• "bana öyle geliyor ki aptalca sevmek en insani şeydir; dünyadaki çoğu sevgi karşılıksızdır, çünkü keyfi bir jest, sıradan bir söz, tesadüfi bir bakış yüzünden kalbimizi kaybederiz."

    the red hand files # 251
  • çok ilginç. ya bu adama ve grubuna da abartılıyor diyemezsin. canlısı stüdyo kaydından daha iyi kaç grup ve sanatçı var şuanda? itiraf etmem gerek, tüm şarkılarını bilmeden gittim son konserine. gitmeden de yabancılık çekmeyeyim diye spotifydan konser playlisti olduğunu düşündüğüm bir iki playlist dinledim. bir iki favorim oldu. konserde nerdeyse her şarkıyı favorim yaptılar. insan gözlerini kapatınca bunca güzel bir performansı kulağında kulaklık yokken dinlemesi bir başka oluyor gerçekten. ama buraya yazma nedenim bu değildi.

    nick abimiz iki oğlunu, hatta birini daha yeni kaybetmiş bir insan. ve sahnede o insana bakarken insan ne hissedeceğini şaşırıyor. bilmeseniz anlamazsınız çünkü. gerçekten bazı insanların bambaşka bir dünyası var. öndeki dinleyenlerin arasından konser boyunca çıkmaması, konser boyunca asla enerjisinin düşmemesi, konserde sağlık sorunu yaşayan birini hemen farkedip aninda müziği onun için durdurması, son alkıştan sonra resmen 2.bir konser yapması... velhasıl yarı ağzım açıkta, ellerim alkışlamaktan ağrımış halde, ve bolca tezahuratlar eşliğinde güzel bir gece aklımda ayrıldım konserden. sonra buraya giriyorum, abartılıyor yazan birini görüyorum. dünya gerçekten acayip. çeşit çeşit insan var.
  • hayatında hiç aşık olmamış, hiç sevgilisi olmamış birine cayır cayır eski sevgili özlemi yaşatabilecek adam.
    gün gelir de olursa, istilacı uzaylılara nick cave dinletmeliyiz bence. aynı gün kasvet içinde tası tarağı toplayıp gezegenlerine geri dönmezlerse henry lee olayım.
  • bazi adamlar vardir. sesleri mukemmel olmasa da, gecmi$in yogunlugunu, agir goz kapagi hareketleri gibi, agizdan yava$ca suzulen koyu duman gibi, arkasindakileri gostermeyen gune$ gozlukleri gibi, tum parasini cipse vermi$ hala ac ama mutlu cocuklarin ruh halini, kadifenin e$siz hissini, bogazlarindaki mucizevi teller sayesinde iletebilirler. tum o ulkeleri ve yollarini animsayabilirsiniz, ya da camura bulanmi$ postallarinizin ya$attigi mutluluklari hatirlayabilirsiniz. her ne kadar alakasiz, eski olsalar da. tum o car$aflari, dokunu$lari, hepsini.. 500 mil otedeki kan kirmizisi gullerin kokusunu alabilirsiniz hoparlorlerden. ya da yeniden a$ik olmaniz gereken zamani kestirdiginizde, yorgani kafaniza cekip i let love in mirildanirken basabilirsiniz kendinizi. agir hareketlerle ve namelerle bir kulaginizdan girip omurilik soganinizi rehin alirlar. tek yaptiklari karizmalarinin arkasina aldiklari sesleriyle estetige hitap edip iluzyonlar sunmak degildir. onlarin yaptiklari, bizim yapamadiklarimizi yapmak degildir. onlar sadece basiti guzelle$tirirler. hikayelerdeki adam olmak icin degil, zaten o oldugunuz icin dinlersiniz. bu acidan e$sizdirler. cok bir farkiniz yoktur ya da oyle gelmektedir. sonucta, sorun yoktur.
  • iki abisi, bir kız kardeşi olan küçük nick’ten başlayalım. aslında çocukken ressam olmak istiyormuş. ama okulda kapının önüne koymuşlar kendisini. çok fazla kötü alışkanlığı varmış. o da punk hareketi sayesinde yükselen bir müzik topluluğu olan birthday party’de buluvermiş kendini. buradan yola çıkıp zengin ve ünlü olduğunu söyler.

    özellikle aşk şarkısı yazma tarzı ön plana çıkar kariyerinin başlarında. kişisel tecrübelerden yola çıkarak aşk hakkında hakiki düşüncelerini yazar. bu konuda yeterince veriye sahip olduğunu düşünür. bütün bu zamanın sonunda, bu konuda tamamen cahil olduğu konusunda emin olduğunu da söylemekten çekinmez. aşk ona her zaman kaygan, ele gelmez, öngörülemez bir şey gibi görünmüştür. ne yaşarsa yaşasın, ne öğrenmiş gözükürse gözüksün, her seferinde başlangıç noktasına döndüğünü hisseder. aşk şarkılarında ağırlıkla dile getirmeye çalıştığı da budur.

    hiçbir zaman şarkılarının kusursuz olduğunu düşünmez. her zaman çok tutarlı değildirler. ama öyle bir sesi vardır ki, ah ahhh... nick cave’in şarkı söyleyişi için “crooner” kelimesini kullanırlar. ilk anda kulağa sanki küfür gibi gelen bu kelime, genellikle aşk şarkılarında doğru tonu, doğru sesi çabuk ve kolay yakalamak anlamında kullanılır. nick cave’e göre, “crooner” kendisinin şahsen kaçınmak istediği bir duygusallık biçimini ima eder. özellikle bir crooner olmak istemez. üstündeki etiketle bu kolaycılığa sığınabilmesi de mümkündür aslında. ama sesi doğal olarak harmonik olduğundan bu duruma “maalesef” diye ekleme yapar.

    tamamen sanatsal açıdan bakıldığında, oldukça şanslı olduğunu düşünür. hayatının belli dönemleri duygular, heyecanlar, acılar ve sevinçler bakımından çok zengindir; hakikaten de bir şarkıyı besleyebilecek ne varsa yaşamıştır. örneğin “boatman’s call” albümünün ilk bölümünde, özellikle oğlunun annesiyle ilişkisinin son anlarından izler vardır. ikinci bölüm ise, bu ayrılıktan hemen sonra yaşadığı başka bir ilişkinin izlerini taşır. bu ilişkinin öznesi büyük ihtimal pj harvey’dir. the boatman’s call’un son üç ya da dört parçası stüdyoda, son anda yazılmıştır. her zaman karışıklığın, karmaşanın bütün yaratıcılığın ideal ortamı olduğunu, hatta en temel ön şartı olduğunu düşünmüştür. bu nedenle de muğlaklık, şüphe, huzursuzluk, kayıplar her zaman için güvenden, huzur ve rahatlıktan daha zengindir ona göre. her ilişkide bir yığın net olmayan, flu aşamanın olduğunu hatırlamak gerektiğini düşünür. yani delicesine bir aşk, bezginlik ve acının birbirini takip etmesi demek değildir. daha doğarken bile aşkın ne kadar acı verebilen bir şey olduğunu unutmamak gerektiğinin altını çizer. önceleri, şarkılarında ifade ettiği duygular fazlasıyla siyah-beyaz, hatta neredeyse çizgi film tarzında ve keskinlikle bir gerçeklik anlayışının ürünüdür. eskiden her şeyi şişirme, büyütme eğilimindeyken; olgunluk döneminde melodramatik bir yaklaşımın peşinde koşmaya başlar, her şeyi opera haline getirmeye çalışır.

    en sevdiği albümler arasında david bowie’nin aladdin sane’i vardır. daha kapağını gördüğünde, dinlemeden önce, “tamam işte” demiştir, “benim hadisem bu!” dinledikten sonra, bütün diğer plakları bir kenara atmıştır. o güne kadar abisinin plaklarını dinlermiş, çok iyi bir dinleyiciymiş, 60’ların en güzel hippi dalgaları varmış abisinin koleksiyonunda. genç nick’in müzik zevki de oralarda seyrediyormuş. derinden bir etkilenme olmasa da bowie’yi keşfedince, o güne kadar dinlediklerinin bowie öncesi tarihte kaldığını söyler. bowie milât olmuştur kendisi için. ona göre zaten rock iki döneme ayrılabilir: bowie öncesi, bowie sonrası.

    genellikle bir albümün kayıtları sona erdikten sonra onu dinlemek istemez. çünkü insan yazdığı şarkılar hakkında şüpheye düşebilir, “boktan mı oldu acaba” diye kurar kendi kendine. bir albümün sound’u, sözleri iyi olabilir, şarkılar iyi okunabilir, ama yine de insana iyi gelmeyebilir; tek tek her şey iyidir, ama bütünü çok mânalı değil gibidir. bir şey ya da bir şeyler eksik gibi gelir kendisine.

    ilginç bir bilgi daha… cave şarkılarını kiraladığı bir ofiste yazar. bir sanatçının nasıl yaşaması, çalışması gerektiği konusundaki düşünceleri klasik ekoldendir. bir iş alanı kurarsın ve orada oturup çalışırsın. bahama’da plajda sürtmezsin ya da o parti senin bu parti benim gezmezsin, kıçını bir ofiste terletirsin.

    hayatında berlin’in önemli bir yeri vardır. eğer berlin’e gitmeseydi, kendisine ve birthday party’ye neler olurdu kestirilmez. ingiltere kendilerini öylesine yiyip bitirmiştir ki… zira ingiltere’de zerre umursanmıyorlardı, saygı görmüyorlardı, bunun başlıca sebebi avustralyalı olmalarıydı. ingiltere’ye ilk gittiklerinde, avustralyalı bir grubun ingiliz gruplarından daha ilginç bir müzik yaptığı görülmüş, duyulmuş şey değildi. basının gruba gösterdiği ilk reaksiyon kabile müziği, aborijin müziği olduğu yolundadır. tamamen yanlış bir bilgi üzerine kurmuşlardır eleştirilerini. ve bazı istisnalar dışında, asla ciddiye alınmıyorlardı. konser verme imkânı bulamıyorlardı. sonra bir avrupa turnesine çıktılar, berlin’de insanlar acayip tuttu kendilerini. cave’i ve grubu gerçekten seven, müziklerini anlayan insanlar vardı... ve hemen ingiltere’de mevcut olmayan bu sanat iklimine dahil oldular. berlin’in david bowie, lou reed, iggy pop için de dönüştürücü olması tesadüf değil demek ki... havası mı, suyu mu nedir berlin’in bir çekiciliği vardır.

    berlin duvarı yıkıldığında oradan ayrılır nick cave. duvar yıkıldıktan sonra berlin tamamen değişir, bambaşka bir şehir haline gelir. cave oradayken bir alternatif kültür, bir karşı kültür mabedidir berlin. bu şehir muhalif insanları kendine çeker. tarihsel olarak ilginç bir sanatsal ortamdır, bunu oradayken fazlasıyla idrak edebilmiştir ve nick cave berlin’den ayrıldıktan sonra bir daha öyle zengin bir kültürel ortama tanık olmadığını söyler hep.

    nick cave, jim jarmusch’un ön ayak olduğu ‘the sons of lee marvin adlı gizli bir kulübün onursal üyeleri arasındadır aynı zamanda. çok kısıtlı sayıda üyesi vardır kulübün ve hepsi de tanınmış, orijinal karakterlerdir. nick cave dışında tom waits, john lurie, richard boes ve yönetmen john boorman da vardır bu gizli kulüpte. bazı kaynaklarda thurston moore, neil young, iggy pop, josh brolin, jeff bridges’ın da üye oldukları rivayet edilir. kulübün çıkış hikayesi de şöyledir... jarmusch, yıllar önce başrolünde lee marvin’in oynayacağı bir film hayal ediyormuş. marvin’in alkolik bir babayı canlandıracağı filmde birbirinden nefret eden üç oğlunun ilişkileri konu edilecekmiş vesaire. film olmamış fakat buradan hareketle ‘the sons of lee marvin’ adlı gizli kulübü kurmuş! ilk üyelerden biri, zamanında berlin’de beraber kaldırım çiğnediği arkadaşı nick cave olmuş ki; hakikaten cave de marvin’i andırır.

    hayatında yaşadığı en ağır trajedi evlat acısıdır. ikiz çocuklarından arthur, on beş yaşındayken kayalıklardan düşerek hayatını kaybeder. nick cave, oğlunu gömmenin acısını yaşar. bir sene sonra “skeleton tree” albümünü yapar. bu albüm bir babanın oğluna ağıtı gibidir. burada yer alan tüm şarkılarda dolup taşan bir acı hissedilir. genel olarak diğer albümlerinden daha yavaş bir albüm olması dikkat çeker. sanki artık bir nefes daha alamayacak kadar yorgundur cave. “jesus alone”ın girişinden “girl in amber” şarkısına kadar tüm yaşadıklarını hissettirir bize.

    bu arada giyim konusunda da çok klas olduğunu söylemeliyim. 2013’de the guardian tarafından dünyada 50 yaşın üstünde olanlar arasında ‘en iyi giyinen’ isim seçilmesi boşuna değildir. tüm takım elbiselerini özel olarak bir terziye diktirir. hiç hazır takım elbise giymez. böyle özel ve orijinal bir adam için, bu çok anlamlı bir metafor gibidir. kısaca; efsane nasıl olunur sorusunun cevabını hepimize ders verir gibi tüm detaylarıyla gösteren bir adamdır nick cave.
  • bir yerlerde kesin bir iki leşi olan, ama henüz bilmediğimiz deli adam.
  • sonsuz karizma...
  • --- spoiler ---
    yıl 1996, grubunun 9. stüdyo albümü “murder ballads”ın başarısının ardından nick cave “en iyi erkek sanatçı” dalında mtv ödüllerine aday oldu. adaylık kısa bir süre sonra geri çekildi, nick cave’in mtv organizatörlerine yazdığı mektuptan sonra.

    mektupta ne mi yazıyordu?

    sevgili mtv ekibi,

    öncelikle sizlere teşekkür etmekle başlamalıyım. yıllardır bana verdiğiniz desteğe minnettarım ve en iyi erkek sanatçı dalında aday olmayı da bir iltifat olarak görüyorum. kylie minogue ve p.j. harvey ile son albümümüzde yer alan parçaları canlı çalmamız için bize ayırdığınız zamanı da gözden kaçırmadığımı, çok mutlu olduğumu belirtmek isterim. bu yüzden tekrar en samimi duygularımla sizlere minnettar olduğumu hatırlatmama izin verin.

    bu mektubu en iyi erkek sanatçı için adaylığımın geri çekilmesini istemek için yazıyorum. bunu istemenin benim için gerekli olduğunu hissediyor, bu ve bunun gibi ödül törenlerinin rekabetçi doğası içinde bugünde ileride de yer almak istemediğimi dile getirmem gerektiğini düşünüyorum. bu adaylığı daha rahat düşünen biri almalı. her zaman müziğimin eşsiz ve ender olduğunu düşündüm. ben kimseyle rekabet etmem.

    benim ilham perimle olan harika ilişkim çok narin. ben, onun kırılgan doğasını rahatsız edebilecek, onu incitebileceğini düşündüğüm bu tip etkilerden korumakla görevli olduğuma inanıyorum.

    bana ödül olarak şarkılarla gelen ilham perime karşı tüm sorumluluklarımı saygı ile yerine getiriyorum. bu durumda onu rekabete sürüklemek oldukça kırıcı olacaktır. benim ilham perim bir at değil, bende at yarışçısı değilim. dolayısıyla bu kesik kafalarla dolu salonda, ışıltılı ödüller için onu koşturmayacağım. ilham perim yok olabilir, beni tamamen terkedebilir!

    dolayısıyla sevgili mtv insanları, son albümümün arkasında durduğunuz, şevk ve enerjimi paylaştığınız için sizlere teşekkürederim. çok teşekkür ederim ama hayır, bunu yapamayacağım.

    saygılarımla,

    nick cave

    --- spoiler ---

    kaynak: http://www.radioeksen.com/…ve-nasil-refuze-etmisti/
  • figürdür. öyle bir kavram var mıdır bilmiyorum ama figür müziği yapar. denk olarak gibi gösterebilirim; morrissey, belki bir de robert smith. cohen'dir, bowie'dir saymıyorum, zira onların zamanı farklıydı ve sonuna kadar figür oldular.

    büyülü bir müzik yapmaz nick cave. senaristliği orta, yazarlığı ise kötüdür kendi adıma. yani el attığı her işi güllük gülistanlık kılmaz. ama tam da bu noktada önemlidir. 'vay be şu müziğin doluluğuna bak!' demezsiniz straight to you ya da into my arms'da. henry lee'yi dinlerken 'dinlediğim en iyi balad bu!' da demezsiniz. umut sarıkaya'nın da dediği gibi 'bu ne lan yarrak gibiymiş' diyenler de olacaktır onun müziğine, çünkü bu topraklarda ilahlaştırma ata sporumuz olarak geçer.

    duruştur nick cave. erildir, erkektir. biraz triptir. işten eve geldiğinde bir duble bourbon koyduğunda kendine, onu dinlemek istersin. belki sevgilinle kavga etmişsindir, elin ona gider; no more shall we part dinlemek sana iyi gelecektir. ne bileyim tanrıya da, deniz kızlarına da inanasın gelmiştir ya da inanıyorsundur gerçekten, mermaids açarsın.. demem o ki onda kimisi kendini bulur, kimisi bulmaz. çok ama çok fazla bir söz yazarıdır, yapabildiği en iyi şey de zannımca budur. öyle büyülü müziklerden bahsedemeyiz. last.fm'e göre en çok dinlediğim ikinci müzisyenken bunu söylüyorum.

    bireyseldir nick cave. o yüzden umut sarıkaya'yı geçirmek geldi içimden. öyle insanlara tutunursanız 'abi çok güzel bak dinle bir' adamı değildir çünkü, riskli bir müzik yapıyor herif. kıza falan hava atmak için, evet belki tercih edilebilir, sonuçta hiçbir kızın tam anlamıyla nick cave dinlediğini sanmıyorum. hatta ileri gideyim, nick cave sevebileceğini de sanmıyorum. o yüzden kalkıp da 'baksana merve, nick cave'i kesin dinlemelisin; şöyle şöyle de böyle böyle..' diye tutturursan da ters tepme olasılığı fazladır. o yüzden bırak sende kalsın nick cave. seviyorsan, gerçekten seviyorsundur. sevmiyorsan da hiç zorlama, milyon tane seçeneğin var. git onları dinle.. zaten adamı ya bağrına basarsın ya da hiç sevmezsin. 'nick cave fena değil' diye bir tabir yok, kendimizi kandırmayalım.

    ha sen ne düşünüyorsun diye sorarsan bana, örnek aldığım ve biat ettiği tek adam diyorum.. daha ne diyeyim..
  • rakı içmek istiyorum ben bu adamla. kolalı beyaz gömleğinin üstüne siyah ceketini çeksin gelsin otursun karşıma. bir de şalgam olsun. as i sat sadly by her side çalsın eski yaşanmışlıkları, aşka dair dönüşü mümkün olmayan hatalarımı biraz da abartarak anlatayım. papa won't leave you henry'de sebep aramaksızın neşelenelim. henry lee çalarken anlatma sırası ona gelsin. pj harvey'den falan bahsetsin. people ain't no good da karşılıklı susup arabesk efkarlanma moduna geçelim. bir de kalkarken sigara uzatıp filmlerde olduğu gibi birkaç kelimelik kodaman bir laf etsin, 'eyvallah abi' diyeyim kendisine.
hesabın var mı? giriş yap