• bünyesinde yapılmaması gereken 3 şey: aşk yaşamak, vatan kurtarmak, din/inanç anlatmak.

    yüzyüze iken beceremediğimiz şeyleri bu mecraya taşıyınca hepten elimize yüzümüze bulaştırıyoruz. şahdık, şahbaz oluyoruz.
  • sayesinde yarım asır önce 2-3 günde ancak yayılan haberler (haliyle görece daha aklı selim gelişenler), bugün 5 dakikada tüm dünyada aynı anda haber haline gelip kaosa neden oluyor.

    filtreden geçirme yok. direkt öfkeye dönüşüyor.

    sosyal medya bir gün büyük bir kaosu getirecekti, sanırım o gün bugün. (bkz: 17 ekim 2023 israil'in gazze'de hastane vurması)
    (aksini gösteren videolar var ve yetmezmiş gibi onların da fake'leri var-2022'de- ama bugünden de var; bilgi kirliliğinin seviyesine bakar mısınız? bu ortamda hemen tepki vermek doğru olabilir mi?)

    daha hastaneyi kimin vurduğu belli olmadan trafikte ani sinirle birbirini vuranların/bıçaklayanların yaşandığı senaryoların kitlesel olanına tanık oluyoruz; daha beterine de olacağız gibi.

    şu an dünyanın birkaç yerinde (berlin, istanbul, lübnan, ürdün) binlerce insan israil veya abd konsolosluklarına/üslerine gitti, itiş kakış görüntüleri geliyor (şimdilik gaz bombası sanırım). polisler de göstericiler de boşuna yaralanıyor ve yaralanacak.

    haberlerin daha değerlendirilmeden bu kadar hızlı yayılması korkunç.

    hastaneyi vurmak amasız ve fakatsız savaş suçudur, şüphesiz. gerçekse, israil cezalandırılmalı ve hükümeti düşürülmelidir. ancak cezası yeni savaşlar açılmasına yol açtırmadan verilmelidir. ve daha önemlisi bunun öncesinde bu olay kaza mı değil mi, kim yaptı bilinerek ilerlenmelidir. ne yazık ki sosyal medya bu değerlendirmeyi yapmaya fırsat vermiyor.

    ekşi'de bile bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olarak kısacık zamanda binlerce yorum girilmiş. ne bilgimiz var da yorum yapıyoruz? herkes birbirinden güç alarak sıralı çıldırıyor. twitter zaten ateş aldı, yangının asıl kaynağı.

    sosyal medyanın çığ etkisi korkunç. yapay zekadan daha hızlı, ama zekasız.

    artık toplumlar için soğukkanlılık diye bir şey yok, sadece toplu refleksler var.

    sosyal medya insanın geldiği en aşağılık noktalardan biri oldu artık. şu hale bak, yazık.
  • toplumun bilgiyi kendi yapisina paralel bir serbestiyle sentezleyebilmesine sosyal medya demek, atmosfere "sosyal oksijen tupu" demeye benziyor. halbuki en basindan beri bilgi bizzat toplum tarafindan yaratilan, topluma ait, haliyle toplumun da en ham haliyle tuketmeye sonuna kadar hakki oldugu bir meta iken, bir takim "secilmis" mecralarin tekeline gecip o filtreden sunulmaya baslanmasi sacmaydi. yemeklerin sadece restoranlarca yapilip bize sunulmasi gibiydi. simdi yemegi istedigimiz gibi yapabildigimiz gibi, onu da istedigimizle istedigimiz gibi paylasabildigimizi gorduk. bu surecin tersten islemis olmasini aptalca buluyorsam da duzeliyor olmasina sahit olmaktan gayet memnunum.
  • toplumun en az yüzde 50'sinin asgari ücret karşılığı günde 16 saat çalışıp yaşama tutunmaya çalıştığı bir toplumda, sosyal medyanın dışarıdaki hayat ile çok bir alakasının olduğunu söylemek zor. üstüne bir de hala fetüs döneminde olan kentleşme ve dip seviyede olan internet okur yazarlığı eklenince sosyal medyada cereyan eden tartışmaların reelde karşılık bulması kolay değil.

    16 saat çalışıp geçim derdi ile yanıp kavrulan, her gün "en ucuz ekmeği nereden bulurum" ile "valilik önünde kendimi yaksam mi" düşünceleri arasında volta atan insanların gerçek gündemi, arzusu, yönelimi, zorunluluğu, hassasiyeti vs asla bu mecralarda karşılık bulmuyor. bu insanlar için sosyal medya demek, boş tamamen boş vakit geçirmenin, eğlenmenin en en ucuz ve kolay yolu sadece. ülkenin yarısından çok fazlasi için yemek tarifi, traktör tamiri, komik kedi videosu, nakış işleri, tiktok trentleri vs arasında göz kapakları aşağı inene dek turlamaktan ibaret sosyal medya. geriye kalan azınlıkta ise durum başka. herkes kendi köy kahvehanesine çekilmiş kendi köyünü ölümüne övüp başka köyün dedikodusunu yapmakla meşgul. bunu da olağanüstü bir ciddiyet ve hışımla yapıyor.

    geçenlerde, her açıdan fikrine itimat ettiğim, ondan birçok şey öğrendiğim, sonsuz saygı duyduğum kadın bir arkadaşım ile sohbet ediyordum. bu arkadaşın sosyal medya ile alakası yok pek, hatta hiç yok. feminist mücadeleye dair yaptığı okumalar ile de girdiği ortamın alfasi bir kadın bu. 3 yabancı dil, sayısız ülke gezme, tezler, saha araştırmaları, aktivizm, mücadele, akademik kariyer... sosyal medya ile tek bağı watsapp.

    bu arkadaşa, the red pill hakkındaki fikrini sordum. dedim ki öyle bir şey söylesin ki, aydınlanayım. aydınlandım da! ki sanırım son 2 yıldır bu denli büyük bir aydınlanma yaşamamıştım. verdiği yanıt şu;
    "o ne ki, hiç duymadım!"
    oha mağarada mı yaşıyorsun, diyecek oldum, demedim. duymamış kadıncagız. orada dank etti ki bu tür siktiriboktan şeyler klavyeden siciliyor, ekrana yapışıp kalıyor. emek dünyasında, akademide, sokakta, resmi kurumlarda, mücadele alanlarında adı sanı geçmiyor.

    misal hayatı iliklerine kadar aktif bir özne olarak yaşayan emekçi ve aktivist bir kadın, feminizmin tarihsel gelişiminden tutalım da diğer tüm tahakküm biçimleri ve bunlara karşı geliştirilen direniş biçimleri ile olan ilişkisine kadar oturup saatlerce konuşabiliyor; fakat buradaki sivilceli, ekran bağımlısı, asosyal, patolojik tiplerin yine ekrandan öğrenip etrafa kustukları bu öğreti (!) hakkında tek kelam duymamış olabiliyor. çünkü bu lanet mecra, tıpkı sanal oyunlar gibi baştan sona kurgu, yapay, zorlama ve zehir. bu sentetik zehirden her gün damarlarına bir doz alan kişi, bir süre sonra dışarıda bambaşka dertleri ve bambaşka uğraşları olan devasa yaşam pınarından kopmuş oluyor.

    emek, siyaset, ekonomi, cinsiyet, kimlik, sömürge, şiddet, spor... hangi konudan söz edersek edelim, bunlar sosyal medyada çok büyük oranda dışarıdaki yaşamdan kopuk bir şekilde ele alınıyor. son seçimler bunun en bariz örneğiydi. "seçimden bir gün sonra yurtdışı uçuşları yasaklayalım mi ehehe" diye iddialı pozlar kesen sözüm ona emek siyasetçisi, devrimci liderler aptal oldukları için değil, sokaktan ziyade ekrana baktıkları için bu saçma demeçleri verdiler. "yeni nesil tamamen atsızcı seküler ve atatürkçü haa" diye müjde saçanlar da, "gençlerin yüzde 60ı deist" diyenler de sokaktan ziyade ekrana bakanlardı. geldik, nihayetinde yeni seçmenin hüda-parlı, akp'li, mhp'li bir şeriat koalisyonuna katılımı ile muhalefet koalisyonuna katılımı arasında kayda değer bir fark olmadığını gördük. sosyal medyadan hayatı takip eden profesörler, aktvisitler, sanatçılar, liderler "15 mayıs günü akp'den kalan bakanlıkları kimler alacak?" diye tartışıyordu, sokağın içinden gelen yatay çizgili tişört giyen sebze hali çalışanı tahsilsiz amcalar "yeğenim imkanı yok akp kaybetmez, evet kriz var ama yardımlar da var, her evden birden fazla çalışan var, eyt var, bedava kredi var, bir de adamlar çalışıyor yeğenim. muhalefet neydecek allansen!" diyordu.

    emeğin, sömürünün, zulmün, toplumsallığın, mücadelenin, yaşamın, hareketin, üretimin olduğu tüm alanlara; klavyelerle, belli bir alandan ses alan mikrofonlarla ve sınırlı görüş açısına sahip kameralarla bakıldığı bir yer bu mecralar. burada ana trend olan dışarıda duyulmamış oluyor çoğu zaman. mesela buradaki göçmen karşıtlığına bakıyorsun, dersin ki ülke nüfusu 86 milyonsa, bunun 82 milyonu sabah akşam göçmen avında. oysa emek dünyasının içine giriyorsun, göçmenlerin ucuz iş gücünden, güvencesizliğinden, bedeninden istifade eden milyonları görüyoruz. istifade edemeyen de bu insanlarla iş kuruyor, komşu oluyor, ticaret yapıyor, muhabbet ediyor, evleniyor, birlikte çalışıyor vs. bir avuç asosyal ilkelin kopardığı gürültünün yakınında bile değiller. yani uzun lafın kısası sosyal mecra, tımarhanenin davuludur. her tokmağı kapanın istediği gürültüyü çıkarabildiği bir mecra bu.
  • psikolojide splitting (bölme) denilen bir bilinçdışı savunma mekanizması var. splitting yapan kişi benliğini, ötekini ve dünyayı, iyi ve kötü diye ikiye bölerek algılar ve bu iki yakayı bir araya getiremez. bu mekanizmanın yoğun olarak kullanılması çarpık bir dünya anlayışına neden olur.

    sosyal medya splitting'i körükleyen bir yapı çünkü bireyler burada tam da bölmeye uygun şekilde birer parça nesne olarak var oluyor. bir entry, bir fotoğraf, bir tweet ile tanıdığınız insan elbette tam bir insandan çok, o insanın sadece bir yüzü, bazen bir ânı demek. bu da o yüzü beğenmezseniz öfke ve ötekileştirme yani kötü algılamayı ya da yüzü beğenmeniz durumunda özdeşim ve yüceltme yani iyi algılamayı kolay hale getiriyor.

    o yüzden sosyal medya üzerinden tanıdığınız ve kişisel ilişkiniz olmayan insanlara öfke ya da hayranlık duymanız, yani onları kötü ya da iyi nesne parçaları haline getirmeniz, o kişiyi gerçek ve bütüncül bir imge olarak algılamaktan çok daha kolay.

    burada öfke duyduğunuz biri ile gerçek dünyada kahve içseniz 'o kadar da kötü biri değilmiş' demeniz; burada hayran olduğunuz biri ile oturup sohbet etseniz 'bu muymuş yani' demeniz olası.
  • bundan 10 sene sonra markaların sosyal medyaya döktükleri parayla baya baya taşak geçilecek.

    özellikle "atılan tweet ile ulaşılan insan sayısı" gibi istatistikler, 80'li yıllarda trt'de yayınlanan amaçsız reklamlardan bile komik gelecek.

    sonra tüm bu saçmalıkların infografikleri yapılacak, ve birileri daha kendisini pazarlama gurusu olarak ilan edip bunlardan bahsedecek.

    tesisatçılar ve marangozlar ise işe yaramaya devam edecekler.
  • geleneksel medya ile arasındaki en büyük fark; haber kaynağının kurumlardan, bireylere kaymasıdır.

    # deprem anının görüntüleri binanın güvenlik kamerasının kaydı değil, cep telefonu kaydıdır.

    # madonna'nın son konserinde iç çamaşırı giymediğini, bir gazetenin pazar ekinde değil, o an konserde, en ön sırada olan çocuğun alttan çektiği fotoğrafı twitter'a yollamasıyla haberdar oluruz.

    # televizyondaki haber bülteninde, çin'de çıkan çatışmalarda, resmi açıklamalara göre 3 kişinin ölmüş olduğunu duymakta iken, youtube'de en çok izlenen videolar arasında, çinli bir kullanıcının, coplardan kaçarken, arkasına dönüp çektiği, yerde cansız yatan yüzlerce kişinin bedenin görüldüğü video ile karşılaşabiliriz.

    # ekonomi dergilerinde, uluslararası bir firmanın türk yöneticisinin yeni bir kariyer planı nedeni ile görevinden kendi isteği ile ayrıldığı yazarken, friendfeed'de aynı yöneticinin ciddi bir hatası yüzünden kovulduğunu öğrenebiliriz.

    # televizyondaki gurme programlarında öve öve bitirilemeyen restoranın yemeklerinin rezalet ve garsonlarının da saygısız olduğunu ve detaylarını bir arkadaşımızın blogunda okuyabiliriz.

    # medyada söz sahibi olan, cesur olarak anılan büyük isimlerin bile dile getirmeye çekindikleri tabuları ve bu tabular ile ilgili binbir açıdan bakan görüşleri, tüm açıklığı ile bir ekşi sözlük başlığından takip edebiliriz.

    diğer yandan; ipiyle kuyuya inilmez. 200 kişilik mekandaki konsere "katılıyorum" diyen 1500 kişi vardır facebook'ta. konser günü mekanın yarısı boştur.

    http://sn.im/rvrld
  • hani mistik uyduruk dizilerde falan herkesin düşüncelerini duyabilme yeteneği gelen tipler olur. delirir sonra bunlar. çünkü aynı anda bu kadar çok fikir, iç ses, bilgi yayın alınca kişi kendi iç sesini, kendi fikrini, kendi eksenini kaybeder. beyni mıncırır böyle, yapış yapış olur.

    kafamızın içini türdeşlerimizle senkronize etmek, onların fikirlerini hislerini duymak ve kendimizinkini iletip geri bildirim almak, zihnimizin evrimleşme şekli yüzünden hem çok faydalı hem de zaruri. buna zorunluyuz yani. kendini mağaraya kapatıp 32 yıl tek başına meditasyondan sonra delirmeden oradan çıkan budist rahipler anca masallarda olur. insan zihni diğer insanların zihinlerinden oluşan bir hubla sürekli ping atıp iletişmek zorunda. bunu ister direkt olarak yap, fiziksel olarak ulaşabileceğin mesafedeki insanlarla gerçek analog dünyada yüz yüze iletişimle.. ister dolaylandır, mektupla emaille yap… isterse de zamanda ve etkileşimde dağıt, belki çoktan ölmüş insanların yazıp bıraktıklarını okuyarak inputu al ve yüzünü hiç görmeyeceğin insanların bugün veya 150 yıl sonra ulaşıp okuyarak seni duyabileceğini tasavvur ederek bir mecraya iç sesini kaydet, yaz yani… yahut çiz, bestele, yont, çek… her senaryoda yaptığın başka insanların zihinlerinden oluşan bir hubla hem alıcı hem verici olarak kendi zihnini bağlamak, ping atmak, senkronize olmaktır. bağlanabildiğin hubdan aldığın taze inputlar yahut gönderdiğin sinyale aldığın geri bildirimler hoşuna gidecek türde olsun veya olmasın, bu çift yönlü etkileşim bizim için mecburi. bu cepte. aksiyom… aldıklarımızın hoşumuza gitmesi ise ancak ikinci etapta artı bir etki yaratıyor, yalnız hissetmemeye, kabul görmeye, türümüzden birileriyle aynı toplulukta olduğunu hissetmeye.. o birileri ölmüş bile olsa. ben kafka'yla tanıştığımda resmen omuzlarımdan bir yük kalkmıştı mesela, dünyayı daha çok sevmiştim. hissedip kimseye anlatamadığım şeyleri -anlatamamak anlatmaktan çekinmek anlamında değil, deneyip anlaşılmadığını görmek anlamında- yaşayan hisseden bir başka türdeşim olduğunu ilk o satırlarda görmüştüm çünkü. küçük bi sosyal etkileşim havuzum vardı henüz ve o havuz benim için tek hubdı, yani o yaştaki zihnim için bütün insanlıktı… ve o havuzda anlatmak istediğimi anlayan kimse olmayınca tüm gezegende böyle hisseden tek kişiymişim sanrısına kapılmıştım ve bu iç kavurucu bir histi. sıfırla 1 arasındaki fark 393 ile 394 arasındaki farkla nicel olarak aynıdır ancak nitel olarak dünyalar değişir. benim sıfırla 1 arasındaki farkımı da bilmediğim bir coğrafyada bilmediğim bir hayat yaşayıp çoktan ölüp gitmiş birinin aynı iletişim, aynı ping atma güdüsüyle yazıp bıraktığı satırlar sağlamıştı ilk.

    peki kafka'yı ilk okuduğunda ilk kez sürünün üyesi hisseden, dünyalı hisseden 15-16 yaşındaki ben, kafka bugün yaşıyor olsaydı ve sosyal medyada twitliyor entry yazıyor olsaydı bunu yakalayıp aynı hisseder miydim? hayır. sebep bombardıman yükü. sebep sayılar. hayatta her şey sayılarla ifade edilebilir. ve hayatta her şey sayılarla ilgilidir.

    seçenek paradoksunu biliriz, belli bir sayının üzerinde seçenek olduğunda zihnimiz bir çeşit kısa devre yapar, amacıyla tüm o seçeneklerin +/- getirisini sağlıklı şekilde eşleyip işleyemez ve seçmemek veya rastgele birini seçmek gibi saçmalamalara girişir. yahut bambu bitkisiyle ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsunuz diyelim ve elinizin altında sadece meydan larus ansiklopedisi var. açıp bambu hakkında yazılmış başlığı dikkatle okursunuz ve bambu hakkında öğrenilebilecek her şeyin %1'i olsa bile o %1'i harbiden öğrenirsiniz oradan. öte yandan bambu hakkında insan aklının üretip kayıtladığı bütün bilgilere ulaşabileceğiniz bir mecraya misal google'a başvursanız bitkinin yetiştiği iklimden kökünün yayılmasına, bambu mobilya yapım tekniklerinden bambudan tuvalet kağıdı yapan şirketin kuruluş hikayesine, bambu içeren memelerden bambu yaprağındaki sepitonin hiyeroglifinin h5 bileşiğinin damıtılma yöntemleri hakkındaki akademik makaleye aynı anda ulaşırsınız. neyi aradığınızı, neyi öğrenmek istediğinizi şaşırırsınız, 3 saat sonra bilgisayarın başından 76 tab açmış, hiçbirini doğru düzgün okuyup anlayamamış, kafası kazan gibi zihni mayış muyuş olmuş ve bambu hakkında bi bok bilmeden kalkarsınız. %100 bilgi elinizin altındadır, ancak zihniniz buradan %1'i bile sağlıkla çekemez.

    kısacası input fazlalığı altındayken zihnimiz, o inputa ulaşma isteğine ilk sebep olan amacını beklentisini şaşırır ve onca input arasında gerçekte aradığını en yüksek verimle sunacak seçenekleri filtreleme yeteneğini kaybeder. çok yüksek rpm'de devinir, yorulur, kızarır, süngere döner ve etkenliğini kısmen veya tamamen kaybederek uyuşur, edilgenleşir. insanların düşüncelerini duymak, okuyabilmek de şöyle bir düşününce bir süper güç, bir harika yetenek gibi akla geliyor ancak bunu filtreleyemeyip kontrol edemeyince bir lanete dönüşüyor.

    sosyal medyanın şu dönemin insanları üzerindeki etkisi de aynen bu gibi geliyor bana. bir anda herkesin iç sesini, düşüncelerini aynı anda 7/24 istemeden duyabilir hale geldik. bir büyülü özel havuz gibi düşünüyorum sosyal medyayı, bilim kurgu filmlerindeki gibi o havuza girip gözleri kapatınca suyun etkisiyle o havuzdaki herkesin düşüncelerini duyabilir hale geliyorsun. korkunç, delirtici bir gürültü… ancak o havuzdayken bizimkini de başkaları duyabildiği ve öyle veya bi geri bildirim verebildiği için o ortam varoluşsal yalnızlık hissine bir çeşit derman oluyor ve bu çok güçlü… sağ alt köşede o havuza girip bunca iç sese maruz kalmak canımızı deli gibi yakmasına ve zihnimizi uyuşturmasına rağmen diğer yanda duyulmanın verdiği tatmin çok pis bir zaafımızı trollediği için çıkamıyoruz, çıkmak istemiyoruz da… ve adeta hareket halindeki tankerdeki su gibi savruluyoruz. o kadar zihni anda anda duydukça önemliyle önemsizi, gerçekle sahteyi ayırt etme yeteneğimizi yavaş yavaş kaybederek uyuşup edilgenleşiyoruz. bir gündem çıkıyor, hoop herkes günlerce haftalarca o konu hakkında düşünüp konuşuyor sadece mesela. ve sonra hop diye yeni birisi çıkıyor ve bir önceki pıt diye yok oluyor. 2 hafta önce bi milyon insanın yatıp kalktığı bir konu tam-mamen yok oluyor herkesin zihninden, hiç yaşanmamış gibi sanki ve kimse dur lan demiyor… herkes aynı şevkle şimdiki yeni gündemle yatıp kalkıyor çünkü, yeni bir yönde savruluyor oluyor. tanker direksiyonsuz, içindeki suyun savruluşuyla yokuş aşağı virajlı bir yolda hababam koşuyor. devasa linçler, devasa kitlesel hareketler, devasa korkular… gerçekle gerçek dışı birbirine öyle bir giriyor ki altındaki zemin yok oluyor. bu bir veri mi fact mi, harbiden oldu mu, spekülasyon mu, tahmin mi, manipülasyon mu, şaka mı, yorum mu… bu konu mu, önemli mi, etkisi ne… hiçbir tutamak yok. uyuşmuş süngerleşmiş zihinler çılgınca deviniyor ancak tankerdeki su gibi, amaçsız hedefsiz… hem sadece reaksiyoner hem de o reaksiyonun gücünü etkileştikçe şiddetlendirip abartarak tankeri bir yana devirecek riskle… tanıdığım en ayık, en eleştirel yapılı en tabu deviren kafaların bile tankere girince kendini kaybedip uyuşup bu çılgın devinimin sorgulamaz parçası olduğunu görüyorum. beyni yıkanmış bi asker gibi… korkutuyor bu da beni. o zihne bunu yapan bana ne yapmaz… o yüzden çok tırsak bi bilinçli dikkatle yaklaşıyorum sosyal medyaya. kimyasal uyuşturucu gibi. envai çeşidi var, her talep için bi versiyonu var, herkes her gün çekiyor, her yerden bi fırt uzatan çıkıyor hep, çok normal… o güzel kafalarla geziyor konuşuyorlar ve ayık olmak şu an hiç moda değil… gündemden haberi olmayan bir loser olmak demek artık bunun dışında kalmak. evet sağlıklı filtreleyemediğim için bazen uzun dönemler komple o havuza hiç girmemek yer yer mal durumunda bırakabiliyor insanı… ama işte tırsıyorum ben sosyal medyadan. ara ara keyif için iki fırt çekip kenara koyuyorum. abarttığımı, girmeyince yoksunluk hissi çekmeye başladığımı fark edersem hangi türüyse elimdeki o an, hemen üyelik kapatıp donduruyorum. hiç olmadı bi dağ başına gidip internetim olmadan bi bir hafta on gün takılıp kendimce gerçeklikle olan kendimce organik bağımı diri tutmaya çalışıyorum. bunu da şu an bi sosyal medyada yazışım çelişki gibi duruyor ama değil, o dediğim kendimce keyif için bir fırtım. elleşmeyin. tadını çıkarıyorum.
  • yani şimdi aklıma geldi: acaba sosyal medya nosyonunun tam da çekingen, sosyofobik insanlara hitap etmesi gerekmez mi? yani burada "gerekmez mi"'den kastığım, kağıt üstünde bunun böyle olması lazım sanki. niye? çünkü sosyal medya benim gibi içine kapanık ya da içine kapanmak zorunda hisseden insanların gerçek hayatta karşılaştıkları "sunum" gerginliğini azaltacak olanaklar içeriyor. benim facebookta, twitterda ya da tumblr'da, hatta ekşi sözlükte bile falan kendimi göstermem için belli bir saç stili, atletik duruş, kıyafetler, kostümlere yatırım yapmam gerekmiyor. insanlarla tanışabilmem için bunları göz önünde bulundurma külfetinden kurtuluyorum. sesimin duyulmasına bile gerek yok ki? tam da idealize ettiğim bir şekilde, aklımdan geçen düşüncelerin dışadökümü ile varolabilirim. sıra, tanıştığım insanlarla görüşmeye geldiğinde, onların izlenimi de hakkımda olumlu olacağından (çıkışa gel durumu yoksa tabii...), üstümdeki "kendimi nasıl sunmalıyım" gerginliği yine normalden kat kat daha az olacak.

    her şey çok güzel gözüküyor... e peki, neden olmuyor? neden facebook hesabım olmasına rağmen ne doğru düzgün bir paylaşımım var ne de resmim, beğenilerim, zartım zurtum (pek kullanmıyorum yani)? buraya niye entry yazamıyorum doğru düzgün (bkz: sosyal fobi/@inscrutable)? sosyal medya, tüm bu avantajları sağlamasına rağmen, belli ki ardındaki patolojiye bir rahatlama getiremiyor. bunun neden olduğuna dair kesin bir kanım yok ama en azından facebook için (tek hesabım olan o) bir fikrim var. evet, bu site, sosyal medya açısından önder olabilir... ama facebook'un kendini içine kapanık, sıkıntılı insanlara sunuşunda hala göz korktucu bir dışadönüklük, "bak, sen de bize dahilsin artık"lık hissi var. bu his, facebook'ta her 10 dakikada bir yeni yeni şeyler paylayan, beğenen, yorumlar yapan, başkalarıyla 'arkadaş' olan daha sağlıklı 'arkadaş'larımı (müstehzilikten ziyade facebook terminolojisi sıkıntısı: listemdeki her insanla bir şekilde bir muhabbetim olmuştur yoksa, dostum olmasalar da) gördükçe daha da körükleniyor. paylaşımlara yapılan yorumlar, beğeniler, milletin kendi duvarında da paylaşması... bunların her biri, nasıl alışabileceğimi bilemediğim bir para birimi gibi geliyor. ama millet kullanırken o kadar yetkince yapıyor ki bunu. tüccar gibiler.

    ben facebook'u öyle kullanamam yani, olacak iş değil. evet, kendimi istediğim gibi tanıtmak olanağını facebook bana sağlıyor. sağlıyor sağlamasına ama, bunu yaparken yine de birçok şeyi sergilemek zorunda kalıyorum. daha doğrusu, facebooktaki etkileşim bu karşılıklı sergileme üzerine kurulu (yoksa tabii privacy ayarları falan var ama...). news feed ayrı bir galeri, milletin duvarı ayrı bir galeri yahu. napayım onu ben? ben zaten bundan kaçmaya çalışıyorum.
  • sıradan insanın saadetini (bazen haklı sebeplerle) hor gören pek çok kişi gözardı ediyor bunu, lakin muhtevası her ne olursa olsun, sosyal medya bir imaj devrimi, bir iade-i itibar ağı da sayılır sıradan insan için; artık instagram'a, facebook'a bakarak sekreter jale, kaportacı muharrem, künefeci saim hakkında, mâzinin parıldayan yıldızı odysseus'a dair öğrenebildiğimizden daha fazlasını öğrenebiliyoruz. kendini önemli hissetme şansı verilmeyen sıradan insan, nihayet bu manevi hazzı tadabildi. onbinlerin dönüşü'nü yazan xenophon'un serüveni hakkında bulabileceğimiz çizim ve detaylardan daha fazlasını, bıçkın meşreb bir kahraman haline gelen sıradan insanın sosyal medya sayfasını gezerek keşfedebiliyoruz. düşünün ki antik çağın ilk heykellerinde hayvanlar bile sıkça resmedilirken, sıradan insana hiç yer verilmiyordu. hayvanların bile sıradan insandan* daha itibarlı olduğu bir çağdan, sıradan insanın kendini bir agamemmon, bir jason, bir odysseus gibi hissedebileceği, beyzâde olarak takdim edebileceği bir çağa yolculuk ettik; var gelsin berber ismail destanı, galatalı hamdi mitolojisi. "ey oğul..." diye başlayan öykülerin kahramanları, adını bile anmadıkları sıradan insanın "tatilll! denizz!!" baloncuklarıyla anlattıkları öykülere yenik düştüler nihayetinde.
hesabın var mı? giriş yap