ederek 'mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci' ne bugünkü katkımı da gerçekleştirmiş olayım;

    sümer ekonomisi tarım ve hayvancılık üzerine kurulmuş olup, ürünler ne kadar bol olursa halkın zenginliği ve rahatı da o kadar çok olurmuş. ürünlerin bolluğu toprağın ve dölyatağının ve­rimli olmasına bağlıymış. bu da cinsel istek ve güç ile ola­bilecekti. sümerliler cinsel güce "kalbin suyu" demişler.

    3000 yıllarında, sümer düşünür ve din bilimcileri, sümer'in önde gelen şehirlerinden uruk'un baştanrıçası olarak kabul ettikleri sevgi kaynağı, çekici ve fettan inanna'yı kralları ile evlendirirlerse, onların verimlilik gücünün ülkelerine bolluk ve bereket getireceğini düşünmüşler. bu yüzden sümer kral lis­tesine göre, uruk'un dördüncü kralı dumuziyi çoban tanrısı ya­parak tanrıça inana ile evlenmek üzere seçmişler. bundan sonra sümer'in şair ve ozanları bu konuyu, bazıları açık saçık olan yüzlerce satırlık şiirlerle anlatarak, çalgılar eşliğinde söyleterek dinlerinin önemli bir töresi haline getirmişler.

    kutsal evlenme öyküsü şu bölümlerden oluşuyor:

    1) tanrıça'nın dumuzi'yi koca olarak seçmesi.
    2) evlenmeleri.
    3) tanrıça'nın yeraltına gitmesi.
    4) tanrıça'nın yeraltından kurtulup yerine kocası dumuzi'yi göndermesi.
    5) kocasını baştan çıkaran kızın öldürülmesi.
    6) dumuzi'nin yeraltından kaçması.
    7) dumuzi'nin rüyası.
    8) dumuzi'nin tekrar yeraltına götürülmesi.
    9) dumuzi'nin kız kardeşi tanrıça geştinanna'nın, kardeşi yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek, dumuzi'yi yarım yıl için kurtarması.
    10) her ilkbaharda yeraltından çıkan dumuzi ile inanna'nın birleşmesi.
    11) bu birleşmenin, ülkenin kralı ile yüksek düzeyde bir ra­hibenin evlenmesiyle sembolize edilmesi ve bununla başlayan yeni yıl için kutlama şenlikleri.

    bu evlenmeye ait birbirinden değişik şiirler var. bunlar ya çeşitli ozanlar tarafından ya da çeşitli çağlarda yaratılan şiirler. bunlardan birine göre, inanna ile çiftçi, çoban, balıkçı ve kuş avcısı evlenmek istiyor. inanna, evlenmeye hazır olunca onları çağırıyor. çiftçi gelirken henüz biçilmiş arpa, çoban taze süt ve kaymak, avcı çeşitli kuşlar, balıkçı da sazan balığı getiriyor. tanrıça, bunların içinden çoban tanrısı dumuzi'yi seçiyor. başka bir şiire göre, inanna'nın kardeşi güneş tanrısı utu, kardeşine dumuzi'yle evlenmesini öneriyor. tanrıça, önce çiftçi enkimdu ile evlenmek istiyor, sonradan dumuzi'yi seçiyor.

    dumuzi sevgilisinin kapısında kapının açılmasını beklerken, inanna, annesi tanrıça ningal'e ne yapması gerektiğini soruyor. o da kızma, bu adamın iyi bir koca olabileceğini, giyinip süslenip kapıyı açmasını söylüyor. tanrıça söyleneni yapıp kapıyı açıyor. dumuzi kapıda onu ay gibi parlak görünce sarılıp öpüyor ve övgü dolu sözler söylüyor. tanrıça da kadınlık organını gök teknesine, yeni doğan aya, sürülmemiş tarlaya ben­zetiyor ve sürülmemiş bu tarlayı kimin süreceğini soruyor. du­muzi kendisinin süreceğini söylüyor. bundan sonra düğün hazırlıkları başlıyor. bir şiire göre tanrıça için taze hurma top­lanıyor. inanna, kraliçelik hazinesine sokuluyor. kendisine yaraşacak çeşitli mücevherler seçiyor. giyinip süsleniyor. her tarafına güzel kokular sürüyor. gözlerini kömürle boyuyor. diğer taraftan lacivert taşlarla süslü, beyaz çarşaflı bir yatak hazırlanıyor. yatağın etrafına sedir kokuları serpiliyor. inanna kraliçelik yatağına davet ediliyor. o yatağı açıyor ve sevgilisini, "yatak hazır, yatak seni bekliyor" diyerek yatağa çağırıyor. du­muzi, bir elini inanna'nın kalbine koyarak "el ele uyumak tatlıdır, kalp kalbe uyumak daha tatlıdır" diyor. inanna, dumuzi'nin kendisine yaptıklarını anlatıyor: sevimli eliyle kalçalarını, saçlarını okşuyor. elini kadınlık organına koyuyor. kara teknesini kremle doldurarak onu seviyor. daha sonra inanna "birlikte olmaktan zevk duyduk, o benimle neşelendi, benim tatlı sevgilim kalbime yaslanarak dil oyunlarıyla elli defa yaptı" diyor. büyük bir aşk ve zevkle başlayan bu evlilik ne yazık ki, inanna'nın yeraltı dünyasına gitmesi ile acı bir duruma dönüşüyor. şiir tarzında yazılmış bu uzun öyküde, inanna, yeraltı tanrıçası olan kız kardeşi ereşkigal'i görmeye gider. ereşkigal, inanna'nın yeraltı dünyasına sahip olmak istediğini düşünerek yeraltı kuralına göre onu bir cesede dönüştürür. diğer taraftan kardeşinin kocası dumuzi'yi baştan çıkarsın diye, yeryüzüne bir kız gönderir. tanrıça, veziri ninşubur'un yalvarmasıyla bilgelik tanrısı enki tarafından kurtarılırsa da, yerine birini bırakması gerekmektedir. inanna, yanında cinlerle, yerine birini bulmak üzere şehir şehir dolaşmaya başlar. gittikleri yerlerdeki tanrılar, inanna'nın ye­raltında kalmasının üzüntüsüyle çuval elbiseler giymiş, tozlar içine bulanmışlardır. tanrıça kıyamaz hiçbirini vermeye. nihayet uruk şehrine geldiklerinde, kocasını en iyi giysiler içinde, başında tacı ve kucağında bir kızla tahtında kurulmuş olarak gören tanrıça, birdenbire çok kızarak "alın götürün bunu!" der. cinler, dumuzi'yi yakalar; döverek, hırpalayarak, sürükleyerek yeraltına götürürler. kızı da tanrıça öldürtür. dumuzi, orada güneş tanrısı utu'ya kendisini kurtarması için yakarır. o da dumuzi'nin elini ayağını yılana çevirerek kaçmasını sağlar. fakat, cinler arkasını bırakmazlar. kardeşinin evine saklanır, orada tanı yakalanacağı zaman kırlara kaçar. kardeşine onun yerini söylemesi için işkence yaparlarsa da, söylemez. dumuzi, kırda uyurken bir rüya görür. rüyasını, rüya yorumlayıcısı olan kardeşi tanrıça geştinanna'ya anlatır. o da büyük bir üzüntüyle onun yine yakalanacağını söyler. gerçekten de yakalanıp yeraltına götürülür. yaptığına çok pişman olan, fakat kocasının cezasız kalmasını istemeyen inanna'nın yardımıyla geştinanna, tanrılar meclisinden kardeşi yerine yarım yıl yeraltında kalmayı isteyerek, yarım yıl kardeşinin yeryüzüne çıkmasını sağlar. dumuzi, yeryüzüne bahar zamanı çıkarak karısıyla birleşir. işte bu birleşme sunucu yeryüzünde bütün bit­kiler yerden fışkıracak, hayvanlar yavrulayarak, yumurtlayarak çoğalacak, her tarafa bereket gelecek diye düşünmüş sümer din­cileri ve o günü yeni bir yılın başlangıcı olarak kabul etmişler.
    bu birleşmeyi, ülkenin kralıyla yüksek düzeydeki bir rahibeyi her yeni yılda büyük şenliklerle evlendirerek sembolize etmiş­lerdir. törenlerde tanrıça yerine geçen rahibe, tanrı yerine geçen kralın birbirlerine söyleyecekleri sevgi, aşk, tutku dolu şiirler yazılmış, bunlar çeşitli çalgılar eşliğinde çalınmış, söylenmiştir.

    bu şiirler, tevrat üzerinde çalışan bilginleri yüzyıllar boyu büyük bir meraka düşüren bir konunun aydınlığa çıkmasını sağlamıştır. tevrat'ta "süleyman'ın şarkılar şarkısı" bölümünde çok sayıda açık saçık aşk şiiri vardır. "bunlar tarih değil, dinle de ilgili görülmüyor, neden bu din kitabında bulunuyor?" sorusu araştırmacıları devamlı düşündürmüştür. kilise papazları isa'yı seven, kiliseyi sevilen, ibraniler ise yahve'yi seven, israil'i sevilen olarak yorumlamışlardır. 19. yüzyılda ise, bunun, filistin düğünlerinde yapılan törenlerle ilgili olduğu söylenmiştir.

    kutsal evlenme şiirleri, özellikle bu yüzyılın ikinci yarısından sonra okunup çözüldükçe, bunların "süleyman'ın şarkılar şarkısı" bölümündeki şiirlere çok benzediği görülmüştür. bu bölümün tevrat'ın en son elden geçişinde bile çıkarılmaması, israil'de be­reket kültü etkisinin henüz tamamıyla silinmediğini gösteriyor. öykünün izleri ugarit, finike, kenan ve yunan efsanelerinde de bulunmaktadır. israil'e mezopotamya'dan doğrudan doğruya ve suriye yoluyla geçmiştir bu kült. kutsal evlenme törenleri islam dünyasında da iz bırakmıştır.
    hıristiyanlar arasında isa'nın yeryüzüne çıkması, bereket getirmesi inancına dayanan ve yumurtalarla kutlanan, al­manya'da ostern, ingiltere'de easter yortusuyla, halkımız arasında hızır ile ilyas peygamber'in birleştiği düşünülen hıdrellez şenlikleri bu kutsal evlenme töreninin bir uzantısı sayılabilir. takvimimizde yer alan temmuz ayının adı da dumuzi'den gelmektedir. (muazzez ilmiye çığ, inanna 'nın aşkı)

    çok değerli bilimkadını muazzez ilmiye çığ hanımefendi'ye sevgiler.
  • efendim; geçen gün edebiyat fak. kapısından çıktım, eve dönmeye kararlıyım, elimde bir dünya kitap, yağmur yağmış hafif, ıslanmışım rezil olmuşum kitaplar ıslanmasın diye kot cekedimle korumaya almaya çalışmışım vs beri yandan da umberto eco 'nun the making of europe dizisi için yazdığı la ricerca della lingua perfetta nella cultura europea sında daha hemen giriş bölümünde, galiba 90-93 yıllarında yazdığı giriş bölümünde; tam da mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci başlığına uygun değişik anekdotlar görmüşüm, onu okumaya çalışıyorum, tabi kitabın sayfaları saman kağıdı olduğundan ıslandıkça koca koca lekeler oluyor; hemen edeb. fak. kapısının az yukarısındaki büfenin oraya sığındım; okumaya başladım; ve artık bu konu o kadar çok aklıma kazınmış ki, sanki kitabı bir daha göremeyecekmişim de bu konuda ilgili hikayeleri sözlüğe yazamayacakmışım gibi geldi bana, telaşım ondandı, gereksiz yere panik yapmıştım, neyse zaten çok hafif olan yağış durdu; ben zaten ilgili kısmı okumuştum o sığındığım ufak yerde, zira şimdi alıntı yapacağım kısımdan sonraki bölümde; eco, kusursuz dil ütopyası üzerine konuşmaya başlıyor, tabi o kısım başka bir konumuzun, başlığımızın, entirimizin malzemesi, aracı olabilir; biz gelelim mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci 'ne,

    bakın umberto eco evvela herodotos 'tan, onun tarihinden ii, 1. 'den nasıl bir alıntı yapıyor;

    "psammetikos bir çobana, rasgele iki tane yeni doğmuş çocuk verdi; çocuklar ağıla konacak ve şöyle büyütülecekti: kimse onların yanında ağzını açıp tek söz söylemeyecekti [...]. psammetikos'un böyle yapmasının ve bu emri vermesinin nedeni, çocukların ağızlarından çıkacak ilk sözü yakalamaktı [...]. çoban, çocuklara iki yıl bu şekilde baktıktan sonra, bir gün kapıyı açıp içeri girdiğinde, çocuklar ayaklarına atılıp ellerini uzatarak "bekos" dediler [...]. [psammetikos] frigyalıların ekmeğe "bekos" dediklerini öğrendi. böylece mısırlılar [...] frigyalıların kendilerinden daha eski olduklarını kabul ettiler."

    bu birinci anekdot; hemen altında eco, diğer anekdota geçiyor; salimbene da parma, cronaca,no. 1664. 'den;

    "ii. friedrich, hiç kimseyle hiçbir şey konuşmaksızın yetişen çocukların, ergenliğe vardıklarında hangi dili ve lehçeyi konuştuklarını sınamak istedi. ve bu yüzden dadılarla süt annelere, bebeklere sadece süt vermelerini [...] ve onlarla konuşmamalarını emretti. aslında, çocukların ilk dil olan ibraniceyi mi, yunanca, latince ya da arapçayı mı, yoksa onları dünyaya getiren anne-babalarının dilini mi konuştuklarını bilmek istiyordu. ancak çabaları sonuç vermedi, çünkü çocukların ya da bebeklerin hepsi ölüyordu."

    çok trajik değil mi? fakat sınama bilinci; gerek herodotos 'un gerekse salimbene da parma 'nın aynı; fakat birinde elle tutulur bir sonuca ulaşılıyor, diğerinde sonuç müspet değil.
    bir sonraki anekdota geçelim; leibniz 'in hannover dük'üne mektubundan, 1679

    "eğer tanrı siz yüce efendimize bana tahsis etme lütfunu gösterdiğiniz 1200 gümüş sikkeyi sürekli bir gelire dönüştürme düşüncesini esinlerse, ramon llull gibi mutlu olacağım, belki de bunun karşılığında daha büyük bir hizmet sunarak... çünkü benim buluşum aklın eksiksiz kullanımını içerir: görüş ayrılıklarında bir yargıç, bir kavram yorumcusu, bir olasılıklar cetveli, deneyimler okyanusunda bize yol gösterecek bir pusula, bir nesneler envanteri, bir düşünceler çizelgesi, var olan şeyleri irdelemek için bir mikroskop, uzak olanlarını kestirmek için bir teleskop, genel bir hesap, masum bir büyü, hayal ürünü olmayan bir kabala, herkesin kendi dilinde okuyacağı bir yazı, hatta birkaç haftada öğrenilebilecek ve tüm dünyada yaygınlık kazanacak bir dildir. ve bu dil, gittiği her yere gerçek dini götürecektir."

    bir diğeri de jonathan swift 'in gulliver'in yolculukları, iii, 5 'den;

    "sözcükler yalnızca şeylerin adları olduğuna göre, herkes konuşmak istediği konuları dile getirmesine yarayan şeyleri yanında taşısa çok daha rahat olurdu [...]. en bilge ve bilgili kimselerden birçoğu, şeyler aracılığıyla meramını dile getirme şeklindeki bu yeni sistemi benimsemişlerdir; sistemin tek sakıncası, karmaşık ve farklı türden konulardan söz etmek gerektiğinde, insanın sırtında koca bir nesneler yükü taşımak zorunda olmasıdır, tabii iki güçlü hizmetkâr tutabiliyorsa, sorun yok demektir [...]. buluşun bir başka büyük yararı, uygar milletlerin hepsinde anlaşılabilecek evrensel bir dil işlevi görebilecek olmasıdır [...]. böylece elçiler, yabancı hükümdarların ya da bakanların dilini bilmeksizin onlarla konuşabileceklerdir."

    peki kendimi keşfettim diyen herakleitos 'un (fr. 101, çev: cengiz çakmak) kullandığı edizesamen fiilinin araştırmak, soruşturmak, gizemini ortaya çıkarmak yani keşfetmek manaları bizzat bu arayış içinde geçerli olabilir mi? insan bu dili keşfedebilir mi? bakın zaman dilimi, eserler çapında ortaya konan aynı husus değişmiyor, bir anakronizm yani zaman kayması da yok, her keşif çabası, çabanın gerçekleştiği süre içinde bir anlam taşıyor, herodotos 'tan bu yana değişik eserlerde verilen bu üç anekdot bir dördüncüsüyle bakın nereye varıyor;
    efendim rimbaud 'nun paul demeny 'ye mektubunda, 15 mayıs 1871 'de bakın ne yazıyor:

    "zaten, her söz bir fikir olduğundan, bir evrensel dilin zamanı gelecektir! [...] bu dil ruhtan ruha olacak, her şeyi içerecektir: kokular, sesler, renkler [...]

    bu şeyler nedir? bu şeylerin yolculuğu nedir? değişik zaman dilimlerinde değişik kişiler neden bu hususun üzerinde böyle durdular, bunun bir manası olmalı. adem 'den confusio linguarum 'a şöyle okuyucuları sıkmayacak, kelimeler üzerinden gezinmekten hoşlananlara, özellikle de bu başlıkta yazıklarımı takip edenlere, bana sözlükten veya dışardan mesaj atıp bir şekilde, bu serinin devamını getirmem için teşvik edenlere bir selam çakıp, şöyle yavaş yavaş bu hadiseye bu akşamki katkımı geçekleştireyim;

    her şeyden önce tanrı konuşur, göğü ve yeri yaratarak "işık olsun" der. ancak bu tanrısal sözden sonra "ışık oldu" (tekvin, 1, 3-4). yaratılış bir söz edimiyle gerçekleşir ve tanrı yaratma süreci içinde şeylere ad vererek onlara ontolojik bir statü kazandırır: "ve tanrı ışığa gündüz ve karanlığa gece dedi [...] ve tanrı kubbeye gök dedi." (a.g.e.) fakat aynı durum yunan 'da, hesiodos tarafından theogonia 'da şöyle anlatılır; khaos'tan iki karanlık ilkesi çıkar:nyx ve erebos; nyx yeryüzündeki geceyi,erebos ise yeraltındaki karanlığı simgeler. nyx'ten de iki ışık ilkesi çıkar: aither (bkz: esir) ve hemera (bkz: gündüz).doğurma süreci gaia (toprak, yüzey) ile başlar,bu da parthenogenesis yani kendi kendine üretme yoluyla olur: gaia ilk olarak uranos'u,gök'ü doğurur.

    yeniden kutsal kitap'a dönersek; tekvin 2, 16-17'de, tanrı ilk kez insanla konuşur, ona yeryüzü cennetinin bütün nimetlerini sunar ve iyilik ile kötülük ağacının meyvesinden yememesini emreder. tanrı'nın âdem'le hangi dilde konuştuğu belli değildir ve geleneğin büyük bir bölümü, kutsal kitap'ın öteki sayfalarında da olduğu gibi tanrı'nın, hava olgularıyla, gökgürültüleri ve yıldırımlarla kendisini dile getirdiği bir tür iç aydınlanmaya dayalı bir dil olarak değerlendirecektir. ancak böyle anlaşılması gerekiyorsa, burada, bilinen dillerin sözlerine çevrilmesi olanaksız olan, ancak gene de özel bir armağan ya da kayra sayesinde onu duyan kişinin anladığı bir ilk dil olasılığı belirleniyor demektir.
    yani tekvin'de adem ile tanrı'nın konuşması belirsizdir fakat, bir anlaşma yani iletişim olduğu ortada, bu anlaşma biçiminin bizim algımız dışında değerlendirilmesi kanaatindeyim. bizim için anlaşılması imkansızdır, o halde adem 'in mevcudiyeti de, bizzat ilk insan olmasından ötürü, biz insanlardan biraz farklıdır. tanrıyla olan diyaloğu anlayabilecek, üstesinden gelebilecek şekilde yaratılmıştır.

    bu noktada (2, 19 vd.) tanrı "her kır hayvanını ve göklerin her kuşunu topraktan yaptı; ve onlara ne ad koyacağını görmek için adem e getirdi; ve adem her birinin adını ne koydu ise, canlı mahlûkun adı o olarak kaldı". (a.g.e.)

    işte tam bu noktada; belirtilmesi gereken bir hadise söz konusu; efendim semavi dinlerin hepsinde ve diğer pagan mitolojilerinde ortak olan bir nomothetes söz konusu. nedir nomothetes? dilin ilk yaratıcısı konusudur. adem 'in, hayvanları nasıl adlandırdığı, tıpkı tanrıyla olan diyaloğunun belirsiz olması kadar anlaşılmazdır, biz insanların bunu bilmesi mümkün değil, elimizde o dönemin fotoğrafını çekebilecek yeterli tasvirler yok, olması da mümkün değil.

    peki o halde elimizdeki bir başka kaynağa yöneliyorum; vulgata 'ya yani kutsal kitap incil'in 4. yüzyıl sonunda hieronymus tarafından yapılan latince tercümesine; fakat tekvin'deki karışan kafamız, burada da karışık kalmaya devam ediyor. zira eserde; nominibus suis ifadesi geçiyor; bu ne demek? latincede 'onların adlarıyla' demek. ama bu ifade bize ilk dilin nasıl olduğuyla ve adem 'in canlıları adlandırırken hangi metodu kullandığına dair yeterli bir veri değil. hatta umberto eco, şöyle bir soru sorar; "bu (yani nominibus suis) adem 'in, onları dil dışı bir yetkiyle, onlara uygun düşen isimlerle adlandırdığı manasına mı gelmektedir?, yoksa şimdi bizim (adem geleneği temelinde) onlara atfettiğimiz adlarla adlandırıldığı anlamına mı? adem 'in verdiği her isim, doğası gereği o canlının taşımak zorunda olduğu ad mıdır, yoksa nomothetes 'in keyfi olarak yani ad placitum onlara vermeyi kararlaştırdığı ve böylece bir uzlaşımı kurduğu ad mı?" (a.g.e.) geldik adem 'in havva 'yla karşılaşma anına; adem 'in konuşması ilk defa aktarılır bu bölümde; adem der ki; "şimdi bu benim kemiklerimden kemik, ve etimden ettir. buna virago denilecek." efendim latincede virago; erkek gibi kadın, kadın savaşçı, kadın kahraman manalarında. âdem'in karısına "yaşam", canlıların annesi anlamına gelen havva adını verdiğini göz önünde bulundurursak, tümüyle keyfi olmayan iki adlandırmayla, "doğru" adlarla karşı karşıyayız diyebiliriz. (a.g.e.) yunan 'da ise "pandora 'dan önce kadın yok muydu? insan yaratılınca tek cins olarak mı yaratıldı? yunan mythos'unun havva' sı rolündeki pandora ilk kadın mıdır?" sorularına hesiodos 'un eserlerinde cevap yoktur. çiğdem dürüşken hoca 'nın yorumuna göre; pandora; 'tanrının öfkesinin (bkz: nemesis) açığa vuruluşudur bu görkemli figür. insanın bu aldatıcı, kurnaz aklını, başkaldıran ruhunu soluksuz bırakacak, düşünme eylemini sona erdirecek, bilincini yaracak ve onu salt tutku varlığı haline getirip iliklerine kadar eritecek tek varlık. üstelik eline verilen kutuya konan tüm kötülükleri yeryüzüne saçtığı halde, insanın tek dayanağı olan umudun dışarı çıkmasına izin vermeden kutunun kapağını kapatan varlık. tanrısal intikam, daha başta insanlığın umudunu elinden alır.' (navisalvia 2004, sf:138)

    gelelim tekrar dil konusuna; tekvin 11, 1 vd 'de ayrıntılı bir şekilde değiniliyor bu konuya;
    'tufan'dan sonra "bütün dünyanın dili bir ve sözü birdi"; ancak kibir (bkz: hybris), insanların rab ile yarışa girip göğe ulaşacak bir kule inşa etmeyi istemelerine yol açar. rab onların kibrini cezalandırmak ve kulenin inşasını önlemek üzere şu kararı verir: "gelin, inelim ve birbirlerinin dilini anlamasınlar diye, onların dilini orada karıştıralım. [...] bundan dolayı onun adına babil denildi; çünkü rab bütün dünyanın dilini orada karıştırdı; ve rab onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı". çeşitli arap yazarların (krş. borst 1957-63, i, ii, 9), dillerin karışmasını, kulenin kuşkusuz korkunç çöküşü karşısında meydana gelen travmatik nedenlere bağlamaları, ne bu metnin ne de kısmen farklı tarzlarda olsa da dünyada farklı dillerin var olduğunu doğrulayan başka mitolojilerin içeriğini hiçbir biçimde değiştirmez.'(eco)

    örneğin kuran 'da zâriyât suresi, ayet 46'da şöyle geçiyor nuh;
    "bunlardan önce de nuh kavmini helak etmiştik. çünkü onlar da yoldan çıkmış bir kavimdiler."
    (nuh tufanının çeşitli kültürlerde anlatılış şekliyle alakalı daha ayrıntılı bilgi için: #9960704) görüldüğü gibi yine haddini aşmış bir kavimden bahsediyoruz. o halde olay üç aşağı beş yukarı aynı fakat inanç sistemi devamını değişik getirmiş, mümkündür.

    fakat ortaçağın mühim isimlerinden (ortaçağ felsefesi/@jimi the kewl entiri(leri)mde üzerinde durdum uzun uzun) augustinus 'un, ibranice 'yi ilk dil olarak, insanlığın ilk dili olarak düşündüğü de bilinir. bu patristik geleneğin bir özelliğidir. confusio linguarum yani dillerin karışımı olayından sonra halk, ibraniceyi korumuştur. fikir bu. her ne kadar augustinus latinceden memnunsa da, zaten kilisenin ve ilahiyatın dilinin latince olmasından dolayı sesini çıkarmasına da gerek yoktu; bir kaç yy. sonra sevilla'lı isidorus (etymologiarum, ix,1) çarmıhın üzerindeki yazı üç dilde yazılmış olduğundan, her durumda üç kutsal dil; ibranice- yunanca ve latince- bulunduğunu rahatlıkla öne sürecektir. fiat lux / ışık vardı dediğinde; tanrı'nın hangi dilde konuştuğunu o dönem ortaya koyabilmek şimdi aynı bilgiye ulaşmak kadar zordu. pekala bu bana şunu anımsatıyor; kingdom of heaven 'da kudüs 'ün onca el değiştirmeden sonra; [romalıların yahudilerden alması (bkz: paganizm), hiristiyanların romalılardan alması, müslümanların hiristiyanlardan alması (bkz: selahaddin eyyubi)] kimsenin oraya "bizim" diyemeyeceği üzerine edilen sözler; balian 'ın; "kudüs hepimizin" mesajı, tıpkı tanrının ilk defa adem'le, yani insanla nasıl iletişime geçtiği üzerine sahiplenmelerinin, ve kendinden olmayanları reddedip kafalarında ölüme mahkum etmelerinin gereksizliği, hatta bu yaranın artık dini ve milli sebeplerle sürekli kaşındığından günah bile sayılabileceği, acaba modern insanın asıl aradığı hakikat ve onun idrakiyle barışa giden ilk adım atılmış olabilir mi?
  • "insan tarihinde başlangıç genelde bilinmez." öyle midir? ya şuna ne dersiniz; "..eğer yunanistan'da felsefenin yükselişi, mitsel düşüncenin çöküşünü ve rasyonel tipte bilginin başlangıcını gösteriyorsa, o zaman yunan aklının yerini ve doğum tarihini saptamak, medeni durumunu göstermek olasıdır."

    jean pierre vernant göstermeye çalışıyor,, bakalım ikna edici olacak mı?
    'mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci' bahsinde ilginç bir nokta oluşturacağını tahmin ediyorum bu araştırmacının söylediklerinin;

    --- evvela mythos'tan presokratik filozoflara;

    " i.ö. vi. yüzyılın başında, iyonya'da miletos kentinde thales, anaximandros, anaximenes gibi insanlar, doğaya ilişkin yeni bir düşünme biçimini başlatıyorlar ve bu doğayı, tarihin sistematik, çıkar gözetmeyen soruşturma konusu olarak alıyorlar; bunu bir kuram 'in bütün bir tablosu gibi sunuyorlar. dünyanın kökenini, yapısını, düzenini, hava olaylarını açıklamak için, eskilerin tüm dramatik tanrıbiliminden ve evrenbiliminden kurtarılmış bir kuram sunuyorlar. ilk büyük güçlerin çehreleri şimdi artık siliniyor. serüvenleri, savaşımları, keşifleri ile yaratılmış mitlerinin dokusunu oluşturan ve doğanın ortaya çıkışıyla, düzenin gelişini anlatan doğaüstü etkenler artık kalmıyor. inançlarda ve kültte dinlerin doğanın gücüyle ortak ettiği tanrılara da artık anıştırma yapmak yok. iyonya'nın "fizikçiler"inde, kesinlik birdenbire varlık'ın tümünü kaplıyor. doğadan -physis-ten başka hiçbir şey yoktur. insanlar, tanrı, dünya, tümüyle aynı plan üzerinde birleşik, türdeş bir evreni oluşturur. bunların hepsi de tek ve aynı physis'in kısımları ya da görünümleridir.
    ..
    doğaüstü kavramını dışta bırakan bir tek phıısis olduğu gibi, benzer şekilde, bir tek zaman içinde varolma niteliği vardır. birincil ve köken, kendi görkeminden ve kendi gizeminden soyunuyor; bunlar tanıdık olguların güven verici bayağılığına sahiptirler. mitsel düşünce için güncel deneyim belli oluyor ve tanrıların 'başlangıçta' gerçekleştirdiği örnek edimlere göre bir anlam kazanıyordu. iyonyalılar'da bu karşılaştırma kutbu tersine döner. evrenin üretmiş olduğu ilk olaylar ve güçler, bugün gözlenen ve benzer bir açıklamadan ortaya çıkan olguların imgesinden algılanmıştır. günceli aydınlatan ve değiştiren artık köken değildir. dünyanın nasıl oluştuğunu ve düzene girdiğini anlamak için örnekler vererek anlaşılır yapan, kökendir."

    vernant'a göre; bu entelektüel bir devrimdir. ekliyor; "öylesine aniden ve derinden ortaya çıktı ki, bunun tarihsel nedenlerle açıklanamayacağına inanıldı; bir yunan mucizesinden söz edildi. iyonya toprakları üzerinde logos, bir körün gerçeği görmesi gibi, birdenbire ortaya çıktı. ve aklın bu ışığı bir kez ortaya çıkınca, sürekli olarak insan aklının ilerleyişini aydınlattı."

    -- bu devrimin kökeninde mitsel düşünce var mıdır yok mudur üzerine iki karşıt görüş.

    a/ j. burnet 'e göre (j. burnet, early greek philosophy, londra, 1920, 1920, s.v.);
    "iyonyalı filozoflar bilimin izleyeceği yolu açtılar. iyonya biliminin kökenlerini, herhangi bir mitsel kavramda aramak tümüyle yanlıştır."

    b/ f. m. cornford a göreyse; ilk filozoflar, bilimsel bir kuramdan çok, mitsel bir yapıya daha yakındırlar. iyonyalıların fiziğinin bizim anladığımız manada fizikle bir alakası yoktur. özellikle deneyi bilmezler. aklın doğa üzerine olan saf ve kendiliğinden düşünüşüne de sahip değildirler. laikleşmiş bir biçim altında ve daha soyut sözcüklerle dinin geliştirmiş olduğu dünya kavramının yerini alır. iyonyalılarla , mitos aynı tip sorunlara değinmişlerdi.

    -- vernant 'ın eleştirisi.

    "öğeler doğa olurken, bireyselleşmiş tanrıların özelliğini yitiriyorlar, ama yine de tanrısallık kokan etkin ve canlı güçler olarak kalıyorlar. physis etkili olduğu zaman, zeus'a vergi olan bu bilgeliğin ve bu adaletin içine giriyor. homeros'un dünyası, yerlerin ve işlevlerin büyük tanrıları arasındaki bir paylaşımla düzenlenir: zeus'a göğün parlak ışığı düşer, hades'e sisli gölge ve poseidon'a sıvı öğe düşer; üçüne birden gaia -yer- düşer; orada insanlarla birlikte karışık bir düzende tüm ölümlü yaratıklar yaşar.
    iyonyalılar'ın evrenini, birbirine karşı koyan, birbirlerini dengeye getiren ya da birbirleriyle birleşen güçlü öğeler arasındaki eyaletlerin, mevsimlerin bölünmesi düzenler. burada söz konusu olan, belirsiz bir örnekseme değildir. hesiodos'un theogonia'sı (tanrılar soyu) ile anaximandros'un felsefesi arasında cornford dar bir yakınlık kurar. kuşkusuz birisi hâlâ tanrısal kuşaklardan söz ederken, öteki doğal süreçleri betimlemiştir bile.
    ..
    fizikçi ile dinbilimci arasındaki bu ayrım ne denli önemli olursa olsun, bunların düşüncelerinin genel örgütlenmesi aynıdır. yine bunlar başlangıca henüz hiçbir şeyin görünmediği belirsiz bir durumu koyuyorlar (hesiodos için bu khaos 'tur, kimi tanrılar soyunda nux, erebos, tartaros, orpheus'a, muses'e ve epimenides'e mal edilir, apeiron -sınırsız- ise anaximandros'ta görülür). bu ilk birlikten giderek aynlma-ayrımlaşma yoluyla karşıt çiftler ortaya çıkar -örneğin gölge ve aydınlık, sıcak ve soğuk, kuru ve ıslak, yoğun ve seyrek, yukarı ve aşağı...- bunlar gerçekler dünyasında ve çeşitli yerlerde sınırlı kalacaklardır: parlak ve sıcak gökyüzü, karanlık ve soğuk hava, kuru toprak, nemli deniz. birbirlerinden ayrılarak varoluşa gelen bu karşıtlar, yine doğum, ölüm ve bitki, hayvan, insan gibi yaşayan ne varsa kimi olguları üretmek için birleşebilir, birbirine karışabilir.

    bununla birlikte, önemli şekilde korunmuş olan yalnızca bütünün şeması değildir. gelişimlerin simetrikliği, kimi temaların birbirleriyle uyumu, kendi telkin edici güçlerinden hiçbir şey yitirmeyen fizikçinin düşüncesinde ve mitlerin temsillemesinde ayrıntılarına kadar direniyor. cinsel üreme, kozmik yumurta, kozmik ağaç, yer ile göğün ayrımı, daha önce birbiriyle karışmıştı.

    ..

    ilk kez miletos'lularla birlikte dünyanın kökeni ve düzeni açıkça ortaya konmuş bir sorun biçimini alır; gizemden uzak, insan zekası düzeyinde ve tüm diğer yaşam sorunlarında olduğu gibi, tüm vatandaşların önünde açıklamaya ve tartışmaya elverişli hale gelir. tüm ritüel uğraşılardan uzak bir bilgi işlevi böyle yerine getirilir. 'fizikçiler' gönüllü olarak din dünyasını bilmezler.

    bilginin kutsal alandan çıkarılması, dinin dışında bir düşünce tipinin ortaya çıkışı -bunlar tek tek ve anlaşılmaz olaylar değildir. felsefe kendi biçimi içinde zihinsel evrene dolayısız yoldan bağlanır ve laikleşmeyi açıkça nitelendirerek, toplumsal yaşamın rasyonelleşmesini belirterek sitenin düzenini tanımlar. ama felsefenin polis'in kurumlarına göre bağımlılığı da, yine kendi içinde görülür. miletos' luların evrenin imajını mitten aldıkları doğru olsa bile, bu imajı çok derinden değiştirdiler, uzaysal bir çerçeveyle bütünleştirdiler, daha geometrik bir modele göre düzenlediler. yeni evren görüşünü kurmak için, ahlaksal ve politik düşüncenin geliştirmiş olduğu kavramları kullandılar; düzenin ve yasanın bu kavramını doğanın dünyasına yansıttılar; insan dünyasından yaratılan bir kosmos'u site içinde başarıya ulaştırdılar."

    -- düzenli bir dünya teorisi.

    yunanlılar'ın tanrılar dünyası ve evren görüşleri, bunlardan önce yer alan evrenbilim gibi düzenli bir dünyanın yavaş yavaş ortaya çıkışının yaratılışını anlatır. ama bunlar da ayrı şeylerdir ve egemenlik mitoslarıdır. tüm evrene egemen olan bir tanrının gücünü överler. onun doğumunu, savaşımlarını ve zaferini anlatırlar. tüm alanlarda -doğal, toplumsal, ritüel- düzen, egemen tanrının zaferinin ürünüdür. eğer dünya karışıklığa ve belirsizliğe terk edilmemişse, bunun nedeni, tanrının kendi rakiplerine ve canavarlara karşı sürdürmek zorunda olduğu savaşların sonunda üstünlüğünün kesinlikle ortaya çıkmış olması ve bunun artık hiçbir şekilde tartışma konusu olmamasıdır. hesiodos'un tanrıların soyunu anlatışı, böylece kral zeus'un zaferine bir ilah gibi sunulur.

    -- yunan mucizesinin üzerindeki doğu mitosları etkisi.

    zeus'un her seferinde kazandığı başarı, dünyanın bir yaratılışıdır. titanlar'ın ve olymposlular'in iki rakip kuşağını birbirine karşı düşüren anlatısı, evrenin belirsiz ve karışık kaynağına geri dönüşünü açıkça anlatıyor. daha önce seçkin ve yerleşmiş bulunan gaia'nın, uranos'un, pontos'un, okeanos'un ve tartaros'un öncelikli güçleri, kavgayla birlikte yeniden altüst oluyor. hesiodos'un anlattığı gaia ile uranos'un birbirlerinden ayrılış öyküsü, bunların birbirleri üzerine yıkılır gibi yeniden bir araya gelme ve birleşme öyküleriyle sürer. yeraltı dünyasının birdenbire ışığa çıktığına inanılır: görünür evren, aşağıda insanların oturduğu yerle, yukarıda tanrıların kaldığı gök arasında sınırlanmış iki sabit konak arasında dengeli ve düzenli bir yer olacağına, khaosun ilkel görünümünü alır. karanlık ve baş döndürücü bir uçurum, dipsiz bir açıklık, yönü olmayan bir uzayın çukurunda her yönde esen kasırgalar rastgele dolanırlar. zeus'un zaferi, her şeyi yerine yerleştirir. titanlar, yani şu ktonyen'ler (bkz: zebani), rüzgârlı tartaros'un dibinde zincire bağlanırlar. bundan böyle, yer'in, gök'ün ve deniz'in ortak köklerini saldıkları yeraltı uçurumunda fırtınalar durmadan esebilir, her şeyi karıştırabilir artık. poseidon, titanlar'ı gece'nin bulunduğu yere, kapıları bir daha açılmamak üzere kapatır. kaos, görünür dünyayı batırmak için artık bir daha ışığa çıkamaz.
    typhoeus'lara karşı savaş (kuşkusuz i.ö. vii. yüzyılın sonunun tarihini taşıyan bir değişiklik söz konusu olmalı), benzer bir konuyu ele alır. cornford, etkileyici birkaç sayfa yazıda bu dönemi marduk'un tiamat'a karşı savaşına benzetir. tiamat da, typhoeus gibi karışıklığın, düzensizliğin güçlerini, şekilsizliğin ve kaos'un geri dönüşünü temsil eder. ge ile tartaros'un oğlu ve bin sesli canavar. zeus'un tanrılar ve insanlar üzerindeki egemenliğini ele geçirebilseydi, dünyanın başına neler geleceği kolayca gözler önüne gelebilirdi: onun terekesinden doğan rüzgar, sabit ve düzenli bir şekilde her zaman aynı yönde eseceği yerde (tıpkı notos'un, boreas'ın ve zephyr'in yaptığı gibi)- önceden bilinmeyen bir yönde, bir burada bir orada rastlantıya bağlı olarak deli bir kasırga gibi eser.

    titanlar'ı bozguna uğratan ve typhoeus'u yıldırımla çarpan zeus'u, yönetimi ele geçirmesi ve ölümsüzler'in tahtına oturması için diğer tanrılar sıkıştırır. sonra zeus, olimpiyenler arasında görev ve onur dağıtımı yapar.

    benzer şekilde, tanrıların kralı ilan edilen marduk, tiamat'ı öldürür, ölüsünü ikiye böler, havaya attığı yarısı göğü oluşturur; orada yıldızların yerini ve hareketini düzene koyar, ayları ve yılları saptar, zamanı ve uzayı düzenler, insan soyunu yaratır, şansları ve yazgıları dağıtır.
    <buraya dikkat> yunanlılar'ın tanrılar soyu ile, babil'in yaratılış miti arasındaki bu benzerlik bir rastlantı değildir. cornford'un dile getirdiği bu varsayım, doğrulandığı gibi, ayrıca yeni ortaya çıkarılan iki dizi belgelerle tamamlanmış, ayrıntılarıyla gösterilmiştir. bunlardan birisi, ras şamra'da (i.ö. xiv. yüzyılda) bulunan fenike tabletleri; ötekisi, çivi yazısı biçiminde olan hitit metinleridir ve i.ö. xv. yüzyıldaki hurriler'in eski destanını yeniden ele alır. birbirine benzer bu iki tanrılar öyküsünün nerdeyse eşzamanlı olarak ortaya çıkışı, bir dizi yeni yaklaşımları açığa vuruyor ve hesiodos'un anlatılarındaki yer değiştirmiş ya da anlaşılmaz kısımları açıklıyor. yunanlılar'ın yaratılış mitleri üzerine doğu mitlerinin etkisi sorunu, bunların yaygınlığı ve sınırları, giriş yolları ve tarihleri böylece sağlam ve kesin bir biçimde ortaya çıkmış oluyor.

    bu doğu tanrılar tarihinde ve örnek oluşturdukları yunan mitolojilerinde yaratılış konuları, çok geniş bir krallık destanı ile bütünleşmiş görünür ve dünyanın egemenliği için daha sonraki kuşaktan tanrılarla ve çeşitli kutsal güçlerle çatışmaları ele alır. egemenlik erkinin kurulması ile düzenin kurulması, aynı tarihsel dramın, aynı kavganın ve aynı zaferin meyvesinin birbirinden ayrılmaz iki yönü gibidir. bu genel özellik, krallık ritüellerine göre mitsel anlatıların bağımlılığını gösterir ve ilk başlarda sözlü anlatımın bir öğesini oluşturur.

    örneğin babil yaratılış şiiri olan enuma elis, her yıl babil'de nisan ayında, yeni yıl'ın yaratılış krallık bayramının kırkıncı gününde şarkı olarak okunur. bu tarihte zaman kendi dönümünü tamamlamış sayılır, dünya kendi çıkış noktasına geri döner. tüm dönem tartışma konusu yapıldığı için, nazik bir andır bu. kral bayramı sırasında, bir dragon'a (ejdere) karşı temsili bir kavga yapılır. her yıl yinelenen bu kavga, dünyanın kökeninde marduk'un tiamat'a karşı kazandığı başarıyı temsil eder. sınav ve krallığın zaferi iki anlam taşır: aynı zamanda krallık gücünü onaylarken, öte yandan, evrensel, mevsimlik ve toplumsal bir yaratılışın değerini de taşır. bir kriz döneminden sonra evrenin örgütlenmesi, kralın dinsel erdemi sayesinde, geçici bir zaman için yenilenir ve düzene girer.

    babil ritleri ve mitosları aracılığı ile, egemenlik ve düzen ilişkileri özel bir kavramla açıklanır. kral yalnızca toplumsal hiyerarşiye egemen olmakla kalmaz, ama ayrıca doğal olayların gidişine de el atar. uzayın düzenlenmesi, zamanın yaratılması, mevsimlerin yıllık düzene bağlanması, krallığın etkinlikleriyle bütünleşmiş görünüyor: bunlar egemen yönetimin görünümleridir. doğa ve toplum birbiriyle karışırken, kendi biçimleri ve kendi alanları içinde düzen, krala bağımlı kalır."
    (vernant, les origines de la pense grecque)

    bu konu üzerinde daha çok ayrıntı verilebilir. fakat bu başlık altında üzerinde özellikle durmak istediğim mitosların seyahati olduğundan , burada biraz soluklanmakta fayda var. bir süredir bu başlığı tozlu rafta bıraktığımdan, şöyle tozunu alayım dedim, üzerine konuşmalarım devam edecek.
  • yunan dünyasının hesiodos 'unun theogoniasıyla çeşitli kültürlerin destanları arasında benzerlikler ve devamlılıklar da "mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci" hususunda müthiş birer örnektirler.

    önce bkz: theogonia/@jimi the kewl
    şimdi karşılaştırmalara bakınız:

    theogonia ve hititlerin kumarbi efsanesi

    kumarbi destanı hitit krallığının başkenti hattuşaş'ta (bugünkü boğazköy'de) bulundu. m.ö. xiii. binyıl sonu olarak tarihlerinlendirilen kumarbi destanına ait tabletler çivi yazısı ile yazılmıştır. yazıya dökülen efsane hurr kaynaklıdır. hitit uygarlığı ile yanşan hurri'ler m.ö. xiii. bin yıl sonu ile xv. bin yıllarda anadolu'nun güney doğusundan kuzey mezopotamya ve suriye'ye uzanan bölgede yaşamışlardır. hitit kralı i. suppiluliumas (m.ö 1375-1335) harri'leri yenip topraklarını ele geçirince, hititliler, hurri kültürünün etkisi altında kalmışlardır. işte hitit krallığının başkenti hattuşaş'ta bulunan kumarbi destanı gökteki ve yer altındaki tanrılara bir seslenişle başlar. tanrı anu'nın da adının geçtiği pekçok tanrı adı sayılır ve onlara "işitin" diye hitap edilir. anlatım şöyle başlar:
    "bir zaman, geçmiş yıllarda alalu gökte kral idi. alalu tahta oturur ve tanrıların birincisi olan anu onun önünde dururdu. onun ayaklarına kapanır ve maşrapaları içmek için eline verirdi" alalu'nun krallığı dokuz yıl sürer ve dokuzuncu yılda anu ona başkaldırarak yenip alalu'yu karanlık toprağa sürer onun tahtına oturur. anu'ya kulluk eder. anu da dokuz sene krallık eder ve sonra kumarbi onun tahtına oturur. kumarbi'nin saldırısından kurtulup kuş gibi uçarken anu'nun erkekliği, kumarbi'nin onu ısırmasıyla, içine dökülür; böylece kumarbi hava tanrıya gebe kalır. kumarbi ayrıca aranzah (dicle) ve taşmişu'ya ya da gebe bırakılmıştır. bu üç tanrının tohumlarının içine döküldüğünü öğrenen kumarbi büyük bir telaşla yuttuğunu tükürmeye çalışır. tükürdüğünün kanzura dağının üstüne düştüğü söylenir. tükürdüğünün ve tüküremediğinin ne olduğu fragmentte bildirilemez ve metnin sonunda kumarbi öfke içinde nippur'a gider. tabletlerin bundan sonrası kırıktır, okunamadığı için anlatılanların yorumu şöyle yapılabilir: hava tanrı, kumarbi'nin içinde kalmış olacak. bundan sonra anu ile, hava - tanrı arasında bir konuşma geçer ve anu ona kumarbi'nin neresinden çıkması gerektiğini öğütler. bu arada kumarbi de içindeki hava - tanrıdan kurtulabilmek için akıl - tanrı diye bilinen ea'ya giderek bir öğüt ya da bir büyü ister ağız, dişler ve yakınmalardan sözedildikten sonra bir büyü ile hava - tann'nın doğumu sağlanır. hava - tanrı, (babası) anu'ya başvurur ve birlikte (annesi) kumarbi'nin ölümünü planlarlar. sonunda hava - tanrı savaşı kazanır ve böylece gök krallığını ele geçirir.
    kumarbi destanında anlatılan "gökteki krallığı ele geçirme mitosu" ile theogonia'da zeus'un gökteki krallığı ele geçirmesi arasında bağlantı kurulabilir. kumarbi destanındaki sırasıyla adları geçen alalu - anu - kumarbi ve hava tanrısı, aşağıdan başlamak üzere theogonia'da ki zeus - kronos ve uranüs üçlüsüne uygun düşer; ancak alalu'nun theogoina'da bir karşılığı yoktur. kumarbi efsanesinde ilk tanrılar arasındaki soy ilişkisi belli olmamakta (sadece hava - tanrının bir dereceye kadar anu babası, kumarbi de anası sayılabilir) buna karşılık theogonia'da soy ilişkileri tam anlamıyla insan soyları gibidir ve tanrılar tıpkı insanlar gibi davranırlar.
    hem kumarbi efsanesinde hem de theogonia'da ana konu üretme gücünün ve genel olarak bu gücü simgeleyen erkeklik uzvunun kesilmesi ya da koparılması sözkonusudur. kubi anu'yu ısırıp, onun erkekliğini içine alır ve aynı şekilde theogonia'da da toprak - ana yaptığı bir çelik tırpanla uranüs'ün hayalarını oğlu kronos'a kestirir, fakat etrafa sıçrayıp denize ulaşan erkeklik tohumlarından aphrodite doğar. denize yayılan erkeklik tohumlarını dalga köpüklerine benzeten hesiodos şiirsel bir üslup ile aşk tanrıçası aphrodite'nin doğumunu anlatır.
    kumarbi efsanesinin hesiodos'a ne şekilde ulaştığı tam olarak açıklanamasa da, theogonia'nın yazılmasında hesiodos'u derinden etkilemiş olduğu bellidir.

    tehogonia ve hititlerin ullikummi efsanesi

    ullikumni, kumarbi destanının bir devamı niteliğindedir. ullikummi'nin konusu şöyledir: kumarbi destanı kahramanlarından olan "kumarbi, krallığı ele geçirmiş olan hava - tanrı teşub'u devirip yerine taştan bir azman olan ullikummi'yi getirmeye uğraşır, yani kumarbi'nin hava - tanrıya kaptırdığı krallığı geri almak için girişimi diye özetlenebilir bütün yapıt ayrıntılara girmeden.. theogonia'da kıyaslamada ullikumni bir yerde titanomakhia'nın karşılığı sayılabilir"

    hesiodos'un theogonia'sında devler ve tanrılar savaşı bölümünde theogonia, (mısra 630-685) anlatılanlar ullikummi'de anlatılanlara benzer. kumarbi'nin kenti hurri'lerin merkezi olan kuzey mezopotamya'daki urkiş kentidir. kumarbi'nin kaya'dan bir çocuğu olur ve bu çocuğa ullikummi adını verir. çocuk denizde ya da sularda, gulşeş ile mah adında iki tanrıça (ebe) sayesinde dünyaya getirilir. çocuk (ullikummi) hava - tanrının yok edilmesi amacıyla üretilmiştir. çocuğa verilen isim ard anlamlıdır; zira ullikummi ismindeki kummi eki hava - tanrının kutsal kenti kummiya'yı çağrıştırmakta ve belki de ulli kummi; kummniaya'yı yok edecek anlamına gelmektedir.

    ullikummi'nin doğumunu zeus'un girit mağarasında gizlice dünyaya gelmesi ile kıyaslamak mümkündür. yunan mitolojisinde kronos son dölü yerine bir taş yutmaktadır. "yutma" (kumarbi, anu'nın erkekliğini yutmuştur) ile "taş" motifleri hitit ve yunan efsaneleri arasında yadsınmaz bir ilişki olarak karşımıza çıkmaktadır. ullikummi tıpkı zeus gibi öc alma amacıyla meydana getirilir, öc almanın gerçekleşebilmesi için de saklılık ilkesine önem verilir.
    ullikummi'ye karşı tanrılar arasında uyanan tepki hitit destanında ayrıntılı bir şekilde uzun uzadıya anlatılır. önce sümer - akad pantheo'nun en büyük tanrısı enlil; ullikummi'nin yaratılmasıyla ne amaç güdüldüğünü sorar. ullikummi'yi doğduktan sonra sulardan çıkarıp, kumarbi'nin kucağından alan ve gizlice bazı tanrılara göstermeden enlil'in kucağına veren bir çeşit kader tanrıçaları olan irşirra'lardır. "irşirra'lar çocuğu alıp enlil'e götürürler. "aldılar onu ve koydular enelil'in dizleri üstüne. tanrı gözlerini kaldırdı ve gördü ki bir çocuk duruyor tanrısal varlığı önünde. gövdesi diorit taşındandı." enlil sorar: "kim bu? kader tanrıçaları mı yetiştirdi bunu gerçekten? o'nu görecek büyük tanrıların yaman savaşlarını? bu belayı saran kumarbi'de başkası değil. hava - tanrıyı yetiştirdiği gibi, şimdi de bu taşı yetiştiriyor ona hasım diye. daha sonra güneş - tanrı ve birçok başka tanrıların ullikummi'nin varlığından duydukları endişeler uzun uzun dile getirilir.

    hesiodos'un destanında titan'lar savaşından önce ve sonra olympos tanrılarının eyleme karıştıkları görülmese de kronos ile rheia'nın oğlu, zeus'un yüzkollu devler bölümünde toprak ana'nın öğütlerine uyarak briareus, kottos ve gyes'i babalarının zulmünden kurtardığı anlatılır. (theogonia, mısra 615-620).

    ullikummi'de tanrılar arası savaş bütün ayrıntılarıyla anlatılırken, hesiodos'un theogoniası. daha az ayrıntılı bir biçimde verilmiştir. uillikummi destanında betimlenen ullikummi yenilmesiyle sonuçlanıyor. ullikummi ve onunla birlikte tanrılara tuzak kuran kumarbi'nin kesin bir tutarlılık yöntemiyle kurulmuş bir sanat eseri ve theogonia gibi kurgusu bir elden çıkmış bir yapı olmamakla birlikte theogonia'dan yaratılış ve yazılış tarihi itibariyle en azından bir altı yüzyıl öncedir ve dolayısıyla hitit düşüncesinin, yunan düşüncesine kaynaklık etmiş olması bir olgu olarak kabul edilmek durumundadır.

    theogonia ve sankhuniaton efsanesi

    theogonia'daki yaratılış efsanesine etkide bulunduğu kabul edilen doğu'lu kaynaklardan biri de sankhuniaton efsanesidir. byblos'lu philon (m.s.ii. yüzyıl) sankhuniaton adlı bir finikelinin tarihini yunancaya çevirmiş ve dokuz kitaplı bir eser bırakmıştır. sankhuniaton'un bir tarihçinin adı mı veya genel olarak tarihçi mi anlamına geldiği pek bilinmiyor. philon bu sankhuniaton'un troya savaşı'ndan önce yaşadığını vurguluyor. sankhuniaton adlı eserde; evrenin bir çeşit bataktan ortaya çıkışı, sonra da tanrı kuşaklarının egemenliği ele geçirmek için savaşları birbirleriyle anlatılıyormuş "tıpkı theogonia'da olduğu gibi finike'nin efsane - tarihinde de dört kuşağın birbirini izlediği belirtiliyor. philon bu dört kuşağın adlarını verirken, onların yunan karşılıklarını da sayıyormuş:

    hurri - hitit efsanesindeki kuşak ardışımında eklendiği bu soy ağacı yunan efsanesindeki bir boşluğu doğrulamaktadır. theogonia'da uranos'tan önceki kuşak adlandırılmış değildir; philon'un finikeli eliun'a gösterdiği hypsistos "en yüksek" anlamına gelen bir hiçbir yunan kaynağında sözü geçmediği için kendi buluşu ya da çevirisi sayılabilecek soyut bir kavramdı. çağdaş bilginler bu philon'a ras. şamra metinlerinin ortaya çıkışına değin inanmadılar, güvenmedilerdi. yani yunan ardışım mythos'unun finikeli bir kaynaktan gelebileceğine olasılık tanınmamıştı. oysa bizim antakya'nın biraz güneyine düşen eski ugarit kentinin yerinde, bugün ras - şamra diye anılan bir kazıda ortaya çıkarılmış sami alfabeli metinler boğazköy tabletleri ile bir araya getirilip yorumlanınca, philon'un tanıklığını yabana atmamak gerektiği bilginlerce onaylanmıştır. hiç kuşkusuz hurri hitit- finike ve yunan efsaneleri arasında belirgin bir kültür alış - verişine dayandırılması gereken bir koşutluk vardır... west'in (m.l. west, hesiod theogony, edited with prolegomena and commentary s. 28-31. oxford, claren don press, 1966) theogonia açıklamalarına dayanarak,y aynı akdeniz çevresinde, yaşamış hurri - hitit - babil - finike - yunan ulusları arasında bunca kültür ilişkileri saptanmışken, hesiodos'un theogonia'yı yazmak için doğulu kaynaklardan yararlanmadığını söylemek olanaksızdır diye düşünüyoruz"1 denizi iyi bilen, denizcilikte usta bir ulus olan finikeliler önceki sümer, huni, hitit ve babil gelenek ve görenekleriyle sami kaynalarını yakından tanıyıp bunlar arasında aracı olmuşlar ve etkilerini özellikle akdeniz, çevresinde sürdürmüşlerdir. yunan alfabesinin finike'den geldiği ise artık herkesin bildiği bir gerçektir.

    "west, forrer (h. forrer, eine geschichte des götterköngistum aus dem hatti - reiche. in melanges f. cumont, iv. 1936. s. 687-713) adlı bir bilginin bizce çok ilginç bir savına değinmektedir: "hesiodos'un theogonia'sı doğrudan doğruya hitit metinlerinden gelmedir" diyor forrer, kanıt olarak da şunu ileri sürüyor: "hitit mythosları midas'ın krallığı sırasında phrygia'da süregelmiştir, hesiodos'un soyu ise... anadolu'dan midas'ın egemenlik yöresine hem çok yakın, hem de phrygia kültüründen etkilendiği birçok efsanelerle kanıtlanmış, ege kıyılarından göçmüştür yunanistan'a. hesiodos theogonia'yı kaleme alırken anadolu'lu atalarından miras aldığı bir gelene-ği işlemiş olabilir." forrer'in bu savına tümüyle katılmayan west'e göre theogonia'da doğulu kaynak izleri görülse bile, bunlar tümüyle yunanlaştı-rılmıştır, yabancı sayılabilecek görüşler yunan kavram ve terimlerine akta-ılmıştır. etkiler varsa da, bunlar doğrudan doğruya kaynaktan alınmış değildir, aracı olmuş bir yunan, örneğin ionyalı kaynağın varlığını şart koşar..." homeros'un "odysseia" adlı destanında finikeli'lerin denizcilik ve gemicilikte ne kadar usta olduklarından, ticaret ilişkilerindeki sahtekarlıklarından bolca söz edilmesi de daha m.ö. dokuzuncu - sekizinci yüzyıllarda yunan dünyasının finike ile doğrudan doğruya ilişkisi bulunduğunu kanıtlar.

    theogonia ve enuma eliş efsanesi

    babil kaynaklı bir yaratılış destanı olan "enuma eliş" "bir zamanlar yukarda" anlamına gelir. tıpkı masallara "bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde" ile başlamak gibi samilere özgü yazınsal bir gelenek ile anlatıya girişmek "enuma eliş" sözcükleriyle başlarmış. yaratılış destanıda aynı sözcük ile başladığından adı enuma eliş olarak süregelmiş. akadça'nın destan diliyle yazılmış en eski metinleri birinci babil hanedanı zamanına (m.ö. 1895-1595) rastlar. yedi tablet üzerine yazılmış uzun bir şiir olan enuma - eliş 1050 dizeden oluşmuştur. bütün metinden ele geçen ise 910 dizedir. yapıtta geçen uzun konuşmalar ve tekrarlar homeros'un destan diliyle benzerlik gösterir. enuma eliş destanı şimdiye kadar incelediğimiz diğer destanlardan farklı olarak dinsel inancı işlemesinin yanısıra siyasal bir belge olma niteliğini de gösterir. babil'in baş tanrısı marduk'u yüceltmek amacını güden. enuma eliş bu bakımdan mezopotamya'nın başlıca din merkezlerince benimsenerek tapımda resmi metin olarak kullanılmıştır. babil'in yeni yıl kutlamalarında da enuma eliş metni okunurdu. enuma eliş; tüm mezopotamya'da yaşamış olanların süzgeçten geçirerek biriktirdikleriyle oluşmuştur. bu eserde binlerce yıl iki ırmak (dicle-fırat) arasında mezopotamya topraklarında yaşamış insanın, doğa koşullarının kendisine esinlediği değil adeta dikte ettiği gerçekleri ve gereksinmeleri dile getirilmiştir. mezopotamya insanı için "su" önemlidir, somut gerçektir, suyu yaşamı için kullanır, kanallar açar, kentler kurar, toprak, gök ve iklim bilgisini elden geldiği kadar geliştirir ve pratik deneyimleri sonucu edindiği bu bilgileri yücelten bir şiir yaparak bu şiiri dinsel törenlerinde kullanır. enuma eliş gibi daha pekçok yaratılış efsaneleri bulunmuştur mezopotamya'da. "enuma eliş, ullikummi, kumarbi ve asur- babil kaynaklarından elimize geçen yaratılış konulu daha ne kadar metin ve metin parçası varsa, hepsi bir bütünün oraya buraya serpilmiş, çeşitli dillerde kaleme alınmış kültür öğeleri ya da kırıntı larıdır. kimi daha uzun, daha tamam, daha şiirseldir, din, tapım ya da sanat amaçları başka başka olabilir, ama hepsinin ruhu, özü birdir, hepsi ayrı ayrı biçimlerde aynı şeyi söylüyorlar. bunları birbirinden ayıramayız. ayırırsak bütünü parçaladığımız ve asıl bu nedenden ötürü hiçbirinin tam anlayışına varamayız. akdeniz çevresi bir bütündür" diyerek bir gerçeği idile getiren hesiodos eserinin saygıdeğer çevirmenleri sabahattin eyüboğlu ve azra erhat; "bundan böyle bir hesiodos metnini yayımlarken onu kumarbi ve ullikummi efsaneleri, enuma eliş destanı ile birlikte sunmak gerekir" demektedirler
    . [hesiodos (eseri ve kaynaklan), s. 83 (çev. sabahattin eyüboğlu -azra erhat)]

    enuma eliş'te yaratılış tıpkı theogonia'da olduğu gibi dört aşamalı bir oluşum süreciyle gerçekleşir. theogonia'da geçen kaos, babil efsanesinde hiçbir içeriği olmayan bir boşluk değil, erkek ve dişi cinsinden doğa öğelerinin kaynaştığı bir bileşim olarak düşünülmüştür. zaman kavramı da doğa ile sıkı sıkıya ilişkili olarak enuma eliş'te kullanılmıştır; buna karşılık yunan efsanelerinde zaman, doğal bir süreç değil, gece - gündüz, saatler ve ölüm gibi simgesel varlıklarla gösterilmiştir. gök yörelerinin burç ve yıldızlara göre bölünmesi babillerinin epey ilerlettikleri gök biliminin birer ögesidirler. babil efsanesinde insan kul yaratılır, kul kalır bir başkaldırma söz konusu değildir. oysa yunan efsanesinde prometheus ile anlatılan bir başkaldırı olayı vardır. zeus'un prometheus'a öfkesi onun araya girerek ateş'i tutup insanlara vermesi dolayısıyladır. böylece tanrılar için çalışıp, tanrıları beslemesi gereken insan prometheus'un araya girmesiyle tanrıları gerçek besinlerinden yoksun tutar. (bkz: pandora/@jimi the kewl) (bkz: hybris/@jimi the kewl) babil efsanesinde insanın dingu'nun kanundan türediği belirtilir. bu tasarım isa öğretisine kadar götürülebilir: "isa da insanları kurtarmak için kanını döktüğünü ileri sürmekteydi. hıristiyan tapınılarının başlıcalarında (vaftiz ve ölüm döşeğindeki takdiste) isa'nın eti ve kanı diye bir parça ekmekle bir damla şarap verilir insanın ağzına. sami inanç ve töreleri böylece sürdürülmüş demektir."
    enuma eliş ile theogonia karşılaştırıldığında ilk izlenim "yunanın kaynaktan aldığı esini hemen efsaneye çevirmesi, hayal gücüne tam özgürlük tanıyıp uydurdukça uydurmasıdır."
    demeter mysterleri ile ilintili olanlar haricinde hiçbir yunan metni dinsel ya da tapımsal bir töreye bağlı değildir. yunan metinlerinin hemen hemen hepsi bir bireyin elinden çıkmış, sanat kaygısı ile biçimlendirilmiş yanlardır. bu durum antik yunan bilgeliğinin kendisinden önceki binyıllara dayanan kültürler karşısında çok genç olarak nitelendirilmesinden kaynaklanır. anonim olarak bütün bir topluma hatta daha doğrusu uzun bir geçmişe bağlı toplumlara maledilen efsaneler, antik yunan çağı için oldukça eskidirler. antik yunan düşünür ve felsefesi elbette önemli bir çığır açmıştır denebilir; ancak bu çığırın kökenleri, nereden kaynaklanıp beslendiği araştırılmaz ise ona bir mucize gözüyle bakılır. mucizelerin bir nedenlerinin olmadığına en azından insan aklının anlayabileceği sebeplerinin olmadığına inanılır. oysa bütün bilim ve düşünce tarihi bir nedenler zincirine bağlıdır. antik yunan çağının kökenlerine hiçten doğma bir mucize gözüyle bakılırsa, yüzyıllar boyunca karanlıkta kalınır, tek yanlı, tek yönlü ve önyargılı bir bilgi oluşturulur ve böyle bir bilgi birçok başka bilim alanlarına gölge düşürdüğü için de zaten bilim sayılmaz. (gülnihal küken, ilkçağda eğitim felsefesi,sf: 256-263)
  • deus ipse primus plantavit hortum ifadesinden yola çıkarak biraz konuşalım bakalım, neler çıkartabileceğiz.

    creatio ex nihilo ile creatio continua üzerine yeteri kadar konuşmuştuk sanıyorum, sanmıyorum sözlük database'inde saklandığının farkındayım: #11015222 ve #11068157 . bugün üzerine konuşmaya giriştiğimiz ifade yine üstadım francis bacon'dan ve bu iki "oluşum/creatio" hikayesinden ilkine yani ibrahim'in tanrısının yaratımına ait, yahudi geleneği en azından böyle kabul etmiştir, tabi hiristiyanlar için de eski ahit olarak önemi korunmuştur: "deus ipse primus plantavit hortum" yani türkçesiyle "tanrı önce bir bahçe dikti".

    peki francis bacon üstadım bu yahudi inancından neden ve nerede bahsetme gereği duyuyor? bu başlıkta pek önemli değil bu, zira sermones fideles'inin 44. bölümü yani de hortis başlıklı bölümüne başlıktaki cümleyle başlıyor ama bu pek önemli değil şimdilik, benim asıl üzerinde durduğum husus "tanrının ilk olarak bahçeyi yaratmış olduğuna dair kutsal metinlerde geçen ifadelerdir", zira bacon'ın günümüze kadar önemini hiçbir zaman yitirmemiş olan metnindeki "bir bahçe nasıl olmalı" sorusuna dair verdiği örnekli cevaplar pratik ve sosyal yaşama yöneliktir. geleyim ben şu bahçe yaratımı hikayesinin ilk haline; tevrat, tekvin/yaratılış 2.8 'de ifadenin en temel hali şöyle; "rab tanrı doğuda, aden'de bir bahçe dikti. yarattığı adem'i oraya koydu." anlaşılabileceği gibi; dikilen bu bahçe, creatio ex nihilo hikayesindeki insanın önemi işte tam da burada ortaya çıkar. zira bundan önceki ve sonraki ayetler tanrının hiçten yaratımından bahsederken, merkezde olan insandır. örneğin bir önceki ayette şöyle denir: "rab tanrı adem'i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. böylece adem yaşayan varlık oldu." (tevrat, tekvin 2.7) şimdi yukarıdaki ayeti alalım; "rab tanrı doğuda, aden'de bir bahçe dikti. yarattığı adem'i oraya koydu." sonraki ayeti de ekleyerek triology'i tamamlayalım: "bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı." (tev. tek. 2.9) bundan sonraki ayetlerde bahçenin özellikleri ve başka yaratımlardan bahsediliyor, ama benim özellikle de burada belirtmek istediğim şey; adem ile bahçenin tanrı gözündeki önemidir. tevrat'ta aynı bölümden okumaya devam edersek, adem'in bahçedeki görevini öğrenmiş bulunuyoruz: "rab tanrı aden bahçesine bakması, onu işlemesi için adem'i oraya koydu. " (tev. tek. 2.15) ve "ona, "bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin" diye buyurdu." (tev. tek. 2.16)

    buraya kadar ki alıntılarımdan hikayenin devamının nasıl olduğunu, adem'in günahı hakkında hasbelkader bir fikir sahibi iseniz, çıkarmanız, tahmin etmeniz mümkün; tanrının ilk olarak yarattığı bahçeyi işlemesi için görevlendirdiği insanın, yani adem'in kuraldışı davrandığı ve cennetten kovulmasına kadar işleyen süreç devam eden ayetlerde şöyle açıklanıyor:

    (tekvin:yaratılış)
    yar.2: 17 "ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün."
    yar.2: 18 sonra, "adem'in yalnız kalması iyi değil" dedi, "ona uygun bir yardımcı yaratacağım."
    yar.2: 19 rab tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yar.atmıştı. onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini adem'e getirdi. adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı.
    yar.2: 20 adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı.
    yar.2: 21 rab tanrı adem'e derin bir uyku verdi. adem uyurken, rab tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı.
    yar.2: 22 adem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu adem'e getirdi.
    yar.2: 23 adem, "işte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir" dedi, "ona 'kadın denilecek, çünkü o adamdan alındı." (ibranice kadın (işşa) sözcüğü adam (iş) sözcüğünden türemiştir.)
    yar.2: 24 bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak.
    yar.2: 25 adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.
    yar.3: 1 rab tanrı'nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı. yılan kadına, "tanrı gerçekten, 'bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin' dedi mi?" diye sordu.
    yar.3: 2 kadın, "bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz" diye yanıtladı,
    yar.3: 3 "ama tanrı, 'bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz' dedi."
    yar.3: 4 yılan, "kesinlikle ölmezsiniz" dedi,
    yar.3: 5 "çünkü tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek tanrı gibi olacaksınız."
    yar.3: 6 kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. meyveyi koparıp yedi. yanındaki kocasına verdi, o da yedi.
    yar.3: 7 ikisinin de gözleri açıldı. çıplak olduklarını anladılar. bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar.
    yar.3: 8 derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen rab tanrı'nın sesini duydular. o'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler.
    yar.3: 9 rab tanrı adem'e, "neredesin?" diye seslendi.
    yar.3: 10 adem, "bahçede sesini duyunca korktum. çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim" dedi.
    yar.3: 11 rab tanrı, "çıplak olduğunu sana kim söyledi?" diye sordu, "sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?"
    yar.3: 12 adem, "yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim" diye yanıtladı.
    yar.3: 13 rab tanrı kadına, "nedir bu yaptığın?" diye sordu. kadın, "yılan beni aldattı, o yüzden yedim" diye karşılık verdi.
    yar.3: 14 bunun üzerine rab tanrı yılana, "bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın" dedi, "karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyunca toprak yiyeceksin.
    yar.3: 15 seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın."
    yar.3: 16 rab tanrı kadına, "çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim" dedi, "ağrı çekerek doğum yapacaksın. kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek."
    yar.3: 17 rab tanrı adem'e, "karının sözünü dinlediğin ve sana, meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için toprak senin yüzünden lanetlendi" dedi, "yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.
    yar.3: 18 toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin.
    yar.3: 19 toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin."
    yar.3: 20 adem karısına havva adını verdi. çünkü o bütün insanların annesiydi.
    yar.3: 21 rab tanrı adem'le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi.
    yar.3: 22 sonra, "adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu" dedi, "artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli."
    yar.3: 23 böylece rab tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere adem'i aden bahçesinden çıkardı.

    kuranı kerim'de ise aynı bahçe hikayesi araf ve taha surelerinde geçmektedir: "araf 19 'ey âdem! sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.' ", "araf 20 derken, şeytan, kendilerinden gizlenmiş çirkin yerlerini onlara açmak için ikisine de vesvese verdi. dedi: 'rabbinizin sizi şu ağaçtan uzak tutması, iki melek olmayasınız yahut ölümsüzler arasına katılmayasınız diyedir.' ", "araf 22 nihayet onları kandırarak aşağı çekti. o ikisi ağaçtan tadınca çirkin yerleri kendilerine açıldı. bahçenin yapraklarından yamalar yapıp üzerlerine örtmeye başladılar. rableri onlara seslendi: 'ben size bu ağacı yasaklamadım mı? ben size, şeytan sizin için açık bir düşmandır demedim mi?' " , "taha 121 nihayet, ikisi de ondan yediler. bunun üzerine, çirkin yerleri kendilerine açıldı; üzerlerine cennet yapraklarından örtmeye başladılar. âdem, rabbine isyan etmiş, azmış, ziyana uğramıştı. "

    görüldüğü gibi bahçe, tek tanrılı inanç sistemlerinin gereğince diğer varlıklar arasında tanrıdan en önemli payı yani aklı almış olan insanın ilk örneği adem'in düzenlemesine bırakılmış ya da ilk günahın meyvesinin yetiştiği, bahane edildiği yer olmuş. ama bu vakit insan henüz insan olamamıştır. ben bunu çok uzun zamandır düşünmekteyim, eh okuduğum eserlerden, kimi yazarlardan da (örneğin robert graves gibi, mircea eliade gibi) anladığım kadarıyla; tanrı veyahut tanrılara yönelik hikayelerin dönüşümü, geçirdikleri metamorfozlar günümüzdeki birçok ayrılığın manasızlığını ortaya koyabilir. zira din amaçlı, inanç merkezli savaşlar, tartışmalar; bir aşure kazanında aynı anda farklı tatlar içinde pişmiş olan kültürler ve inanç sistemlerinin en sonunda tek bir yemek olarak önümüze getirilebileceğini bu yüzden alt yapısında bire bir olmasa da benzer bir özün bulunduğu değişik inançların bize sunduğu tümüyle akli değil de tümüyle sezgisel hakikatin, yani buna doxa da denir; bütün tartışmaları sona erdireceğini düşünmek manasız değildir. zira kastettiğim yunan mitoslarındaki pandora hikayesidir, onu da ilgili başlığında şöyle dile getirmiştim: "mitolojide insanların daha insan olmadan önce, acısız, sıkıntısız, kaygısız, korkusuz, dertsiz, sevine coşa bir yaşam sürdüklerini - "böyle bir yaşamı , gerçekte her insan zaman zaman tasarlar, kurgular, düşler." der, attilla erdemli hocamız.- insanların cennet tasarımında bu kurgulamanın önemli payı bulunduğunu, trajik olanın burada yer almadığını, her türlü kapalı toplum yapıları, kalıplaşmış yaşama anlayışları gibi, her türlü soruna belli yanıtlarının hazır bulunduğunu göz önünde bulundurmalıyız. yani mitolojide iki yaşama söz konusuydu; ilki söz ettiğim acısız / sevine coşa yaşam, ikincisi de insanın insan olduktan sonraki yaşamı. insanın insan olması için kendisini farketmesi gerekir. bunun için de o dönemde birbirini tamamlayan iki sürecin gerçekleşmesi gerekmekte; a) prometheus 'un insana, yapıcı ve yaratıcı güç olan 'ateş' i vermesi, yani insanın kendi yaratıcı gücünü farketmesi, bağımlı olarak değil de, kendisi olarak yaşama olanağını elde etmesi durumu. (ovidius naso 'nun metamorphoses/dönüşümler adlı eserinde yaratılış konusunda, evrenin oluşumundan sonra geriye kalan zeki, nitelikli, yeryüzünde egemenlik sürebilecek yetenekte bir yaratık gerektiğini ve bunun üzerine titan iapetos'un oğlu prometheus'un yağmur suyuyla toprağı karıştırarak tanrı suretinde insanı yarattığını söyler.) ayrıca prometheus 'un insanlar yararına ateşi çalması başka bir eserde, aiskhylos 'un zincire vurulmuş prometheus / prometheus desmotes tragedyasında çok daha derin anlamlarla yorumlanır, orada mekone ve kurban töresinden söz yoktur, ama ateş uygarlığın simgesidir. prometheus aracılığıyla insanlara geçmesi ise evrensel büyük bir devrimin başlangıcı olarak gösterilir. başkaldıran titan insanın bilince ermesini simgeler. (prom. 107-113) b) insanın kendini farketmesi için ikinci süreç ise; kendisi olarak yaşama olanağını elde etmesi olympos tanrılarını rahatsız etmesi üzerine; zeus 'un , insana , kendisini bir başka bakımdan farketmesini sağlayacak pandora ya da 'kadın' ı göndermesidir. böylelikle insan insan olmuştu ve artık geri dönüşü yoktu. ( "pandora 'dan önce kadın yok muydu? insan yaratılınca tek cins olarak mı yaratıldı? yunan mythos'unun havva' sı rolündeki pandora ilk kadın mıdır?" sorularına hesiodos 'un eserlerinde cevap yoktur.)" (#8790560) yani kısacası; bahçedeki günahsız ve yalnız olan adem, prometheus'un ateş çalıp da kendilerine getirmediği insan olmayan insana eşittir. adem incil'de de günahsızdır (buna rağmen adem'in günahkar olduğu da söylenir: "incil: pavlus'tan romalilar'a mektup: rom.5: 14 oysa ölüm adem'den musa'ya dek, gelecek kişi'nin örneği olan adem'in suçuna benzer bir günah işlememiş olanlar üzerinde de egemendi."; "pavlus'tan romalilar'a mektup: rom.5: 15 ne var ki, tanrı'nın armağanı adem'in suçu gibi değildir. "), suç işleyen havva'dır: "pavlus'tan timoteos'a birinci mektup: 1.ti.2: 13-14 çünkü önce adem, sonra havva yaratıldı; aldatılan da adem değildi, kadın aldatılıp suç işledi." adem ve yunan inancındaki sevine coşa yaşayan adam kadınsızdır. o günahsızdır. o henüz insan değildir. bu açıdan bakıldığında tevrattaki yukarıda yaptıgım alıntılardaki "kadın düşmanlığı" da pandora hikayesinde ceza olarak kullanılan kadın imgesiyle örtüşmektedir. iki farklı inanç sistemi de kadını tanrı katında yerden yere vurmaktadır, sonuç mu? şu olabilir mi #10861537 .

    yahudi kutsal metninde "tanrı evvela bahçeyi dikti" diyerek başlayan creatio ex nihilo yani "hiçten yaratım" hem şekil hem de mana itibariyle elbette ki özellikle de hesiodos'un bize çizdiği pagan dininin creatio continua yani "sürekli yaratım / devinim" le farklıdır. ancak hesiodos'un theogonia'da çizdiği evvela khaos'un olduğuna dair resimle tevrattaki hikaye arasında bağ kurmak olasıdır. zira tevratta "yar.1: 1 başlangıçta tanrı göğü ve yeri yarattı." "yar.1: 2 yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. tanrı'nın ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu." diye başlayan yaratım hikayesinde "yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı." ifadesi ile hesiodos'un khaos anlayışı farklıdır demek mümkün değildir. o halde ortak payda olarak kabul edebileceğimiz khaos'un ardından meydana gelen yaratım hususunda değişiklik söz konusudur. tevratta "yar.1: 3 tanrı, 'işık olsun' diye buyurdu ve ışık oldu." diye başlayan gece ile gündüzün yaratılması (devamı şöyledir: "yar.1: 4 tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı." "yar.1: 5 işığa 'gündüz', karanlığa 'gece' adını verdi. akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu." ) ise hesiodos'un pagan düşünceye uygun yaratımında şu şekle bürünmüştür, demem mümkün: khaos'tan iki karanlık ilkesi çıkar: nyx ve erebos; nyx yeryüzündeki geceyi, erebos ise yeraltındaki karanlığı simgeler. nyx'ten de iki ışık ilkesi çıkar: aither (esir) ve hemera (gündüz). tekrarlamak gerekirse; ışık, birinde hiçten tanrının istemesiyle diğerinde ise khaos'tan doğmuş iki karanlık ilkesinden biri olan nyx'ten doğmuştur. ayrıca bu bahçenin yunan'da pandoranın gönderilmesinden önce sevine coşa bir yaşam süren henüz tam insan olmamış insanın yaşadığı mutluluk mekanı olması bu açıdan bakıldığında, tevrat'taki ve kuran'daki ifadelerin de bize bahçenin aslında cennet olduğu (zira cennetten kovulma söz konusudur) böylelikle iki ayrı yaratım düşüncesinin bu açıdan da ortak bir özden hareket ettikleri de söylenebilir. zaten bakara 35 'te ve a'raf 19 'da "cennete yerleşin" ifadesinden kasıt "bahçeye yerleşin" dir: "bakara suresi: 35 ve âdem'e şöyle buyurmuştuk: 'ey âdem, sen ve eşin cennete yerleşin ve orada dilediğiniz yerde, bol bol yiyin. ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zulme sapanlardan olursunuz.' " ; "a'raf suresi: 19 'ey âdem! sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.' " veya taha suresi 117 'de "dikkat edin de.. sizi cennetten çıkarmasın" ifadesinden kasıt "bahçeden çıkarmasın" dır: "tahasuresi : 117 bunun üzerine biz şöyle demiştik: 'ey âdem! şu, senin de eşinin de düşmanıdır, dikkat et de sizi cennetten çıkarmasın; sonra bedbaht olursun.' "

    yine burada creatio ex nihilo 'nun hakim olduğu ibrahim'in tek tanrılı geleneği ile creatio continua 'nın hakim olduğu yunan pagan inanç sisteminin arasında dualist algılayış farkı göze çarpmaktadır. birinde karanlıktan ışık, diğerinde karanlık ve ışık doğmuştur. bu aslında müthiş bir ayrımdır görmek isteyene. pagan düşünce sistemine dair, "ağaca, taşa, suya tapıyorlardı" veya "kızları diri diri gömüyorlardı" verilerinden başka tutunacak dalı olmayan tek tanrılı sorgucuların, yargıçların gözünden kaçan husus işte burada bize kahkahalarla gülmektedir adeta. çünkü burada iyi ile kötü algılayışı, şeytan ile melek veyahut tanrı algılayışının kökünü de bulabilirsiniz. biri ışığın yani aydınlanmanın olduğu tanrısallığı, diğeri karanlığı, korkuyu yani kötülüğü gösterir. birinde bu ikisi iç içedir, çünkü devinim süreklidir. devinimde iyi ile kötü birbiri olmadan olamazlar, bunu paganizm entirimde de söylemiştim: "...bir tektanrılı inanç sistemi dinsel açıdan dünyayı ikiye bölmüştür; birinde cennetin sureti olan iyilik ve tanrıya sadakat diğerinde ise cehennemin sureti olan kötülük ve tanrıya sadakatsizlik. ve hepsinin üstünde omnipotens tanrı. yani tanrı cennette, şeytan cehennemde değildir. tanrı hepsinin üstündedir. augustinus'ta örneğin; kötülüğün de kaynağı tanrıdadır. ama bu tanrının kötü olduğundan kaynaklanmamaktadır. kötülük dünyanın güzelliği için zorunludur sözü de bu yüzden önemlidir. paganist bir algılayışta ise bu yoktur. ares savaşçı tanrıdır, yıkıcıdır ama bu özelliğinden ötürü şeytan veya şeytansı değildir. athena bilgeliği simgeler ama troya'nın yıkılmasında başrollerden birine sahiptir. sadece tanrılar hem iyi hem kötü yani antropomorfik bir özelliktedir. onun dışında syrenler, furialar ve kader tanrıçaları moiralar hep diğer tanrılardan bağımsız hareket ederler. yani demek istediğim tektanrılı inanç sistemindeki iyi ile kötünün ayrılması paganizmde yoktur." (#10989480)

    bahçeden hareketle baya konuştuk, ne zamandır bu başlığa dokunmamıştım iyi oldu, devam ederiz.
hesabın var mı? giriş yap