• tom waits, bir tren istasyonundan ilk hareket edecek herhangi bir treni beklemektedir. alacakaranlıktır zaman ve saçaklardan süzülen yağmur, roll dergsinin bize hatırlattığı can yücel'in dizelerini anımsatır.
    "o adam ki hareket memuru
    ikamete memur edilir mi hiç..."

    tom waits yola koyulmuştur. elinde arka sokaklardan birinde salıverdiği bir yağmur köpeğinin ışıltısı tasması. o, geleceği düşünmez. çünkü bizzat gelecekten gelmektedir.

    tom waits trenden iner. indiği yer, onun için zamanı ölçmek için kullandığı coğrafik bir araçtır. çantasında, eski bir gitarla birlikte şunlar vardır: bir kadın fotoğrafı, bir şişe jeam beam ve bir ufak şişe gözyaşı.

    durmuş olan ve kullanmadığı saatinin arkasına nietzsche'nin şu sözünü kazımıştır: "intikamda ve aşkta kadın, erkekten daha barbardır."

    indiği yerde bir an onu görenlerin ağzından şu sözler dökülür:"adamın resmen halesi var" ..

    ve bu satırların yazarı, eski bir dostunun -neal cassady gibi- nerede olduğunu bilmemekte ve kendisine şu şekilde seslenmektedir:"kertenkelenin sırrını keşfettim. kopan tarafı bende. ölmeden görüşelim"

    hayat, notaların arasında, bir lucky strike'ın ve jim beam'in ucunda akıp gitmektedir.
    ve new york'ta güneş soğumakta, akşam olmaktadır.
  • melankolik gecelerin, yaralı yolcuların, üçüncü sınıf otel odalarının, sevgilisinden ayrılanların, sevgilisine deli gibi aşık olanların, cadde kenarında keman çalan kör dilencilerin, yağmur köpeklerinin, her yağmur yağdığında birkaç efes kara şişe stoklama ihtiyacı duyan kent romantiklerinin, dört duvar arasında sıkışıp kalmışların ya da kalabalık caddelerde kendini dört duvar arasında sıkışıp kalmış hisseden tutuk ruhların, baykuşların ve su birikintisi üzerinde dağılan kar tanecikleri gibi parçalanıp giden denge noktasını yitirmiş yol kenarı ayyaşlarının kadim dostu, ağrılı alkol komalarının fon müziği, gecenin orta yerinde takılıp kalmış yaralı beyinlerin narkozu tom waits 7 aralık 1949'da ponama california'da doğdu. her sanatsal sancı çeken doğurgan beyinli gibi sorunlu ve içine kapanık bir çocukluk geçirdi. ilk ergenlik döneminde ufak tefek ayak işleri yapıp bob dylan dinlerken sokağa atılmış eski ve bozuk bir piyano bulduğu gün hayatının geriye kalan bölümünü bir "efsane" olarak geçirmeye karar verdi ve öyle de oldu..

    efes kara şişelerin yumuşak sarhoşluğunda sigaramızdan derin bir nefes çekerken fonda çalan, uzun ve yağmurlu tren yolculuklarında tünellerin mi yoksa katranlı ruhlarımızın mı daha karanlık olduğunun hesaplarını yaparken fonda çalan, bizi beklemeyen kadınların bizi beklemediği şehirlerde pencereden bakıp mucizelere inanıp inanmamakta kararsız kaldığımızda fonda çalan, bulutlar bir sonraki yağmur için hazırlık yaparken ve şehir kendini yerken, etrafta koşturup duran topluluğa inat sakince kaldırım taşlarını sayarken fonda çalan, kısacası yaşarken fonda çalan şarkıların ilahi mühendisi tom waits 1973'de asylum records ile anlaşma imzaladı ve aynı yıl closing time'ı çıkardı. bir ilk albüm adı için oldukça ironik bir isme sahip olan "closing time" o yıl birçok barın kapanışının ya da alkolün kılcal damarlara kadar işlediği saatlerin fon müziği oldu.

    sonra yumruklar devam etti, 1974'de heart of saturday night, 1975'de nighthawks at the diner, 1976 small change..

    piyano kafayı çekiyordu
    boyunbağım ise uyukluyordu
    combo geri döndü new york' a
    müzik dolabı kaçmak istedi
    halının traşa ihtiyacı var
    spot ışıkları hapishaneyi andırıyor
    çünkü telefon sigarasız kalmış
    balkon zengin olmaya çalışıyor
    ve piyano kafayı çekiyordu
    kafayı çekiyordu piyano

    1977'de foreign affairs...

    muriel, sen kasabadan ayrıldıktan sonra
    bütün kulüpler kapandı
    ve bir sokak lambası daha söndü
    ana caddede
    dolanıp durduğumuz yerlerde
    ve muriel..
    hala eski kabusları görüyorum
    nereye gitsem beni izliyorsun
    muriel, seni görürüm
    bir cumartesi gecesi
    bir pasajda
    saçları arkaya toplanmış
    o parıldayan elması
    gözünde
    sana alacağım yegane evlilik yüzüğü
    muriel...

    ve muriel
    kaç kere terkettiysem bu kasabayı
    saklanmak için hatırandan
    hiç peşimi bırakmayan
    ama ancak öteki viski barına kadar uzaklaşabiliyorum
    ucuz bir puro alırım
    ve görürüm seni her gece
    hey muriel,
    muriel..

    1978'de blue valentine (bu albümdeki "christmas card from a hooker in minneapolis" şarkısına dikkat!), 1980'de heart attack and wine albümü çıktı. albümdeki ismini veren şarkı halen vizyonda olan hellboy'da esas oğlanın büyümüş ve çirkinleşmiş hali ile body çalışırken seyirciye ilk göründüğü anda arka planda çalar.

    1980 yılında tom waits kethleen brennan ile evlendi. bu noktada sakin evinin reisi ve gelecekteki çocuklarının babası olması beklenirdi belki, biraz normal birisi olsaydı ama evlenmek tom waits'in sakin yaşamının aksine içindeki fırtınaları tetikledi ve frank ortaya çıktı. bukowski romanlarındaki chinaski karakteri gibi frank de pek tekin biri değildi. frank tom waits'in kahramanıydı, beyninde yaşattığı ayyaş, alter egosu. 1983 de çıkan swordfishtronbones albümünün 9 numaralı parçasında frank'in vazgeçiş öyküsünü anlattı :

    "frank vadiye yerleşti ve yorgun yabanıl yıllarını karısının alnındaki kırışıklarda törpülediği kancaya astı. dışarda san fernando road'da kullanılmış büro mobilyası ticareti yapıyordu; yüzde onbeş ve bir çeyrek faizle otuz bin dolar kredi almış, o parayla da iki gözlü bir ev satın almıştı. karısı da daha taze düşmüş bir jumbo jetin yanık parçalarına benziyordu; ama çok iyi bloody mary çalkalardı, genelde çenesini pek açmazdı ve bir de uyuz gibi deri hastalığı olan carlos isminde chiuahua ırkı tamamen kör bir iti vardı. kendi kendini temizleyen çok modern bir mutfağı ve işte buna benzer bir sürü ıvır zıvırı vardı. frank de küçük bir sedana biniyordu öylesine mutluydular ki...

    bir akşam frank işten eve dönerken bir içki dükkanının önünde durdu, kendine biraz içki aldı. shell' e gidene kadar onları sünger gibi içine çekti, yanında getirdiği bidona birkaç litre benzin aldı ve eve gitti, evdeki eşyaların üzerine benzini döktü ve kibriti çaktı, sonra arabasını caddenin öteki tarafına parkedip katılırcasına gülmeye başladı, her şey maymun kıçı kırmızısı ile ateş kızılı arasında bir renk tonunda çatır çatır yanarken frank, forty radyosunu açtı ve hollywood yoluyla kuzeye doğru gitti- o köpeği zaten hiç sevmemişti"

    1985'de time, cemetery polka, gun stret girl, downtown train, rain dog's gibi kült parçaları da içinde barındıran rain dog's çıktı.

    kuvvetli ve keskin akıyor rom
    çöpçüyü pataklayıp
    yağmur köpekleri' yle
    karaya oturmuş trene bin
    şemsiyemi yağmur köpekleri' ne verin
    çünkü ben de bir yağmur köpeğiyim

    1987'de waits'in bence en muhteşem albümü frank's wild years çıktı. muhteşemdi, çünkü bir kaçış öyküsüydü frank'in vahşi yılları. hepimizin zaman zaman içine düştüğü herşeyi bırakıp gitmenin, bir sabah istifa edip şehrin suratına son bir sigara söndürüp kaybolmanın, üç, bilemedin beş metrekare duvarları yağ izleriyle kaplı otel odalarında, kara şişelerin içine atılmış samsun 216 izmaritleri gibi kaybolmanın öyküsüydü.

    muhteşemdi, çünkü yağmurda dinlenebilecek en güzel şarkıyı* içinde barındırıyordu.

    " yağmurdan fazlasıdır bu gece kutlamalarımızın üzerine yağan
    şimşekten fazlasıdır
    bu saçma sapan kart oyunundaki kandırmacadan fazlasıdır
    hüzünlü zamanlardan fazlasıdır
    ceplerimizin hiç biri altınla dolu değil
    kimse gelin çiçeğini yakalayamamış
    üstüne yıkılacağımız ölü bir başkan yok
    hiçbir şey yolunda gitmiyor...
    kuru bir elvedadan fazlası var sana söylemek istediğim
    kırık kalbine sıkıştırılmış sıkıntıdan fazlası"

    muhteşemdi, çünkü tamptation'u, innocent when you dream'i, i'll be gone'ı, telephone call from istanbul'u içinde barındırıyordu.

    1988'de her insanın ömründe en az bir defa izlemesi gerektiğine inandığım, sahip olduğum en değerli şeylerden biri olan big time'da oynadı. bir müzikal, görsel albüm ya da tiyatro, ne derseniz deyin, şarkıları dinlerken ne hissediyorsanız sesi kısıp big time'ı izlerken de aynı şekilde sarsılıyorsunuz. sarsıcı, kesinlikle..

    1992'de bone machine çıktı.

    "doğduğumuz andan itibaren hepimizin göğsünde bir davul var. temposu kalp atışından yüksek olan bir müzik bizi heyecanlandırır, daha düşük olan ise yatıştırır. hepimizin içinde çalan ritmik bir davul var. ister farkında olalım, ister olmayalım, hiç durmadan çalışıyor."

    1999'da mule variation's çıktı.

    orada, uzakta bir kasaba var
    ve o kasabada bir ev
    ve o evde bir kadın
    ve o kadında sevdiğim bir yürek
    yanımda götüreceğim, giderken
    yanımda götüreceğim, giderken..

    2002'nin mayıs başında alice ile beraber blood money albümü çıktı. ikisi de birbirinden güzeldi albümlerin ve benim için çok derin anlamlar içeren şarkılar barındırıyorlardı.

    "kaygan buzdaki isminin izinden ikinci kez gecmek icin aklımı kacirmis olmaliydim, kırıldı buz ve kayboldum soguk sularında alice."

    çiçekleri kaybedecek misin?
    vazoya tutunan?
    bütün o gözyaşlarını silecek misin,
    kapıyı kapatırken?
    tüm bunları daha önce defalarca yaptığımı
    düşünmeden edemiyorum..*

    ve yıl 2004, tom waits real gone ile göz kırpıyor samimi, kırılgan, karanlık, gerçekçi, kasvetli ve flu şarkılarıyla..

    01 - top of the hill
    02 - hoist that rag
    03 - sins of my father
    04 - shake it
    05 - don't go into that barn
    06 - how's it gonna end
    07 - metropolitan glide
    08 - dead and lovely
    09 - circus
    10 - trampled rose
    11 - green grass
    12 - baby gonna leave me
    13 - clang boom steam
    14 - make it rain
    15 - day after tomorrow

    bu gün şehrin tek sinemasının önünden geçtim. 3 ayrı salonda 3 film oynuyordu ve 2 sinin soundtrack'inde tom waits şarkıları (shrek 2 - little drop of poison, hellboy - heartattack and vine) vardı, üzülmeli miyim sevinmeli miyim bilemedim..
  • tom bekler..
  • konserinde: " 100 sayisini cok severim, ne zaman 100 kisilik bi kasaba gorsem oraya yerlesmeye giderim ama ben gittigimde 101 olmus olur" diyen roberto beninghi ile dost olan bi adam
  • sinan çetin'in çektiği tom waits müziği kullanılan aksu yün reklamı vardır. sene 1989. elbette tom waits'in bundan haberi bile yoktur. şarkının adı waltzing matilda [aka: tom traubert's blues]

    söz konusu reklam filminin linki:
    https://www.youtube.com/watch?v=mb8g9wel4i4

    o tom waits ki reklamlara şarkı vermemesiyle bilinir. 1993'te levi's 501 reklamında kendi şarkısının kullanıldığını haber alır almaz dava açıp filmi yayından kaldırtmış ve firmaya tam sayfalık bir ilanla paşalar gibi özür diletmişti. yıllar sonra arçelik'in de tom waits'in "jockey full of bourbon" şarkısını bir güzel çaldığını anımsıyorum. o şarkı aynı zamanda jim jarmusch'un "down by law" filminin açılış şarkısıdır.

    söz konusu özür ilanın linki:
    https://gloriousnoise.com/…995-apology-to-tom-waits

    yalnız bir yandan da sinan çetin'i takdir ettim. 1989'da tom waits dinleyecek ve onu reklamında kullanacak vizyonu varmış. idollerinden jean luc godard da prenom carmen'de tom waits şarkısı kullanmıştı. sinan çetin kendisiyle korsan da olsa gurur duymalı.
  • gece entrylerinin populer ismi. gunduz girilen entrylerin sahipleri zaten kederden gecesi gunduzu sasmis kisilerdir.
  • şarkıları insanda ceket giyme, bu ceketi çıkarıp yelek giyme, pantolon askısı takma, papyon kravat takma, sonra aynı kravatı çözüp boyunda bırakma, kâkül olacak veya geriye taranacak kadar saç uzatma, bu saçları dağıtma, viski içme, içip içip sarhoş olma, hepsinden de çok gözlerin altı torba torba oluncaya kadar piyano çalıp piyano başında uyuyakalma isteği yaratan mucize adam.
  • alkolik olduğu eleştirilerine cevaben, "evet, müzisyenlerin içinde en alkolik benim. ama alkoliklerin içinde de en iyi müzisyen benim" demiştir.
  • adam tam bir idol, bütün çalışmalarına bayılıyorum. yarım asırdır kerouac cinsinden bir personayı beraberinde gezdiriyor. rock’u, cazı, blues’u deneylere açıyor, tiyatro ve edebiyatla evlendiriyor. aynı anda hem klasik hem de avangard olmayı beceriyor. kafası başka türlü işleyen, matrak bir düşün adamı.

    parçalarındaki kötülük, vahşet ve gerçeküstü duygu... sonra karamsarlık yüklü, her şeyin yıkıldığı kabare tarzı şarkıları enfes.. hep marjinal karakterleri, toplum dışına itilmişleri, yalnızları, kaybedenleri anlatıyor. görüntüler puslu, çarpık, ümitsiz fakat her şeyin yitirildiği anda elde kalana büyük bir sevgi besleniyor. şarkıları bana fassbinder, wenders filmlerini, serge gainsbourg, weill ve brecht parçalarını hatırlatıyor.
  • ''hizli, ucuz ve iyi. bunlardan ikisini sec. eger hizli ve ucuzsa iyi degildir. ucuz ve iyiyse hizli degildir. iyi ve hizliysa ucuz degildir.'' lafini kendisine siar edindigini soyler.
hesabın var mı? giriş yap