• kemal tahir'in tilmizleri için tahiriler, idris küçükömer'in takipçileri için idrisiler kavramlarını icad eden, türkçesi çok bozuk olup, bir cümlede sayısız noktalı virgül kullanmayı nasılsa başaran, yazdıklarının uyduruk olduğuna inansam da okumadan edemediğim gereksiz bir adamdır yalçın küçük.
  • enis bateux ile 2002 araliginda cogito dergisinde yayimlanan bir roportaji:

    enis batur: yalçın bey, insanoğlu dediğimiz zaten karmaşık bir canlı türü, bir de bazı insanlar ötekilerden daha karmaşık oluyor. çünkü onların kimlikleri bir kere çok bileşken bir kimlik. ayrıştırılması da doğru değil; madem ki böyleler onları bütünlüklerinde görmek durumundayız. bir yönleriyle almak bana doğru gelmiyor. ama yine de, hani bir ansiklopedi maddesi için diyelim, künyeniz kaleme alınacak olsa sizi öncelikle nasıl konumlamak gerekir? kısacası, nesiniz siz? bir bilim adamı diye mi tanımlamak gerekir, bir yazar diye mi tanımlamak gerekir, aydın diye mi tanımlamak gerekir, yoksa bütün bunları peşpeşe dizecek bir tanım denemesine mi girişmek doğru olur -- hiç ayrıştırmadan.

    yalçın küçük: doğrusu bizim gibi insanlar kendilerini tarif etmek zorunda kalırlarsa günlük bir tarif yaparlar. bana bugün sorsanız, türkiye'de vücut olmuş aydın muhalefetiyim derim ve tek muhalefetim diye de eklerim. beni kaldırın, son iki yılda türkiye toplumunda ciddi hiçbir düşünce ayrımı olmadığı görülecektir. birinci yanım bu; ikinci yanım ise, bana sorarsanız, çok özgün düşünen bir insanım. düşüncelerim önemli olabilir, olmayabilir, ama benim hiçbir düşünce kavramım şimdiye kadar kullanılmış kavramlar değildir. hiçbir şeyi dışarıdan almam ve dışarıdan alınanların hepsine karşı çıkarım. örneğin bütün dünya gorbaçov'u iii. bonaparte'a benzetti, meşhur darbeyi yapana. ben hiç öyle düşünmedim. bana göre gorbaçov bir xvi. louis'ydi. şimdi bütün dünya bugün oraya doğru gidiyor, ama ben bunu başta söylemiştim. aynı şekilde herkes sovyetler birliği'nin ekonomik nedenlerle çöktüğünü söylüyordu, ben, kitaplar yazdım ve "hayır, hiç alakası yok, ekonomisi çok sağlam, ideolojik nedenlerle çöktü" dedim. amerika'da doktora yapan bütün öğrencilerim, "amerika görüş değiştirdi, onlar da ideolojik nedenlerle çöktüğünü söylüyor" diyorlar. bu örnekleri çoğaltmak istemiyorum, çünkü örneklerle konuşmayı sevmem. bana neden mutlu olursun derseniz, türkiye'de aydın muhalefeti olduğum için mutluyum, derim.

    e.b.: sizin getirdiğiniz tanıma ben kendi payıma katılıyorum. gene de sorumun altında daha ilkel bir şey yatıyor, teknik bir tanım arıyorum ben bir yandan. yaptınız işi bilimin kapsamında tutabilir miyiz? formasyon itibariyle dönüp baktığımız zaman, öncelikle bir bilim adamı formasyonundan söz ediliyor, değil mi?

    y.k.: çok yüce bir şey bu; kendimi buna layık görmem, ancak şunu soruyorsanız, evet bilim adamı olmak isterim. birtakım tarihçileri eleştiriyorum, ama tarihçi değilim. "tarihçi değilim" dediğim zaman tarihçiliği çok yüksek saydığım için tarihçi değilim diyorum, doğan avcıoğlu ve ben, bir tarafıyla bilimsel, bir tarafıyla çok bireysel olarak türkiye tarihini alt üst ettik. yıllarca, "ilk kurşun izmir'de değil, dörtyol'da atıldı" diye ısrar ettim. önce dörtyol ya da belen dedim, daha sonra konu üstünde çalıştım, dörtyol dedim. bugün dörtyol olduğu resmen de kabul ediliyor. çok acıdır, iskenderun'da katıldığım bir panelde dörtyol dediğim için, malatya devlet güvenlik mahkemesi, normalde bir yıl verirken bana bir buçuk yıl ceza verdi ve kesinleşti. evet bir tarafım bireyseldir, kimi zaman devlet güvenlik mahkemeleri'nde, "çok üstüme gelmeyin, ilk kurşunu dedem attı, ispat ederim" diye söylerdim. böyle bir şey yok, ama dedem orada çete reisiydi. garip, bilimdışı inançlarım da var, bilimin bu topraklarda doğacağını düşünüyorum örneğin. siz sormadınız ben söyleyeyim, çünkü marksizm bu topraklarda biterse dünyada biter. bu benim kesin inancım. bir yanım da böyle çok yerel.

    e.b.: şimdi biraz geri çekeceğim. yirmi yılı geçti sanırım, sizin doktora tezi kavramı üzerine bir yazınızı okuduğumu hatırlıyorum. türkiye'de yazılan tezlerin ezici çoğunluğunun, bu ada uygun olmadığını, çünkü bir tezi olmadığını söylüyordunuz. sizin tezinizin tezi neydi?

    y.k.: benim doktora tezim planlama'da idi. planlamanın bütün özünün sovyetlerden doğduğunu göstermeye çalışıyordum, matematik tarafları da vardı, çok da özgün değildi ama bu da doğru çıktı. siyasal bilgiler fakültesi'nde planlamanın felsefi bir iş olduğunu, müdahale etmeye, değiştirmeye yönelik olduğunu, bir teknik olmadığını anlatmaya çalışıyordum. toplum beni öyle bir noktaya getirdi ki, ne söylersem tez olarak kabul etti. orada matematik formüllerden söz ediyordum, matematikte jakobenler vardır, jakobenlerden bahsediyorum diye beni çaktırmak istediler. tez yapmayı bir savaş olarak gördüm. ne yaptıysam savaş halinde yaptım; düşünce eşittir savaş diye düşündüm.

    e.b.: aslında tez kavramı önemli sizde. üniversite bazında, gençlik yaşında kurduğunuz yaklaşımı, bir tez yaparken kurduğunuz yaklaşımı, daha sonra düşüncenizin gelişimi sırasında da kilit bir kavram olarak korumaya devam ettiniz. "ben tezlerimin insanıyım, bekçisiyim, savunucusuyum, savaşçısıyım" tavrı bu. şuraya getirmek için kurcalamaya çalışıyorum: türkiye'nin düşünce hayatı çok uzun süre boyunca genellikle devşirilmiş tezler üzerine kurulu oldu. sizin ayrılan çizginiz, önemli bir model olarak görünüyor. kendi tezlerinizi getiriyorsunuz. bu tezlerin inandırıcılığı, doğru olup olmadığı ayrı bir konu. ama her şeyden önce yaklaşımınızda, her zaman "ben bana ait tezlerle karşınızdayım" edası oldu. bunun, geleneksel anlamıyla bilim düşüncesiyle çarpışan bir tarafı var mı? bilim düşüncesi, aynı zamanda sanki üniversite denilen karkasın içinde hep biraz ehlileştirilmek durumunda kalmış, bir yerinden bir yırtılma gösterdiği zaman da, kuhn'dan, feyerabend'den ve benzerlerinden sonradan okuduğumuz gibi, batı dünyasında da, hemen bir takım reddiyeler çıkartmış bir ortam. size karşı üniversite bu tezleriniz nedeniyle tedbir aldı mı?

    y.k.: esas üniversiter çalışma tezdedir. bana göre insan, "işte bakın ben bir kitap yazıyorum, bütün kitaplar yanlıştır." diyorsa kitap yazar. böyle bir iddia olmadığı takdirde kimse kitap yazmamalıdır.

    e.b.: ama böyle yapmıyorlar.

    y.k.: ben hep bunu yaptım. bir yeni cumhuriyet için isimli kitabım, 12 eylül'den bir hafta önce çıkmıştı, ancak bu fikirler bir sene önceden formüle edilmişti, 1979'dan beri vardı bende. aynen okuyorum: "asker gelince, erbakan'ı türkiye'nin siyaset sahnesinden silip, erbakan'ın temsil ettiği islamcı, dinsel politikayı daha yoğun bir biçimde uygulayacak." bu kitapta hukuksal açıdan hiçbir sakınca yok, ama sekiz yıla mahkûm ettiler. aynı kitapta, 'afganistan çok önemli olacak, dünyayı hızlandıracak' dedim, bu sözde amerika ile ilgili vurgular vardı ve o da gerçekleşti. seksenin ortasında, 'ordu gelecek, erbakan'ı yasaklayacak ve islam'ı daha koyu bir şekilde uygulayacak', yönündeki tezim çok yayıldı ve işin garip tarafı da seksenli yılların ortasında bu doğru oldu. bana pek çok değerli üniversite profesörü, 'bunu tez yaptıracağız, yardım eder misin,' dediler. ben de hem yardım ederim dedim, hem de çok terbiyeli bir şekilde güldüm. yaptıramayacaklardı, bu görüşlerimi tez yapmak bütün bilimi reddetmektir, eninde sonunda oraya gider çünkü. bugün aydın, bir haliyle değiştiricidir, bir haliyle de en tutucu olandır. aydın olmak tutucu olmaktır. 1850'lerde en aydınımız, bana göre, cevdet paşa'ydı, çok bilgili bir adamdı, ancak en tutucu olanımızdı. en kötü, hiçbir şey bilmeyen aydınlarımız ise büyük reşit paşa'ydı, ali paşa'ydı, onlar değiştirdiler. çok bilen tutucu olur, üniversite de böyledir. dünyanın her tarafında en tutucu kısım üniversiter aydındır.

    osmanlı devleti'nin kurucusu osman'ın adının "otman" olduğuna inanmaya başladım, sonra da gördüm ki benden iki sene önce, halil inalcık "otman" demiş. halil inalcık niçin "otman" demiş? ben şimdi bunun üstüne yazıyorum, çünkü bu osman değil otman ise, osmanlı'nın kuruluşu ile ilgili olarak bütün teorilerimizin değiştirilmesi çok büyük bir ihtimaldir. halil bey, eski deyimle hasbelkader veyahut rastlantı sonucu ya da başka bir nedenle bunu bulmuştur, üstüne gidemez.

    e.b.: zaten bulmak başka, yorumlamak başka.

    y.k.: hayır, düşünce kimileri için alev gibidir, üstüne gidemez. ha, bana sorarsanız, ben kafamdaki hiçbir soruyu erteleyemem. bu çocukça bir şey, ama bilim adamının aklı da çocukçadır, çünkü çocukça olmadığınız müddetçe bilim yapamazsınız. beni çok attılar üniversiteden, hep kovdular, ben hep geri dündüm. oyun haline getirdim bunu, hâlâ dönmek istiyorum, döneceğim, çünkü yine başvurdum. kanuni hakkım var, hukuki durumumda hiçbir eksiklik yok. bir de kanun çıkardılar, üniversiteden emekliliğini isteyerek ayrılanlar yani istifa edenler, otomatik olarak dönebiliyor. bana şimdi uygulamıyorlar, çünkü korkuyorlar. türkiye'deki üniversitelere birinci olarak girdim, birincilikle geçtim sınıflarımı. şu anda da beni üniversiteye almak istemiyorlar; solcu olduğum için de değil, beni solcu kabul etmiyor çoğu.

    e.b.: niye istesinler ki sizi? kimse başına dert almak istemez ki. devamlı kovmuş olmaları bana makul görünüyor.

    y.k.: 12 mart'ta kovdular, 12 eylül'de kovdular, ben de hep geri döndüm. bunu da bir alışkanlık haline getirdim. ancak söylediğiniz noktaya geldiğimizde, özgün görüşler ortaya attım; ben bu toplum için, zahmete katlandığım için, bunu da iyi kötü onurla karşıladığım için, toplum, hiçbir mantıki nedeni yokken, benim onun adına acı çekmemle söylediklerimin doğruluğu arasında çok yüksek bir korelasyon kurdu. akıl dışıdır ve bütün toplumlarda olur. onun için benim görüşlerimi şu anda çok doğru kabul ediyorlar, çok memnunlar ve dışarıdaki türkologların çoğu da beni kesip kesip yıldız yapıyorlar. bunlara hiçbir itirazım yok, ama anlayamadığım kavramlardan bir tanesi ündür. bir aydın böyle bir camiada niçin ünlü olmak ister? hiç ünlü olmak istemedim.

    e.b.: ben biraz daha "üniversite"de oyalanacağım. evrenselleşmiş bir kavram olarak üniversite beni ilgilendiriyor. türkiye'de üniversitenin macerası kötü bir macera. otuzlardan başlayarak, belki daha da öncesinden, kuruluşundan başlayarak çok şey yaşadı üniversite, 12 eylül'ü son kırılma noktası olarak alırsak, ondan bu yana da herhangi bir geriye dönüş emaresi görünmüyor. ama soyut bir kavram olarak baktığımızda --biraz eski kelime tamlamaları kullanacağım-- bilim yuvası, bilgi yuvası, düşünce üretilebilecek bir irfan yuvası vs... üniversite önemli bir kürsü olmuş her halükârda. bir taraftan da, deminden beri çizdiğiniz tabloya uygun düşen bir gelişmesi var. üniversite bir yandan da tutuyor. demin değindiğiniz, "ne kadar bilgi o kadar muhafaza" gibi bir denklem çıkartabilecek özelliği ile, bir sürü hareketi hazırlayan tarafı içiçe, yanyana, bir biçimde yaşamış. mesela siz: neden vazgeçmiyorsunuz üniversiteden? üniversiteye ihtiyacınız olduğunu kimse düşünmüyordur. ne bekleyebilirsiniz oradan?

    y.k.: bir defa, en komünizan meslek hocalıktır. hocalık kadar güzel bir meslek yoktur. komünizm karşılıksız olandır, hocalık da karşılıksızdır ve peygamber mesleğidir. hocalık bana peygamberliğe en yakın iş olarak gelir. ikinci nokta ise inattır. ben size, yaptığım her işi bir savaş gibi gördüğümü söyledim, her cephede savaşıyorum şimdi. bu da bir savaş; düzenle, otorite ile hepsiyle savaş anlamına geliyor. devamlı ittifaklar, cepheler kuruyorum kafamda. onun için bu da benim için bitmemiş bir mücadele. mesela baltacıoğlu (ismail hakkı) en özgün adamlarımızdan bir tanesiydi; üniversite rektörüydü, tasfiye ettiler. baltacıoğlu'dan başka, behice hanımlarınki çok büyük bir hareketti. kemal paşa dil ve tarih-coğrafya fakültesi'ni kurmakla ne büyük isabet etti. turan feyzioğlu'nun forum hareketi üniversiteye öyle bir yükseliş getirdi ki, onlar da gitti. ismail hakkı baltacıoğlu'nun otuzlu yıllarda pedagoji ile ilgili yaptıkları çok önemliydi, dewey dahi eline su dökemez. arkasından muzaffer şerif, behice boran ve berkes'in yaptıkları, onlar bir ocaktı, hemen bastırdılar. sonra 1955-56'da istanbul üniversitesi, dil ve tarih-coğrafya, siyasal bilgiler fakültesi ve alkışlı yılların ortasında odtü. inanılmaz güzel bir kazan kaynattık biz orada. bu düzen beni profesör de yaptı.

    benim tekrar üniversiteye dönmek istememin bir nedeni de şuydu; ben hep kamucu oldum. devlet üniversiteleri boşalıyorken benim gibi meraklı bir adam, paraya da şöhrete de ihtiyacı yokken üniversiteye geliyor. şimdi mahkemeye intikal etti. kanunen gelemezsin diyemezler, kadromuz dolu dediler. ben de mektup yazdım, benim dilekçe verdiğim anda sizin üniversiteden, bölümden on beş gün içinde dört kişi ayrıldı, dedim. onlar da mahkemede halledeceğiz, demişler. dolayısıyla üniversitenin bu tip bir yeri var. üniversitenin rolünü benim tespitime göre en iyi görenlerden biri hilferding'di. hilferding, aydın olmak için "artık zaman"a ihtiyacı olduğunu düşünür ve üniversite "artık zaman"dır, ancak onu da kaldırdılar.

    e.b.: şimdi, tam kaç yıldı oldu hatırlamıyorum, belki on beş yıl önce, benim, sizin en başta değindiğiniz muhalifliğinize ilişkin sıcak yaklaşımım, galiba emre kongar'ı biraz endişelendirdi ve bana "yaşın müsait değil hatırlamazsın, bilemezsin, yalçın küçük, en başlarda, ilk başta chp genel sekreteri olmak istiyordu, yani bülent ecevit öncesi, inönü'nün genel başkan olduğu sırada, onun gözündeki önemli hedef oydu. çünkü, asıl isteği iktidar olmaktı, muhalif olmak değildi, hayat onu muhalefete gönderdi" demişti. bu doğru mu değil mi, bilmiyorum, ama bana makul görünüyor. insan, hele gençken, herhalde iktidar olmak ister. sonraki gelişmeleri de göz önüne alarak bunu soruyorum, chp faslı hakkında hiçbir fikrim yok, ama tip dönemine gelelim, sonraki gelişmeleri takip edelim, siz doğal olarak muhalif bir konumu mu seçiyordunuz, yoksa iktidara talip olduğunuz halde koşullar mı sizi zorunlu muhalefete mahkûm ediyordu?

    y.k.: bir defa emre kongar'ın söylediğinde bir yanlış var, ben hiç chp'li olmak istemedim. bülent bey, 1975'te beni ikinci adamı yapmak istedi, çok üstüme düştü. belgeleri de vardır, bülent bey'e mektupla, 'size şu isimler layıktır' diyerek on kişilik liste verdim. bülent bey bunların hepsini aldı; erol çevikçi, algan hacaloğlu bunlardan bazıları.

    e.b.: ama emre kongar'ın söylediği çok eski; sizin öğrencilik yıllarınız...

    y.k.: o zaman da hikmet çetin'i biz chp'ye genel sekreter verdik. hikmet hem öğrencilikten benim fikir kulübü'nde genel sekreterim idi hem de orada bulunuyordu. eğer bununla ilgileniyorsa, deniz baykal var...

    e.b.: talip değildim mi diyorsunuz?

    y.k.: hiçbir zaman olmadım. birinci nokta bu. behice hanım'ın benimle ihtilafı da oradan çıktı, şimdi de çok mutluyum. sizi ilgilendirir mi, ilgilendirmez mi, bilmiyorum; ben kaçmasını iyi bilirim. ancak şurası doğru: ben iktidar istiyorum. hâlâ da geleceğimi düşünüyorum.

    şimdiye kadar buralardan kaçtıysam, o iktidarın objektivitesini görmediğim içindir. dar anlamda değil, geniş anlamda aydın iktidarı istiyorum. bunu açıkça formüle ediyorum, bunun da şartları gelecek... halksız demek istemiyorum, sakın yanlış anlaşılmasın. kitaplarımda da var, ben ilericiliği, tutucu olan halkı ilerici yapma olarak gürüyorum. emre kongar'ın söylediklerinin bir kısmı doğru değil, ama benim gibi bir adamın toplumsal bir iktidar kavramı olmasa, herhalde bu kadar çok çalışmaz.

    e.b.: bülent ecevit'in formülasyonuna da taban tabana zıt o zaman. benim gözümde, bülent ecevit en azından son 25-30 yıldır türkiye'de aydın kavramı kapsamının içine girebilecek hemen herkesten uzak durmaya çalışan, hatta onları ihbar eden bir politikaya dayandı. siz tam tersini söylüyorsunuz: aydın ittifakına dayalı bir iktidar projesinden söz ediyorsunuz.

    y.k.: bundan 20-25 yıl önce bülent bey'in kültürsüz olduğunu yazdım; hâlâ da öyle olduğunu düşünüyorum. biz iktidara gelmeliyiz; ama bu görüşüm sadece bülent bey için böyle değil ki; türkiye solunda da hiçbir iktidar kavramı bulunmuyor. öğrenciyi çok severim, hayatta en çok sevdiğim şey hocalık, öğrencilik; ama öğrenciyi sevmek başka şey, öğrenci perspektifine bağlı kalmak başka şey. bizim solumuz öğrenci perspektifini aşamıyor. dolayısıyla iktidar kavramı yok; iktidar kavramı olmayan bir sol, sol olmaz.

    e.b.: bir siyasi hareket olmaz.

    y.k.: olmaz tabii... türkiye solu, özellikle altmışlı yıllardan sonra aydını çok fazla hırpaladı. aydını ben de hırpalıyorum ama ben tartışıyorum, mahkûm etmiyorum.

    e.b.: öyle mi?

    y.k.: tek tek aydını mahkûm ediyorum tabii, ancak kurum olarak aydını mahkûm etmiyorum, tartışıyorum. zaten etmediğim belli, aydın üzerine tezler'e gelinceye kadar, altmış solculuğu, tanzimat ve genç osmanlı aydınlarının hepsini silmiş durumdaydı. ben --ister kabul edilir ister kabul edilmez-- onları rehabilite ettim. onlara en karşı olanlar aydınlık hareketi diyeceğimiz dergiydi. şimdi onlar, benim kitaplarıma da atıf yaparak namık kemal'i, diğerlerini göklere çıkarmaya başladılar.

    e.b.: peki bu iktidar odağı çerçevesinde başarısızsınız değil mi?

    y.k.: biz otuz yıllık bir iç savaştan geçtik. iktidar büyüleyicidir, hangi kapının arkasında olduğunu bilemeyiz. şu anda türkiye aydınının aydın kütlesi olarak çöktüğünü, ancak kavram olarak da çok güçlendiğini düşünüyorum. bütün tezleri doğruluk kazandı, halka da mal oldu. ancak kütlemiz çöktüğü için onu hissetmedik. bana gelince, ben öyle düşünmüyorum.

    paris'ten ankara'daki avukat arkadaşım dursun'a, "savcılığa başvur, refah partisi kapatılsın" diyerek, bir dilekçe gönderdim. türk devleti benden on üç ay sonra oraya gitti. mesela vural savaş bir televizyon konuşmasında benden duymuş. akın birdal'ın amerikan şemsiyesi altında olduğunu söylemiş, cevizoğlu çok şaşırınca, "nereden çıkardınız bunu" demiş, yalçın küçük söyledi demiş vural savaş. devletin bana tutumu bu, beni çok ciddiye alıyor, o yüzden de hep hapse atıyorlar.

    refah'ın kapatılması ile ilgili dilekçeme gelince, ki ben dine çok saygılıyım, din özgürlüğünü savunan bir adamım. benim üniversitedeki öğrencilerim çok rahattı, türbanları vardı. bir hoca olarak, öğrencinin türbanla gelmesi kadar doğal hiçbir şey yoktur, ancak anti-türban ekibinin söylediklerinde de bir haklılık payı var. yani onu bir özgürlük değil de, bir parti hâkimiyetinin göstergesi haline getirdiler, ki bana göre şu anda da geçmiştir. tabii hastabakıcı, yargıç ayrı. onların belli bir üniformaları var. dinde çok özgürlükçüyüm, ama dilekçeye şunu da koydum: o sırada da bayrampaşa cezaevi'nde ölüm oruçları vardı, societe genérale'in radyo klasiklerini dinlerdik, saat başı ölümleri veriyordu. bu da herkes gibi beni çok üzüyordu. fakat o gün, o zamanın adalet bakanı şevket kazan, "bugün kandil gecesi, o yüzden durduruyorum, isteklerini kabul ediyorum" dedi. bu olamaz, dini esaslı bir kamu kararı olamaz çünkü.

    o dönem islamcısı, ırkçısı, kemalisti, işadamı hepsi bir yumruk olmuşlar, aydını ve halkı eziyorlardı. şunu yapabilirdim, bu yumruğu açmam lazımdı. bende iktidar kavramım farklıdır, her zaman hegel ve marx'ın "devlet"i çok karışık, anlaşılmaz bir şekilde yazdıklarını söylerim. kendime güvenimle bu yumruğu açmam gerektiğine inandım hep, bunun da örnekleri olmuştur yaşamımda. benim bu konudaki açılımlarından bir tanesi, haymana cezaevi'ndeyken gerçekleşti, mesut yılmaz ve öcalan suikastıyla ilgili açıklamalarım oldu. bu tür aslında bana yakışmazdı, bana bir şey söylenmişti, benim bunu anmamam, anlatmamam lazımdı, ama anlattım. anlattım, çünkü ülke çok sıkışmıştı, ben çok sıkışmıştım. "ya öcalan'ın istediklerinin bir kısmını yapın ya da bu sorunu çözün" dedim. bu nedenle anlattım. sabetayizm ile ilgili yayınlarım da budur. bugün türkiye'de bir rahatlama varsa, bunu ben mi yaptım, hayır, benim adımlarım bu yöndeydi derim. türk aydınını ve bununla beraber olan türkiye halkı üzerindeki bu umudu hep canlı tutuyorum ve kendimi çok genç hissediyorum. dolayısıyla enis bey, eğer yaşamı devamlı böyle düşünürseniz benim için bir yenilgi olmadığı görülecektir. ün kavramı, bir de yenilgi kavramı yoktur bende. bu bir mücadeledir. aslında bana sorsalar ben asıl atışlarımı, beni düşüp öldü zannettiklerinde yaparım.

    bilimde yapmak istediğim de, hayatta yapmak istediğim de, sevdiklerimle ilişkim de bir savaş ilişkisidir. izin verin bir şeyi daha söyleyeyim, hiç savaşçı bir insan değilim, ama bir insanı insan yapan iki mekân vardır bana göre; biri savaş, diğeri sevdiği ile baş başa kaldığı zaman. orada insan mısın, değil misin belli olur. çok şükür birincide benim bir tecrübem var, yani savaş tecrübem var, ancak savaşa gitmemek için ağladığım anlar oldu. ağladım demekten de utanmıyorum, insan ağlamalı, ama ben savaşa gittiğim için çok memnunum. savaşın kendisi büyüleyicidir, öyle kolay bir şey değildir savaş. başkaları bana ne isim verir onu bilemem, ama bana verilen isimlerin içinde en çok sevdiğimi bana savaşta askerler verdiler; "kabadayı profesör asker" derlerdi. savaşta hem savaştım, hem halk savaşı yaptım. bir defa babam asker, asker çocuğuyum. hakkımda atina'da livanis yayınevi tarafından çok satan bir kitap çıktı, o kitap çıktığında atina'da sokaklarda dolaşamıyordum. orada da söyledim. bir defa bu ordu ile savaştım, hiç kimse bana bu ordu hakkında kötü şey söyletemez. her orduda olduğu gibi, o kadar güzel çocuklar, üstteğmenler tanıdım ki... bunu her yerde söylüyorum, bu söylediklerim de türk ordusuna çok yabancı kavramlardır. bunları söylüyorum diye kemalizmin uşağı oluyorum, böyle bir şey yok, benim görüşüm bu. ama aynı zamanda erlere çok kötü davranan subaylar vardı, bu savaşta onlar için savaş yaptım ve bu da halkın iki bin yıllık sağduyusu, iç güdüsüydü. dayaktan sırtları paramparça olmuş erleri aldım, kurtardım. beni yeşil hatta da sürdüler, en sonunda hastaneye attılar. dilekçe yazdım, bir albayla anlaştım. mahkemeye vereceğim, çocuk hastanede imzalayacak, her şeyi hazırlamışız, sonra er, "işittim sen terhis olacakmışsın. ben dilekçeyi veririm, sen gidersin, bunlar beni daha kötü yapar" dedi. inanılmaz bir sağduyu...

    bunları yaşadım, bunları yazıyorum ama esas konumuza gelecek olursak, benim her şeyim savaş, bir de teori. yani günlük hayatımda da bir şey yapacağım zaman, evvela kafamda, onun modelini kuruyorum, teoriyi kuruyorum ve bana en fazla o modelden deviasyonlar yaratmak kalıyor. hayatım hep deviasyonlar peşinde geçiyor, kafamın içinde de öyle.

    e.b.: şimdi, zaten biraz daha oralara döneceğim, sormak istediğim bir soru da şuydu: bilim, size göre, işin özünde ne kadar bilgiye dayanıyor, ne kadar inanışa dayanıyor? çünkü bizler uzunca sayılabilecek bir dönem, bu iki unsuru birbirinden uzak tutma eğiliminde olduk. bilim dediğimiz şey, inanışlarla, kişinin kendi inanışlarıyla (bunların ille de bir öğretiye, bir dine ya da bir ideolojiye bağlı olması şart değil) uzlaşamaz, çelişir diye düşünülüyordu. bilgiyi sanki ulaşılacak arı bir form gibi görme eğilimi egemendi. ama son yıllarda birçok kişi bunun tam böyle olmadığını düşünmeye başladı. siz bilgi birimleri ile ilgileniyorsunuz, ama bir yandan da kendinize özgü birtakım inanışlarınız var. yeryüzüne, yeryüzündeki hayata, bunun toplumsal veya bireysel yanlarına ilişkin çeşitli, inanç kapsamına girebilecek birimlerimiz de var herhalde elimizde. bunlar nasıl bir ikilem içerisinde ilerliyor, nasıl birbirlerini bütünlüyorlar?

    y.k.: bir defa, bilim adamının kendisi bilimsel değildir, çünkü çok garip bir yaratıktır o. toplumda düzen olduğu, yasa olduğu fikrinin bilimsel bir ispatı olamaz ve bilim adamı bununla başlar işe. hep düzen peşindedir, hep yasa peşindedir. bu bilim dışı bir şeydir, birinci nokta bu. ikincisi, inanışlardan çok sezgi çok önemli benim düşüncemde. evet, sezgi çok önemli ve bütün önemli buluşlarda var. yani bilgi dediğimiz zaman, böyle bir alfabe bilgisi, sağlam bir bilgi gerekli. işte cambridge, oxford dediğimiz zaman bunu kastediyorum. o kendi formatında sağlam bir bilgiyi veriyor üç yılda.

    e.b.: ama aynı zamanda, onu verirken bir yandan da kişinin kendi sezgilerinin gelişmesine ket vuracak bir corpus oluşturmuyorlar mı insanın zihninde. onlara inandırarak bir anlamda, kişinin kendisine verilen kişidışı, çok genel bir durumu yırtabilmesi ancak kendi yeteneklerine bağlı kalıyor o zaman.

    y.k.: efendim, bu söylediğiniz şurada doğrudur: büyük katkıların hiçbiri ortodoks olan bilim adamlarından çıkmamıştır. keynes iktisadını yazdığı zaman herkes şaşırmıştır.

    e.b.: sapmaydı o da.

    y.k.: hiç alakası yok. keynes'inki, marshall'ın arkadaşı, ama iki kitaptır. keynes'in kitabı beş parmaktır, sezgidir. sistemin işlemeyen bir takım atıl aralıklarını görmüş, onun üzerine bir sistem kurmuş. benim bütün sözlerimde söylediğim gibi iyi bir bilim adamının mutlaka bir sanatla ilgisi olması gerekir. keynes'in vardı, siz benden daha iyi bilirsiniz, 'keşke keynes yazılsa' derim. benim bir de bu tür yazma programlarım vardır, mesela uçuk sosyeteleri yazmak istiyorum. keynes'e tekrar dönecek olursak, çevresine baktığımızda, biliyorsunuz, virginia woolf, isador duncan gibi isimler var, hepsi de uçuk. kendisi de gider oraya, öyle bir adam, garip bir adam. bolşoy balesi gelir, gider hemen baş balerinle evlenir. bunları ayıramazsınız. sezgileri olan bir insan çünkü.

    e.b.: şimdi, tamamlayıcı soru olarak da, hemen hemen bu dediklerinize getirecektim: sizin analizlerinizde öteden beri öznellik ağır basıyor aslında. bizde, bilim adamlarında çok hoş görülmeyen, ama sizin büyük bir fütursuzlukla kullandığınız bir öznellik payınız var. belki de bütün özgünlüğünüz oradan geliyor. çok metodik, kişidışı denilebilecek, impersonel bir üslûp değil, tam tersine, bütünüyle şahsi, öznel, sezgilere dayalı, yer yer de insanı endişelendiren varsayımlara çok bel bağlayan bir tarafınız var.

    y.k.: birinci kısımda biraz kuşkularım var, çünkü o üsluptan uzaklaşıyorum. yalnız o üsluptan uzaklaşıyorum dediğim zaman, o yaptıklarımı yanlış bulduğum için değil; okuyucuyu çekmek için, okumaya alıştırmak için uzaklaşıyorum. kitaplarım çok kalın kitaplardı, ama hepsi büyük bir hızla okundu, buna "brechtyen dönemim" diyorum. bundan da kastım şu, biliniyor ama yine de söyleyeyim; brecht, kitlelerin çok heyecanlı olduğunu düşündüğü zaman heyecanı dışarıya atan bir tiyatro dili geliştirdi. ben de bu amaçla yazılarıma çok büyük bir ilgi uyandırmak istedim, uyandırdım da... şimdi ona ihtiyacım yok. şimdi okurun düşünmesine, aklına ve yöntemine yöneliyorum. dolayısıyla birinci noktada yaptığım bu. ikinci noktada söyleyeceğim ise benim bütün düşünce sistemim, kurulu bilimin dışındadır. ama bunları yaparken de o kadar çok korkuyordum ki, kimse bilmez, ben, "hamidizm eşittir kemalizm" vurgusuna vardığım zaman, günlerce daktilodan kaçtım, çünkü bana inanılmaz geliyordu. birinci inönü zaferi de öyle. şimdi sabetayizm konusundaki bulgularımdan gerçek anlamda ürküyorum. o yüzden de benimle konuşmayın diyorum. dolayısıyla böyle 'heroic', ingilizce deyimlerle, 'ascension'lar yaparken bundan hoşlandığım izlenimini vermek istemiyorum. bunlardan çok korkuyorum.

    e.b.: bence hoşlanıyorsunuz da, hazzını alıyorsunuzdur, diye düşünüyorum.

    y.k.: enis bey, öğrenme, hele bulmak kadar heyecan verici hiçbir şey yoktur. çok hoş bir duygudur bulmak. dolayısıyla bu tür insanlar birazcık da iticidir, bizim gibi. o yüzden çok az insanla görüşüyorum. tabii arşimed'de bir kesit bilinmez, benim gibi... kendi bulduklarıma kendim şaşıyorum. son çıkan kitabımda şebeke'de öyle şeyler var ki, herkesi şaşırtıyor. bir müddet sonra alışıyorum, unutuyorum bunları. büyük aşık, büyük devrimci, büyük bilim adamı seçmecidir. stefan zweig'ın, bu dünyadan ayrılırken yazdığı mektuptaki bir cümle beni çok etkiler ve doğru bulurum: "öğrenme sevinçti, bu sevinç kayboldu." bu dünyada bazı insanlar öğrenmenin, bulmanın büyük bir sevinç, büyük bir haz olduğunu bilsinler. benim söylediğim o. bende o haz var. bunu da zaman zaman aktarıyorum tabii.

    e.b.: evet, bulaştırıyorsunuz.

    y.k.: iyi bir şey bulaştırabildiysem.

    e.b.: ileride geleceğim bir soruya şimdiden geleyim: ben onbeş yılı aşkın bir süredir fatih etrafında uzun bir şiir üzerinde çalışıyorum. nedim gürsel bunu biliyordu. bildiği için de boğazkesen adlı romanını bitirdiğinde benden okumamı rica etti. halil inalcık'a da vermiş okusun diye, ola ki anakronik bir şey gözümüze çarpar diye... romanı okudum, bitirdim. bir yerde oturduk, konuşuyorduk. o sıralarda ben sizin fatih sultan mehmet kitabınızı da okumuştum. ona dedim ki, "senin kitabın bilimsel açıdan belki yalçın küçük'ün kitabından daha bilimsel bile olabilir ama, onunki seninkinden çok daha romanesk. bu hoş bir durum değil". ben sizi okurken, önermeler, ileri sürülen savlar açısından belki beş-on kez "allah allah" demiş olabilirim, kaşlarımı kaldırmış olabilirim, "yahu, olur mu böyle şey" demiş olabilirim ama kitabı bitirdiğim zaman, okuduğum kitaptan engin bir haz aldığımı, yaklaşımı, üslûbu, dili, her şeyiyle iyi bir yazarın kitabını okudum ve mutluydum. okur olarak, ben ne bekleyebilirim ki başka? "ama", dedim nedim'e, "seninkinden bu duygularla ayrılmış değilim. her şey çok doğru ve yerli yerinde, amenna, ama edebiyat söz konusuysa, yalçın küçük'ünki çok daha edebi bir kitap". şimdi siz tabii bu yargımı kitabınız açısından bir övgü mü sayarsınız, bir eleştiri mi, onu bilmiyorum.

    y.k.: biz bir arkadaş grubuyla beykoz'a doğru gidiyorduk, orada bir kahveye oturduk, sonra yan masadan nedim gürsel kendini tanıştırdı, o sırada, fatih sultan'ı okuduğunu, çok etkilendiğini ve bu konuda bir roman yazacağını söyledi. ben hem tarihsel açıdan, hem de roman açısından nedim gürsel'in yazdığından roman olarak hiç etkilenmedim. görüyorsunuz ki okuyorum. benimkine geldiğimizde, ben her yazdığımda bir roman kurgusu peşinde koşuyorum. ama bunu ne olumlu, ne olumsuz sayıyorum. bana şunu sorarsanız, hele şimdi, son çıkan kitabımda, şebeke'de, onu 16. yüzyıla dek götürdüm, ama şimdi o üslupta yazmıyorum. ha, yine, roman okumaktan edindiğim o engin ve çok değerli birikimi hiç bırakmıyorum. ama demin de söylediğim gibi, brechtyen dönemimdeyim, bunu tabii, brecht gibi kolajlarla değil de daha rafine bir şekilde yazmaya yöneldim. eskiden ahmet mithat efendi'ydim, bu bilerek seçtiğim bir üsluptu, hani ahmet mithat efendi, fizik de öğrensinler diye sayfalarca fizik yazar, ben de öyle yapıyordum. fatih çalışmam, pek çok tarihçinin kabul edip de yazmadığı gibi, osmanlı araştırmalarında yeni bir kutuptur. o da osmanlı'nın daha çelişkili ve çok özgün bir yanıdır, her zaman iki partilidir... osmanlı hep partili olmuştur, bir de, osmanlı bir cumhuriyettir. bunu çok büyük bir keşif zannediyor türk tarihçileri; her yönetim bir cumhuriyettir. işte hollanda, malta bir cumhuriyetti, her şey seçimleydi, ama seçim ölümcüldür, yani büyük kavgalı seçimlerdir bunlar. bu söylediklerimle sizim söylediklerinize bir şey ilave etmiyorum, ama nedim bey'in romanının daha roman olmasını isterdim ben de.

    e.b.: siz üslûbunuzda solun polemikçi geleneğinin bir etkisini görüyor musunuz? hikmet kıvılcımlı'nın, kerim sadi'nin üslûplarının bir etkisi olduğu kanaatı var mı sizde? görüşlerinin, demiyorum.

    y.k.: bende marx'ın etkisi var, marx, "ince polemik çok önemlidir" der. polemik olmadan bilim olamayacağına inanıyorum. orada cevabım çok net. şimdi yine polemik yapıyorum, ama onu biraz daha grotesk olmaktan çıkardım, bunu da bilerek yaptım; yarın yine değiştirebilirim. bir de benim dile büyük bir sevgim var, dili çok seviyorum, bütün dilleri çok seviyorum, ama kendi dilimi de çok seviyorum. hikmet kıvılcımlı'yı daha çok okudum, kerim sadi'nin polemiklerini daha az biliyorum.

    e.b.: dil özelliği olarak... sizde bir tat bırakmış olabilirler mi?

    y.k.: hayır, tam tersi. çünkü pek çok insan bana, "sen bize doktor hikmet'i hatırlatıyorsun, her şeyin ona benziyor" dediler. ben de onlara, ben bunu iltifat saymıyorum, ben başkayım dedim. ben, hem polemiklerimde, hem de argümantasyonumda mümkün olduğu ölçüde bilimsel kalmaya ve nesnel olmaya çalışıyorum. özellikle doktor hikmet'te bunu göremiyorum, ama buna rağmen, benim türkiye sol tarihinde en çok ön plana çıkarttığım insanlardan biri doktor hikmet'tir, öbürü de nâzım'dır.

    e.b.: ben zaten metodoloji, bakış açısı, yaklaşım açısından bir benzerlik görmüyorum.

    y.k.: çünkü, biz üniversitede okuduğumuzda, idare lambasıyla komünist arıyorduk. o sırada doktor hikmet hapisten çıkmıştı, ona gidemedik. doktor hikmet bizi itti, çünkü biz menderes'e karşı mücadele ediyorduk, doktor hikmet o sırada, çeşitli hesaplarla açıkça menderes yanlısı bir tutum alıyordu kitaplarında. benim doktor hikmet'i esas okumam, yavaş yavaş üslubum belli olmaya başladıktan sonradır. daha sonra, incelemek için okudum.

    e.b.: şimdi aydın konusuyla ilgili bir sorum olacak: sizde ölçüt olarak, hem duruşunuzda, hem söyleminizde, namus, tutarlılık, dürüstlük kavramları çok önde geliyor. bunları, aydınlar için 'olmazsa olmaz' nitelikler olarak görüyorsunuz. bilim adamları için de bunu eşit derecede önemli görüyor musunuz?

    y.k.: ben sadakate önem veririm. o yüzden de feodalitenin her yönü kötü değildir derim. sadakat kavramı bende çok yüksektir, türk aydınında da öyledir. bende türk aydını adına sadakat vardır. yazdıklarımın, kızdıklarımın bir kısmı hiç kişisel değildir; ben kendimi türk aydın kurumunun yerine koyarım, o insanın türk aydın kurumuna karşı tutumuna göre ceza keserim veya övgü yazarım. bana "niçin geldin, nasıl böyle bir risk alabildin," dediler. kesinleşmiş olanlar yirmi yılı bulmuş ve kesinleşecek olanlarla seksen doksan yıla çıkıyor cezam. bir defa benim gitmeme özgürlüğüm yok, dönmemek özgürlüğüm yok, birinci nokta bu.

    sizin bende çok şaşırtıcı bulduklarınız benim için çok doğal. demin bir örneğini verdim: dgm'lerde, "benim çok üstüme gelmeyin, ilk kurşunu dedem attı diye ispatlarım," diyorum. anlamayabilirler, anlamaları da hiç önemli değildir benim için. ama ben, aynı dgm'lerde şunları da söyledim, "ben nâzım'ı getirdim, nâzım, haymana'da benimle yatıyor" dedim, çünkü buna inanıyorum. önemli olan onların ne düşündüğü değil ki, ben inanıyorum. türkiye'ye dönüşümü türk aydını adına yaptığıma inanıyorum; önemli olan da benim düşünmemdir, başka bir şey değildir. dolayısıyla nâzım gelemedi, mehmet akif gelemedi, ben geldim. dönüşümle sadece ben gelmedim, onlar da geldi. dolayısıyla nâzım'ın toprağını canlandıralım, mezarını canlandıralım gibi düşünceleri çok çocukça buluyorum. hem bir aydının böyle bir sorunu olamaz, ben komünistim diye şiir yazmış bir adamın toprağı, yeri olmaz.

    e.b.: peki bütün bunları duygu-düşünce düzleminde yaşarken, son yirmi beş yılın türkiye aydınları sizi çok yaralamıyor mu halleriyle, tavırlarıyla? bir kısmını artık aydın bile sayamayacağımız, ama en azından yirmi-yirmi beş yıl önceki duruma bakınca, potansiyel olarak devrede olduğu düşünülebileceké

    y.k.: burada bu soruya iki cevap var: bir tanesi savaşa dair. hasan cemal'i çok severdim, doğan avcıoğlu'nun bana yadigârıydı. kendisi de yazar, ağabeyim, çok yardımlaştık evinde yattım, evime geldi. ben onlara dönek dedim, ama dönmelerinden acı çektiğim için, dönek dersem, dönmezler zannediyordum. daha doğrusu çaresizdim, başka bir şey söyleyemezdim. elinden tutamazsın ki, engel olasın. sonra döndüler, döndükten sonra dönek demiyorum. birinci nokta bu. şimdi acı çekmiyorum, o zaman çok acı çekiyordum. sovyetler birliği çöktüğü zaman çok acı çektim, şimdi belki de seviniyorum. savaş bu. ikinci nokta daha farklı bir nokta. şimdi bunların çoğu benden, en kibar deyimle, nefret ediyorlar. ama onların nefreti de bana haz veriyor. çünkü benden nefret etmedikleri takdirde rahat edemezler. ben de bu toplumda, bu şekilde, doğru veya yanlış, ama bir kalıcılığı, bir satılmamayı, inançlarının dışında hiçbir iş yapmamayı, hep aynı türküyü, aynı türküyü söyledim. gördüğünüz gibi sol düşüncede hiçbir zaman ortodoks olmadım. bir de ortaklığı seviyorum, her bakışım böyledir. bütün düşüncelerim bana göre tutarlıdır. nâzım'dan söz açtık, işte gayet açık olarak söylüyorum, nâzım'a bazı şeyler söylüyorlar. nâzım işteé çok açık olarak, nâzım sevemez, çocuktur... yani bunları söylerken korkmuyorum.

    türk aydınını düşünüyorsanız, beni sevmemekte, benden nefret etmekte zaman zaman haklılar. çünkü ben türk aydınına gerçeğe yiğitçe bakmayı aşılamak istiyorum. "nâzımoloji" diye bir incelemem var. bu incelemem, nâzım hikmet'in sovyetler'deki hayatının zavallı bir hayat olduğuna dairdir. vera için çok olumsuz sözler söyledim, 'öldüğü gün, vera kim bilir yan odada ne iş yapıyordu' dedim. türk aydınını çok sevdiğim için onunla bir kavgam var, bunu gördüğüm zaman her şeye rağmen korkuyorum. türk aydınını çok seviyorum, ama bırak devrim yapmayı, gerçeğe yiğitçe bakma cesareti yok. türk aydınının beni hoş karşılamamasından doğal ne olabilir? doktor hikmet'e katıldığım bir nokta vardır, türk aydınının nâzım'dan, sevdiği şiirleri bana göre şiir değildir. doktor hikmet bunu çok ağır söylemiştir, ben öyle söylemem. nâzım, yine bizim çıkartabileceğimiz en güzel çocuklardan bir tanesidir, bundan hiçbir kuşkum yok; ama nâzım'ın en güzel şiirleri, son yıllarda yazdığı şiirlerdir. yalnızlık, ölüm korkusu, kadınsızlık. "ölüm bana kendisinden önce yalnızlığı yolladı" diyor, o kadar yalnız. bu aptal türk solu, on bir yılda beş tane, üç yüz altmışla çarpsanız, üç bin altı yüz, beş tane cephe örgütünde nâzım'ın iki kadınla çekilmiş resmiyle nâzım orada hayat yaşadı zannediyor. adam bütün şiirlerinde nasıl öleceğim, cenazem buradan nasıl çıkacak, o kadar korkuyor ki, karıncalar vücudumu bilmem ne yapacak diyor, ben onları okurum. belli noktaya kadar çok korkuyorum, bu korku savcılık korkusu değil, yanlış olmasından, bunun doğru olamayacağından çok korkuyorum. ancak çok önemli ölçüde, bunun doğru olacağına karar verdiğim taktirde, hiç kimse beni bunu telaffuz etmekten, bunu yoldaşım aydına götürmekten, bilim adamına götürmekten alıkoyamaz.

    e.b.: ben aydınlar yanılabilir, diyorum. kendi içlerinde dürüstlerse bir sorun yoktur. ama, bir okur olarak, sizin zaman zaman yanıldığınız kanaatindeyim. ama dürüst, doğru, namuslu bir insan, bir aydın olduğunuzu düşündüğüm için de kaleminizden çıkan herşeyi okuyorum. sizde, beni, aydın tavrınız, duruşunuz içinde rahatsız eden başka bir şey var. mazlum olduğunuzu neden ifade ediyorsunuz? ifadelerinizden, zaman zaman, bunu söyleme ihtiyacı duyduğunuzu hissediyorum, oysa biz bunu zaten görüyoruz.

    y.k.: ben hiç mazlum olduğumu düşünmüyorum ve söylemediğimi zannediyorum. tam tersine, en dar yerde bu halk bana sahip çıktı, herkese söylediğim budur. inanılmaz bir destek görmüşüzdür, bunu hep söyledim, demek yanlış ifade etmişim.

    e.b.: belki ben kendimi yanlış ifade ediyorum. mazlum kelimesini iyi seçmemiş olabilirim. siz bedeller göze aldınız, bedellerin karşılığında faturalar çıkacaktı. faturalar çıktı. biz uzaktan bakanlar bile, yakından bakanlar zaten biliyordur da, biz uzaktan bakanlar bile bunları görüyoruz.

    y.k.: efendim, ama ben de böyle çok hapis yattım, hiç demiyorum ki! tam tersine, hep moral veriyorum; ancak bu izlenimi verdiysem, bir defa çok yanlış yapmışım. bana uygun davranmamışım, birinci nokta budur. bu sorunuz benim için, bugün için çok uyarıcı oldu. hele böyle mazlum oldum, ezildim, bana kötü davranıldı diyorsam, çok kötü yapmışım, bundan emin olun. belki şudur, son zamanlarda, işte geldim, gittim, paris'te çektiğim sıkıntıları yakınlarıma söylediğim zaman ağladılar; aslında hiç söylemem, bende şikâyet yoktur.

    e.b.: şimdi bir ara sorum var. siz galiba televizyonu kullanmaktan kaçıyorsunuz. şimdi, 'kimin televizyonu' meselesini anlarım. ama operasyonel strateji açısından doğru mu bu yaklaşım?

    y.k.: görsel değilim, görselliğe karşıyım, çünkü görselliğin görmenin, anlamanın engeli olduğunu düşünüyorum. belki mistik dersiniz, gözümü kapattığım zaman daha çok gördüğümü düşünüyorum. ne anlama geliyor bu sözüm, hiç bilmiyorum, beni de ilgilendirmiyor ama zaman zaman gözümü kapattığımda çok şey görüyorum. bir, görsel değilim; iki, her şeyim tepkidir. bu türkiye aydınının televizyonlara çıkmak için yarışmalarını doğru bulmuyorum.

    e.b.: ben de hiç doğru bulmuyorum. ve de allahtan böyle bir şey yapmıyorsunuz, o ayrı. onu kastetmedim ben.

    y.k.: evet reddediyorum, ama buna rağmen ödün verdiğim oldu. çok ısrar etti, ilk defa rüstem batum'un programına çıktım. erhan akyıldız beni, programına çıkarmak istedi. erhan bey, dedim, "televizyona çıkmak istemiyorum, benim dünyamda yok ama toplumsal kurtuluş'ta çok üzmüştüm bir kez, bir gün televizyona çıkmaya karar verirsem, seni ararım," dedim. ne oldu? rüstem batum çok teşvik etti, ona çıktım, ondan sonra erhan bey'i aradım. kıramadığım noktalar da oluyor. esas nokta, ben görsel değilim. o yüzden romanı çok seviyorum.

    e.b.: kaşkolunuz bile görsel.

    y.k.: o başka bir şey. yani görsel dediğim, görmeyi sevmiyorum. bunları ben görmüyorum ki, başkaları beni görüyor. şimdi babanızın berberi benim de berberim. e, on yıldır da görmemiş beni. onu bulduğumda, güney'e gitmiştim, güney'in de çok güzel ipeklileri var, oradan bir tane almıştım. ondan sonra da tesadüf ona gitmişim. bir daha gittiğimde kırmızı vardı. a, hocam dedi, yani ben de geçen defa gördüğümde, kırmızıyı bırakmış dedim, çok üzüldüm, dedi. bir gün ankara palas'ta bir resepsiyon var. sıcak bir gün, şöyle normal kaşkol gibi yaptım, resepsiyonda dolaşıyorum. semih günver ankara palas'ın sütunlarının yanına geldi, hiç öyle bir konuşmamız da yok, ayıp ayıp sana, sen de mi bu hale düşecektin, dedi. ne oldu semih bey, dedim. sen akay yokuşu'ndan o kırmızılarla yürürken çok hoşuma gidiyordu, dedi. şimdi bunu çıkarmak istiyorum ama toplumda böyle bir şey oldu, elimde değil.

    e.b.: televizyona döneceğim. israrlıyım, şundan: türkiye'de, özellikle 90 sonrası televizyon hakikaten inanılmaz bir tablo çizdi. aklı başında insanların televizyonla çok dikkatle ilişki kurmaları gerektiği apaçık ortada. benim bu sorudan muradım sizi bir televizyon kuşu olarak görmek değil. uymaz, yakışmaz. ama, pierre bourdieu bu konuda çok önemli bir deneyim geçirdi, biz bu kitabı türkçe'ye çevirttik, çünkü türkiye ile ilgili bir saptamayla başlıyordu zaten, ayrıca kendi içinde de önemli bir kitaptı. bourdieu, fransa'da aydınların televizyona tutsak olmalarına yönelik oldukça ağır ve temellendirilmiş eleştiriler getirmişti. televizyonlar da, akılları sıra, ondan intikam almak için derslerini canlı yayın olarak vermeye karar verdiler. bourdieu de, "bu sizin bileceğiniz iş. siz ha varsınız, ha yoksunuz, ben aynı dersi vermeye devam edeceğim. dolayısıyla benim işime gelir. salonda yüzelli öğrencim varsa, televizyon sayesinde ikiye, üçe, beşe, ona katlanır ve benim hiçbir itirazım yok. ama siz bana kendi istediklerinizi yaptırtamazsınız, benim söylediğim bu" dedi. dolayısıyla, yalçın küçük-televizyon ikilisini yan yana getirdiğim zaman, benim muradım, yalçın küçük'ün televizyona kendi istediklerini yaptırtması. televizyonun kalıplaşmış programlarının konuğu olmak bence hiç uymaz ve bereket sizi orada görmüyoruz. ama bu savaşın içinde, bugün bu aracın önemli olduğunu ve sizin gibi birinin onu parmağında oynatabileceğine inanıyorum ben.

    y.k.: biz medya ile ilgili 1987 yılından itibaren toplumsal kurtuluş'ta bir çok polemik ve teorik açılımlar yaptıké şunu çok açık olarak söyleyeyim, benim çok çeşitli cephelerde onlarla da savaşım var. iki büyük kanal, paris'ten gelirken ipsala'dan beraber girmeyi önerdiler, reddettim. şimdi istemiyorum, ama ilkesel olarak televizyona karşı değilim, öyle bir noktaya da getirdiler ki, tam med tv kapandığı zaman, aynı güne getirdiler, bana on beş yıl ceza verdiler, bu televizyonlara görev bildiğimden çıktım. burada da trt'nin ilk zamanında çıktım, ancak şu anda gayet açık olarak, gücü ne olursa olsun, bir adam basına ambargo koyuyor. bu bir müddet böyle, ondan sonra tabii ki gerekirse çıkacak. iktidarı arayan, devamlı savaş halinde olan bir insanın televizyona küsmesi mümkün değil. savaş bir müddet devam edecektir, ondan sonra eğer mümkün olursaé benim asıl söylediğim nokta bizim en büyük işimiz yazmaktır. yazmak da görselin rakibidir.

    e.b.: son çeyrek yüzyıllık üretiminizde özellikle, edebiyat önemli odaklardan biri haline geldi. edebiyat üzerine enikonu yazıyorsunuz. benim kişisel görüşüm, sizin iyi bir edip olduğunuz yönünde. siz iyi bir yazarsınız. çünkü her şeyden önce kendi dilinizi ve üslûbunuzu getirdiniz. zaten yazar olmak, bir dünyayı kendi dili ve üslûbuyla kurması insanın. dolayısıyla bunu getirdiniz, onun için de iyi bir yazarsınız, bana göre. gençlik döneminizde, iyice gençlik, mesela lise yıllarına dönelim, üniversitenin en başına dönelim, doğrudan doğruya edebiyatçı olmak gibi bir eğiliminiz olmuş muydu?

    y.k.: hayır.

    e.b.: okur olarak durumunuz neydi?

    y.k.: çok okurdum. bunu, yeni bir mülakatta da söyledim. bana niye edebiyat okuyorsun diye sordular, aksini yapmam mümkün değil, dedim.

    e.b.: solun en curcunalı dönemlerinde, öğrenci birliğindeyken vakit bulabiliyor muydunuz?

    y.k.: tabi hiç kimsenin kuşkusu olmasın. ben o yüzden şunu söylerim: eğer benim türkiye aydınında bir temsil gücüm varsa, gelişmiş örneği, az gelişmiş örneği, hiç gelişmemiş örneği, ama türkiye aydınını temsil ediyorsam, fransız romanının okuyucusu olarak, temsilci bir fransız aydınını; rus romanı okuyucusu olarak, temsilci bir rus aydınını utandırırız. o yüzden ben sizin sorularınızı biraz genişleterek cevap veriyorum. ismet paşa'nın başlattığı, "varlık" çevirileriyle türk aydınlanması başlamıştır, biz onlarla yetiştik. her tür edebiyat ve sanatla ilgili oldum. sinema dergisi kurdum. her şeyde vardım, ama hiç özenmedim, öyle bir kabiliyeti görmedim kendimde. ne şiir, ne de öykü yazdım, ancak hepsini takip ettim. fikir kulübü başkanı olduğum zaman, ne güzeldi, bugünkü kuşaklar bilseler, ben örgütlerdim onları, öykü okuma günleri nasıl kalabalık olurdu. rüçhan işık okurdu, insanlar merdivenlere otururdu. sait faik'i çok sevmem, ancak hepsini okudum. insanlara her şeye rağmen biraz yukarıdan bakar, bana öyle gelir, ama onları okuturduk, dolayısıyla benim böyle bir dönemim de vardır. cemal süreya benim için "gizli şair" diye yazdı. beni en çok hoşnut eden ise ceyhun atıf kansu oldu, "iktisadın ozanı" derdi bana, bunlar beni çok mutlu ederdi.

    e.b.: ben sizin, türk edebiyatı, dünya edebiyatı üzerine yazdıklarınızı, ötekilere oranla biraz daha sıkı bir biçimde okuyorum. görüşlerinizi sıkı sıkıya takip ediyorum. ve bunların sonucunda hüzünleniyorum bir edebiyat adamı olarak, şundan: (bu benim gözlemim tabii; katılırlar, katılmazlar) siz çok zeki bir insansınız, sezgileriniz de çok güçlü. bana öyle geliyor ki, bunlara çok fazla güveniyorsunuz edebiyat konusunda. neredeyse 'oryantal' diyeceğim bir tavır görüyorum ben -- meslekten bakan biri olarak. bizim edebiyatımızı, söylediğiniz ölçüde tanımadığınız kanaatindeyim, dünya edebiyatını da. buna rağmen son derece kesin yargılar da geliştirebiliyorsunuz. ne düşünüyorsunuz?

    y.k.: birçoğunu kabul ederim. yani tanımadığım iddiasını kabul ederim, öyle görünüyorsa doğrudur. ikinci noktaya gelince, belki inanmazsınız, kendimi zeki bulmuyorum, aptal buluyorum ben, hatta dgm'de bir kere çok hoş oldu, iddianame yazmışlar, ben, "kürdistan sömürge değildir" demişim, bunu okudum sevindim, "değerli yargıç dedim, ismail beşikçi kürdistan sömürge diyor, onu dava etmişiniz. bakın burada, iddianamede, kürdistan sömürge değildir demişim. aptalım ama o kadar da aptal değilim, beni de mahkum edeceksiniz" dedim, mahkûm ettiler. dolayısıyla ben öyle bir şeyi düşünmüyorum, bunlara cevabım bu. edebiyatla ilgili söyledikleriniz doğru olabilir, bilemiyorum, ancak şunu bilin ki, edebiyat konusunda yazarken, çok ciddi olmasa bile yeterli ölçüde estetik teorisi okurum, bunlara bakarım. böyle bir yanım var; aziz nesin bana, edebiyattan çok edebiyat sosyolojisi yaptığımı söylerdi, benimle ilgili eleştiriler o yönde. ancak, evet, romanları böyle neredeyse gerçek gibi alıp bununla diğer gerçeklikler arasında bir takım ilişkiler kurmaya çalışıyorum; bunları yaptığım doğru. daha doğrusu okuduğum romanların kahramanlarını gerçek yapıp, gerçek dünyadaki hayallerle karşılaştırıyorum, böyle bir şey yapıyorum.

    e.b.: benim, demin hüzünlenmekten neyi kastettiğimi biraz açmam lazım: dediğim gibi, çok meslekiçi bir bakışla bu soruları soruyorum. edebiyat benim hayatımı verdiğim bir iş. uykularım dahil, bu işle uğraşan bir insanım. türkiye'de birçok insanın birtakım şeyleri yapması beni hüzünlendirmiyor. belki zaman zaman sinirlendirdiği olabilir, hüzünlendirmiyor. ama sizin gibi birinden böyle bir yaklaşım geldiği zaman hüzünleniyorum, çünkü sizi önemsiyorum. sorun şu gibi geliyor bana: türkiye'de, ister istemez, bizim edebiyatımız, kaçınılmaz olarak, bütün edebiyatlar gibi belki, biraz 'iceberg'dir. bir görünen kısmı vardır, bir de daha zor görünen bir kısmı vardır. şimdi, görünen kısmı, son 20 yılda, özellikle '80 sonrasında, daha da görünür kılınmaya başladı. kendisi zaten görünmek için bir çaba gösteren bir kesitti bu, yetmiyormuş gibi, medya düzeni de bunları, inanılmaz ölçüde, artık kafamıza kakarcasına görünür kılmaya başladı. buna karşılık, pek çok has edebiyat ürünü, zaman zaman sahiplerinin bundan kaçınmaları nedeniyle, zaman zaman, konjonktür buna elvermediği için suyun altında kalmaya başladılar. şimdi bazı isimler sıralayacağım, bunları bildiğinizi biliyorum, isimlerini zaten türkiye'deki diğer insanlar da biliyordur amaé asaf halet çelebi, metin eloğlu, behçet necatigil gibi şairler; tahsin yücel, oğuz atay, bilge karasu ve benzeri bir takım yazarlar -- ötekilerin, spekülatif, etrafında dönen şeyler sizi sanırım öfkelendiriyor. bizi de öfkelendiriyor.

    y.k.: kimin?

    e.b.: örneğin ahmet altan'ın, örneğin orhan pamuk'un. kimsenin hakkında olumsuz bir şey söylemek istemiyorum, edebiyatçı kimlikleri açısından ama, diyelim ki bu insanlar olsa olsa demin sıraladığım insanlarla eşdeğer olabilirler. oysa üzerlerinde çok duruluyor, ötekilerin üzerinde durulmadığı kadar duruluyor. siz de genellikle, eleştirel bir yaklaşım içerisinde olmak istediğiniz için belki, onların üzerine gidiyorsunuz daha fazla. ilginiz onlara yöneliyor. oysa sizin gibi bir insandan, genel olarak aydın duruşu çerçevesindeki seçimleri nedeniyle, bunları çok fazla kaale almayıp, suyun altında kalanların neden suyun altında bırakıldıkları ve neden toplumumuzun içinde daha geniş kitlelere ulaştırılmadığına ilişkin soruları kurcalamasını beklerdim. örneğin, ece ayhan'ı sevdiğinizi biliyorum, ilgilendiğinizi biliyorum, onun üzerine bir şey yazmadınız ama!

    y.k.: ece'yle beraberdik, ece'yi yazıyorum, ama o kadar... ancak, behçet [necatigil] hoca'nın kızı [ayşe sarısayın] yazmıştı, bu yakınlarda okudum, siz yayımlamışsınız; ne güzel bir insan, sanatçı bir insan, notlarımı aldım, benim hocamdı. benim sınıfıma ders vermezdi, ama biz delikten bakardık behçet hoca'ya; çünkü biz fen grubundaydık. kan çıkacaksa, oğuz atay konusunda çıkabilir... oğuz atay'ın kişiliğini çok seviyorum, ama romanına hiç katılmıyorum, o ayrı. bunu da ısrarla yazdım. bana göre, eğer size, benim merakımı göstermesi bakımından bir ipucu sayılırsa, oğuz atay'ın yazdığı mustafa inan'ı da okudum, bana göre çok güzel bir iş mustafa inan. çok beğendim onu, severek okudum. edebiyat değeri olmayabilir, ama ben edebiyat gibi okudum, öbürlerinde endişem var. şimdi şuraya geliyor: bana haksızlık bir ölçüde. hem doğru, hem haksızlık. bir defa ben, bu alana tecavüz ediyorum. bu alan benim alanım değil. ben başka bir alanın adamıyım ve öbür alanda da, maalesef söylediğiniz gibi, ancak önünü kesmek istediklerime çıkıyorum. önünü kesmek isteyip de beğendiğim, yazdığım yok mu? mesela adalet, ama o da sonradan bana küstü; çünkü yazsonu'ndan itibaren adalet'in romancılığının bittiğini söyledim. nasıl dostumdu, ne kadar sevdiğim birisiydi, ama bir müddet sonra benim yazmam lazımdı. bana göre ölmeye yatmak, bazı yazı meseleleri olmakla beraber, bir bütün olarak ele alındığında türk romanının çok güzel örneklerinden biriydi. benim, hiçbir engelleme yapmak istemediğim zaman, okuyucunun dikkatini çekmek için, üç istanbul'u, eylül'ü övmelerim vardır. ama onun ötesinde yazdıklarımın çoğu ön kesmek içindir. eğer siz bende günah arıyorsanız, edebiyat tadı arıyorsanız, ideolojik günah arıyorsanız, marcel proust severim mesela.

    e.b.: hayır, bunu, birincisi, günah saymam; ikincisi, zaten günah.

    y.k.: hayır ama zaten siz saymazsınız, ben saymadığınızı biliyorum. çok açık olarak söylemeliyim, fethi naci, öbürlerinden daha bilgiyle yazdığı için, fethi'yi iyi bir eleştirmen saymam ben. çünkü, sanat eserinde en önemli şey estetiktir, estetik kaygılarım, iyi ifade ediyor muyum etmiyor muyum...

    e.b.: işte belki de edebiyatın, benim gibi marazi bir biçimde çok fazla içinden bakan üyeleri için tedirgin edici sonuç şu: yalçın küçük gibi bir insan edebiyata eğildiğinde getirdiği yaklaşımlarla acaba türkiye'de okurların doğru ya da has, nasıl bir kelime seçeriz bilmiyorum ama, edebiyata yönelmesine katkıda bulunamaz mıydı? örneğin vüsat bener yapıtında türk insanının, taşrasının, dantela gibi işlenişinin önemi üzerinde dursa bilmem kimin romanını bertaraf ettiğinde sağladığı yararının bir o kadarını sağlamaz mıydı?

    y.k.: bu doğrudur. ama ben de yirmi dört saatte yirmi beş saat çalışıyorum. bir de çok pratik bir adamım.

    e.b.: evet, doğru. fazla şey bekliyoruz.

    y.k.: bu taraf çok açıktır, keşke olsa. üzerime hiç iş sayılmayacak işler yaptım, mesela benim ütopyadaki yaptıklarım. burada söylediğiniz doğrudur, ancak bir çokları bana, "sen her şeyi bırak, edebiyatla uğraş" dediler.

    e.b.: yok o kadar da değil tabii.

    y.k.: bir de çok ciddi olarak mizah yazmamı önerdiler. bakın eski kitaplarımda komik şeyleri daha çok yazıyordum. şimdi daha üstünü örtüyorum. bu doğrudur ama öyle bir yol seçtik. ben vüsat bener hakkında ne yazayım yani. adamın hiç bir zararı yok ki. (kahkahalar)

    e.b.: çok güzel!

    y.k.: ben bunu gülesiniz diye söylemedim. çok samimi. üstelik bir kısmıyla ahbaplık da ettim, tanıdığım insanlar. edebiyat çevresinde büyüdüm, her yerde de söylerim, arkadaşlarım da olsa, beni onlar yetiştirdiler. her zaman söylüyorum, en büyük öğretmenim benim yoldaş öğrenci arkadaşlarımdır, hâlâ da buna inanıyorum. ha, hüzünlenmekten söz ediyorsunuz da; geçen gün bir arkadaşım bütün edebiyat dergilerini getirdi, çok da iyi yaptı. siz hüzünlendiniz benim bu halimden, ben de bu ayın bütün edebiyat dergilerini aldım okudum, ne kadar hüzünlendim, ne kadar içim karardı bilemezsiniz. edebiyat adamları niye dilimizi bu kadar kötü kullanıyorlar, niye bu kadar özensizler?

    e.b.: biz de bunu devamlı kendimize soruyoruz.

    y.k.: bakın mesela ben, siz katılır mısınız katılmaz mısınız bilmiyorum, her şeyi bırakıp dilimizdeki devrik cümle eğilimini törpülemek, ortadan kaldırmak isterim. yani bir kez iki kez kullanılır, siz hele frankofonsunuz, bu kadar kullanım olur mu? ataç'ın, bana göre çok iyi bir şekilde yaptığı bu iş, sonradan fakirler tarafından ana dil haline getirildi. dilimiz gitti ortadan, özensizlik biraz oradan geldi. bunlarla da ilgileniyorum, ancak gücüm yetmiyor. ne olursa olsun, yine de bir akademik hayatımız olduğu için, ki bu çok önemli, çok önem veriyorum ben buna, bol miktarda araştırma ihtiyacını duyuyorum. ben de daha çok araştırarak yazmalısınız diyeceksiniz zannettim, çünkü bunu kendime söylediğim olur. ancak ne yapacaksın, bir yerde öyle oluyor. şimdi de öyle bir hız geldi ki yazmak için, bilemezsiniz, topluma daha büyük bir bilimsellik aşılamak istiyorum. çünkü bir toplumun bilimselliği, sıradan insan bilimsel olursa bilimselliktir. bunu yapmak istiyorum, 1980'li yıllarda yayımlanan on tane tez kitabım çok güzel bir tartışma başlattı. o günleri biliyorum, her ev tıpkı, sizin çok iyi bildiğiniz, o fransızların 'salon'larına benzemişti. kitaplarımın arkasında aydını, politikasını tartışıyordu. şimdi de inanılmaz bir şey var, her ev isimbilim, onomastik oynuyor. kahvelerde de onomastik oynanıyor; ancak bu kadar tarihçisi olan bu topluma isimbilimi benim gibi bir plancının getirmemiş olması gerekirdi. her cephede savaşıyorum, tarih vakfı diye bir vakıf var, başkanı inşaat mühendisi. genel sekreteri, benim öğrencim, iktisatçı. bir tanesi daha var, yiğit, mimar; bunların çoğu benim arkadaşım. kimse yanlış anlamasın ama böyle şey olur mu? bu memlekette samuelson ingilizcesiyle tarihçilik olur mu? odtü'de samuelson okutulurdu, ufacık bir ingilizcedir o; "i go, i come" yeter. hiçbiri ingilizce de bilmiyor. 1980'li yıllardaydı, yök kurulmuştu, doçentlik sınavını yök yapıyordu. ingilizceden, odtü'de doçentlik sınavına girenlerin çok büyük bir kısmı başarılı olmuştu. namuslu bir adamım, o zaman "hayır yök biçmedi, hayır bunlar ingilizce bilmezler" dedim. dil bilmek başka bir şeydir. eğer bir roman okuyamıyorsa, bir tiyatroyu izleyemiyorsa, o insana istediği kadar mühendis olsun, dil biliyor diyemeyiz. odtü'de ingilizce dersi vermekle, ingilizce bilinmez. ha, şimdi ben bunları yazıyorum, herkes bana böyle şey olur mu diyor. şu tarih mesleğine bakın, burada bir tarih vakfı, tarihle ilgisi olmayan insanlarla yönetiliyor. öbür taraftan tarih kurumu, bunların hepsi ilahiyat mezunu veyahut o kafada ve aynı amprisizm. adam, türkçe profesörüymüş, 'nar' kelimesinin 'ateş' olduğunu bilmiyor. onun için böyle sorunlarımız var.

    e.b.: bu durumda da tabii edebiyatçıların daha iyi yazmalarını beklememiz de zor. ikisi birbirine bağlı şeylerdir.

    y.k.: edebiyatçı dili sevmelidir. bana bir soru yönelttiler yakın zamanda edebiyat ve eleştiri'de...

    e.b.: gördüm, okudum ve çok sevindim. cevabınıza da yürekten, yüzde yüz katılıyorum.

    y.k.: ben dilimi seviyorum. dil sevgisi... bu kitabın önsözüne 'dil tadı' diye bir laf uydurdum. insan dilini sevmezse nasıl insan olur? atina'da hakkımda romanımsı bir kitap yazan sofia çok hırslı bir kızdı. on yıl amerika'da, italya'da yaşamış, atina'da çok başarılı bir genç hanımdı. beni çok etkiledi, iki açıdan çok etkiledi. sofia, memleketini seviyor musun, dedim. "işte ege, yunanistan, ama yalçın, dünyanın en güzel dili benim dilim" dedi. çok kıskandım. bir insanın 'dünyanın en güzel dili benim dilim' demesi ne güzel bir şey...

    e.b.: ben de türkçe'nin dünyanın en güzel dili olduğuna inanıyorum. her şeyi söyleyebilen bir dil olduğuna inanıyorum. çok mutluyum.

    y.k.: benim türkçe konusunda iddialarım çok. hiçbir dilin öbür dillerden daha güzel olduğunu düşünmüyorum, ancak benim dilim de güzel. bana göre bu benim annemin dili olduğu için güzel. annem bana her şeyi bu dille öğretti. insan sevgilisiyle konuştuğu için güzel. öbür taraftan bakarsak, dilimizin inanılmaz güzel bir yapısı var. bana göre kaşgarlı çok çok büyük bir adam. bir milletten böyle bir adam nasıl çıkıyor, 1070'lerde böylesine düzgün, böylesine bilimsel bir kafa, inanılmaz. sevdiğim yazarları okurdum ve onlardan güzel cümleler kopya ederdim. benim dile sevgim öyledir. mesela sevgi'yi (soysal) çok severdim ben. yaşasaydı, çok büyük bir sıçrama yapacaktı, yazık oldu.

    ömer kükner: ben bir soru sorabilir miyim? ben hocayı çok eskiden beri tanırım. ama annesinden bu kadar bahsettiğine son dönemlerde şahit oluyorum. özel bir nedeni var mı?

    y.k.: benimle, kavgacı yanımla ilgili çok soru soruldu, o annemden geliyor. annem hep senaryo kurmuştur hayatta. bir de çok kötü, zor günlerde hiç moralini bozmadı. paris ve gebze'den döndükten sonra beni tanıyan bütün yakınlarımı çok şaşırttım, halbuki ben şaşırmadım, kendimi şaşırtmadım. hem annem, hem de babam ben sürgündeyken göçtüler. biri ankara'da diğeri de iskenderun'da yatıyor. yakınlarım çok şaşırdılar, mezarlarına gitmedim, ama "ben onları, toroslar'a çıkartacağım" dedim. çok yakında yapacağım bunu...

    o en yüksek toroslar'a, beni bir kez babaannem götürmüştü. sonra köyün yaşlılarıyla da çıktım. küçük efendi dedemin mezarına, iki yaşındayken götürmüştü babaannem, bu yakınlarda oralara gittim... babaannem bir gün bana, "çalışkan oğlum, şahbaz oğlum, gel gidelim dedenin mezarını temizleyelim," demişti. ben de gitmiştim, mezar çamların arasından akdeniz'i görüyordu. sonradan, annemle babamı da oraya götüreceğim, dedim. iç asya'dan geldiler, akdeniz'i görsünler istedim. şimdi herkes, ölü adam nasıl görür diye çok şaşırdı. ben göreceklerine inandım. sonradan büyüklere gittim, "yok, küçük efendi dedenin mezarının yerini biliyoruz ama o denizi görmez." dediler. israr ettim, şimdi oraları buldum, onları oraya götüreceğim. o da benim iç asya'ya bağlılığım.
  • sabetay olmanin kotu bir sey olduguna karar verdi, butun ulke de buna karar versin istiyor simdilerde... nedense bazilarini da inandirdi, sozlukte bile var sabetay dusmanlari, ne oldugunu, ne demek oldugunu bilmeden saldiriyorlar, nefret dolu kusaklara yenilerini ekleme basarilari hepimizin gozlerini yasartiyor "hoca"nin...
  • (bkz: antika)
  • 1970-80'lerde yazdiği aydin uzerine tezler ve turkiye uzerine tezler adlı toplam 10 cilti bulan eseri okunmadan anlaşılması mümkün olamayan insan. ne yazık ki hayatında sadece hürriyet, milliyet okumuş insanlar tarafından sadece gazete küpürleri aracılığıyla tanınmıştır. bu yüzden de birçok insan tarafından faşist, anti-semitik zannedilmiştir. tarihi ve güncel siyaseti yorumlamak ve onlardaki boşlukları görerek doldurmaya teşebbüs etmenin neresi komedidir? sabetayizm diye bir şeyin olduğunu sabetayistler bile kabul etmişken küçük'ün saptamalarının kime ne zararı vardır? bu meseleleri 16. yüzyıldan bu yana sadece bu adam yazmadı ki. mesela avram galanti'yi ya da gerhard schloem'i okuyanlar küçük'ten önce de kimlerin sabetayizmi ve sabetayistleri deşifre ettiğini bilirler. ama orijinal fikre alerjisi olanlar, tarihi, edebiyatı ve siyaseti gazeteden ve tv'den takip edenlerin ise bilgisi kendine sunulanlar olacaktır. sabetayistlere ırksal, dinsel nedenlerden düşman olsa behice boran'la olan dostluğu nedir o zaman? ne iduğu belirsiz bir dergide yayınlanan bir yazısı şimdi mi problem oldu?

    kendisini haklı olarak alev alatlı hoca, aydin despotizmi başlıklı kitabında, latife tekin isimli şahıs yüzünden, "varolanları yok edip yok olanları da var ettiği" gerekçesiyle tarihsel ve edebi çerçevede (küçük'ün dediklerinin niye yanlış olduğunu ispat ederek yani işkembeden atmadan) eleştirmiştir. iyi de yapmıştır, zira en azından eleştiriye bir model teşkil eder.
  • kendisinde set halinde bej rengi sapka ve kirmizi kaskol oldugunu dusundugum kimilerine gore ustad kimilerine gore degil.
  • murat mentes ile 2002 tarihli baska bir roportaji, kaynak http://www.netpano.com/

    --yazılarınızda türkiye’yi yöneten kadroların en azından bir kısmının yabancı servisler tarafından ‘kazanılmış’ olduğunu öne sürüyor; büyük holding patronlarını uluslararası sermayenin temsilcisi olarak niteliyor; bazı gazeteleri ‘amerikan politikalarını türkiye kamuoyuna şırınga eden iletişim üssü’ olarak tanımlıyorsunuz... okuyanlarda bir şok etkisi oluşturmak için mi bu kadar abartıya başvuruyorsunuz yoksa durum gerçekten de bu kadar vahim mi? bu devlet bu kadar sahipsiz mi?...

    en azından 4-5 yıldır abd’deki yıldızların eksik olduğunu söylüyorum. buraya israil’i, büyük britanya’yı ve bizi koymak lâzım. ‘bu devlet bu kadar sahipsiz mi?’ ben bu deyişi anlamıyorum. bir sahibi var!

    --sahibi var ama...

    ..biz değiliz!... bu toprakların insanları değil, öyle görünüyor. bana entelektüel, politik görevlerin hepsini tarih verir; yaşadıklarım verir. bana ‘neden sabatayizmi daha önce çıkartmadın’ diyorlar. çıkartamazdım. çıkarsaydım da bugünkü kadar inandırıcı olmazdı. ama sabatayistler de planlı olarak mı kendilerini açıklıyorlar. dünyadaki bu gelişmeler; ismail cem’in dışişleri bakanı olması; kemal derviş’in getirilmesi bir gösteri mi? ben, şu yeni çıkmış, ısmarlama kitapta yazılan, ismail cem’in bir sabetayist olduğu açıklamasına bakıyorum... kitapta bir de derviş ailesi üzerinde duruyor. ve bu kitabı yazan adam şimdiye kadar sadece turistik kitap yazmış..

    milli güçler lâfı sıkça duyulmaya başladı. geçmişinde yabancı servislerle dolaysız ilişkilere kadar bir çok karanlık yön bulunan gruplar bile bugün millî güçler adına söz alıyor. sizce bu konuda kuşkucu olmak; kılı kırk yarmak mı doğru; yoksa böylesine sıkıntılı bir dönemde her ne olursa olsun türkiye’nin bağımsızlığını savunan herkesin bir araya toplanması mı önemli?

    ben bu konuda iyimser değilim, çünkü öyle bir toplanma görmüyorum. görebildiğim, başka ülkelerde de olan sınıf mücadelesinin gerilemesi; dünya işçi sınıfının grev yapmaması; sendikaların zayıflaması... her kurtuluş hareketinde bu olur. bizim kurtuluş hareketimiz her ne kadar öbürleri gibi olmasa da, nihayet imparatorluğun varisleri olsak da bizde de bir cihad vardır. bu çok doğaldır, çünkü halk hareketidir, ne kadar halka gidersen git, halk dindardır. o ulusal değerlere bağlılığa düşkündür.

    işçi partisi kuvayı millîye söylemini kullanıyor. son olarak devlet bahçeli ile ilhan selçuk’un buluşması haberleri de yine aynı bağlamda yansıtıldı.

    işçi partisi ayrı ama bir defa devlet bahçeli bağımsız bir insan değil. hiçbir şeyi temsil etmiyor. işçi partisi mhp tabanı için ‘bize yakındır’ diyor, bunda bir bilimsel gerçeklik var. tabanın radikal olması ve ideolojinin zayıflamasıyla ilgili. ilhan selçuk hiçbir şeyi temsil etmiyor türkiye’de. ve devlet bahçeli’yle ilhan selçuk zannettiğinizden daha yakın insanlar. nedenini sormayın. burada önemli olan nokta, türkiye oligarşisinin olağanüstü ürkek oluşudur. cnn amerikan televizyonu, nazım hikmet’le ilgili yayınlar yapıyor. oligarşi yalanla bir nazım imajı yapıyor. aynı şekilde ilhan selçuk’u sürüyor. eğer bir ulusalcılık, bağımsızlık etrafında halka dayalı ve kendisini islam’da ve öbür tarafta gören insanlarda bir yaklaşma varsa, bunların yaptıkları bunu bozmak içindir. türkiye’nin artık devlet bahçeli’den de ilhan selçuk’tan da hiçbir hayır beklememesi lâzım. tekelistan’da da söyledik, oldum olası cumhuriyet gazetesi semitik bir gazetedir.

    --28 şubat’ın, sonuçları itibariyle, dindar kitlelerin devletten soğutulmasına, yabancı iklimlerden esecek çözüm rüzgârlarına bel bağlamaya itilmelerine yol açması mazur görülebilir mi?

    bir defa ben 28 şubat’ı öyle kemalizm’e dönüş olarak görmüyorum. 28 şubat’ı abartıyorsunuz. 28 şubat’ı çok destekleyenler de abartıyor. ben öyle değilim. ben türk silahlı kuvvetleri’ni, çok önemli işlevler yapmakla birlikte eksojen faktör değil; endojen faktör olarak görürüm. türkiye’nin 1956’da kemalist olduğunu söylüyorum. bu kemalizasyon’un nedenleri içinde de said-i kürdi’nin çıkması; menderes’in çıkması; aydın ve öğrenci muhalefetinin olması gibi nedenler vardı. aydın muhalefetinde turhan feyzioğlu öğrenci muhalefetinin başında da ben vardım. 28 şubat’la biz boğulduk. türkiye aydını, türkiye sol’u ve islâmcılar boğuldu. şimdi islâm da sol da muhalefette.

    --peki nedir 28 şubat?..

    28 şubat bir defa çok kısa bir işti, belli bir noktaydı. bana göre islâm’a büyük yol açılmıştı, solu ortadan kaldırmak için. ama islâm aldı büyüdü, bir çok alanda da örgütlenme başladı. 28 şubat bu örgütlenmeye sınır koymadır. erbakan hoca da gücünü göremedi. bütün bu gelişmelerin kendisinden olduğunu zannetti. ve türk solu da bu hatayı yaptı. şimdi, 28 şubat diye bir şey yok. ben her zaman din özgürlüğünü savundum. benim sınıfıma öğrenciler türbanla girerdi. islâmcı kesim 28 şubat öncesindeki gibi, avrupa’yı da amerika’yı da israil’i de idare ederiz mantığından vazgeçerse kazançtır. erbakan hoca başbakan oldu, türkiye’nin tarihindeki israil’le en büyük anlaşmayı imzaladı. mhp geldi, imf ne istiyorsa yaptı. dolayısıyla benim 28 şubat’ı çok ateşli desteklediğim de doğru değil çünkü ben abartmadım ki ateşli destekleyeyim.

    --birkaç yıl önce bir yazınızda türkiye cumhuriyeti’nin kuruluşu aşamasında ortaya çıkan kemalist-enverist ayrışmasının halen geçerli olduğunu; hatta devlet yönetimindeki kadroların bugün enverist çizgiye daha yakın olduklarını öne sürdünüz. hâlâ aynı düşüncede misiniz? bu çizgilerin günümüzdeki temsilcileri kimler, hangi gruplar?

    efendim, çok garip, ben bunları yazdıktan sonra enver’in mezarını getirdiler. resmi televizyon artık sarıkamış’ı ihanet olarak göstermiyor. benim yazılarımda da var, bir büyük insan sarıkamış’la özdeşleştirilip mahkûm edilemez. birinci nokta budur, sırlar kitabımda da bunu söyledim. hangi güçler var sorusuna gelince, bir defa türkiye tekelleri artık bu bölgeye sığamıyor, yeni nüfuz alanları istiyor. 1999 yılına kadar birkaç yıl boyunca tamamen iç asya’ya gideriz dediler, 99’dan itibaren oligarşi avrupa tercihini yaptı. birtakım sınıfsal tekeller var, bunlar da bugün enverizm yapıyorlar. türk sağı, türk islâmcılar’ı abdülhamit’i severdi, niye sevdiğini bilmezdi. ben onun büyük bir modernist prens olduğunu yazdım. abdülhamit ikiye ayrılır: biri mustafa kemal’dir, biri enver’dir... kök ordadır. ikisi de konstraktiftir yani yapıcıdırlar. ama, kemal paşa dar bir alanda devleti kurmak istedi. enver’in amacı imparatorluğu doğu’ya kaydırmaktı. buraya gelince dostum doğu perinçek’in avrasya dediği proje var. ben avrasya’nın bir dostluk ilişkisinden öteye gitmesini mümkün görmüyorum. bir de benim doğu birliği projem var. net olarak suriye, irak, iran, ermenistan’ın da dahil olduğu üç kafkas devleti, bulgaristan, yunanistan ve kıbrıs’la birleşik devlet. enverizm’in ve diğerlerinin hepsinin arkasında şu görüş vardır; anadolu’da bu devleti yaşatmak zordur. bir kısmının görüşü kimliğini de kaybetmiş olarak avrupa’ya gitmektir. ki benim avrupa birliği’ne temel itirazım kimliğimi kaybetmek istememem. avrupalı olmak istemiyorum.

    --tekrar soruya dönersek enverizm taraftarı belli bir grup sayamıyor muyuz? ya da hepsi desteklenecek diye bir şart yok mu diyorsunuz...

    enverizm her yerde her sınıf ve örgütte olabiliyor. ama mesela ben türk solu’yla teşkilât-ı mahsusa üzerine de tartıştım. teşkilat-ı mahsusa enver’in doğu birliği için kurduğu ihtilâl örgütüydü. tabiî ben de duygusal bir adamım. son olarak memleketime gittiğimde dayımdan öğrendim benim dedem de teşkilât-ı mahsusa’danmış! bu direnişi onlar yaptılar, kurtuluş savaşı büyük ölçüde buydu. enverizm’in bugün böyle bir örgütü yok, dolayısıyla teşkilât-ı mahsusa’yı mit’le, kontr-terörle özdeşleştirmek son derece yanlıştır.

    --28 şubat’ın sadece yerel laik güçler tarafından gerçekleştirildiği söylenebilir mi? 28 şubat’ın oluşumunda hangi faktörler etkili olmuştur?

    28 şubat’tan önce ben paris’teydim. bir trimvua kuruldu, bir üçlü var dedim. ittihat terakki günleri gibi bir yeni parti türkiye’yi yapıyor dedim. üç ismi de verdim; dışişleri bakanlığı müsteşarı onur öymen; o zamanki mit müsteşarı sönmez köksal ve o zamanki genelkurmay ikinci başkanı çevik bir. 28 şubat’ın planlamasını yapan bu üçünden en az ikisi sabetayisttir. yüzde yüz demiyorum o yüzden isim sormayın.

    28 şubat’ın aydınları ve solu boğan atmosfere karşı bir çıkış sağladığını söylüyorsunuz ama bir yandan da ta fransa’dan bu insanların sabetayist olduğunu söylüyorsunuz.

    tabiî ki örtüşüyor. o zamanlar ‘restorasyona hazırlıyorlar, çok ileri gittiler, biraz sınırlayacaklar’ demiştim. sol da çok benimsedi, mesut yılmaz da çok kullanır bu restorasyon lâfını. bu şudur; tekeller ileri gittiler ve bir noktada tutulmaları gerekiyordu. ki, tekellerden birisi olarak da islamcı hareketi görüyorlardı. bize göre islâmcı hareketi bazı işleri yaptırmak için kullanıyorlardı. bu kullanma bittiği zaman, olan kendi içinde bir gevşemedir. 28 şubat’la ilgili, erbakan hoca çok ısrarlı ve istikrarlı bir tutum izlemedi, dağıttı. amerika 11 eylül’e kadar, türkiye’deki oligarşi arap yanlısı olmayan bir islâmcı hareket geliştirmeye çalıştı. tesadüf değildir 50’li yılların ortasında sıkıştığı zaman menderes’in said-i kürdî ile çıkması. said-i kürdî’nin özelliği anti-arap olmasıdır. bu haliyle cumhuriyet’in kuruluşundaki ideolojiyle özdeştir. fethullah gülen’in özelliği de budur. ikinci nokta hem islâmcı kesim hem sol, türkiye’yi en azından benim yaptığım gibi teorik, bilimsel yasalarla görmek istemiyor. ben yasalarla görüyorum. ne diyorum? mesela, şu bir yasadır: trt genel müdürü olmak için sabetayist olmak lâzım. doğru olup olmadığını anlamak için pratiğine bakacaksın. adnan öztrak’tan, ismail cem’e, cem duna’ya kadar soracaksın; niye bu adamlar oldu?

    siyasette gizli yasalar var yani?

    kesin. her büyük devalüasyon türkiye’de rejim değişikliğine neden olur. 1946 devalüasyonu 4 yıl sürüyor, dp iktidara geliyor. 1958 devalüasyonu sonunda 60 ihtilâli oluyor. ağustos 1970 devalüasyonu 71 mart; 24 ocak kararları 12 eylül. 94’te de var ama asıl önemlisi 2001 şubat. rejim değişti. arkadaşlarınız bunu görsünler; böylece 28 şubat da bitti! 2001 şubat’ından önce yolsuzlukların peşinden giden adamlar yüceltiliyordu; şimdi onları hapse atacağız. tantan’ı, temizel’i hapse atacağız. genelkurmayımız bunlarla hiç ilgili değil. sezer orada tek başına. dgm’den aldılar bu suçların yargılanmasını, genelkurmay ‘bizi ilgilendirmez’ dedi. devalüasyondan önce ilgileniyordu ama... bu bilimseldir.

    --öyleyse, devalüasyonların birer operasyon olduklarını öne sürebilir miyiz?

    onlar ayrı, kaçınılmazdır, başka yolları vardır, sistem gereğidir gibi... ama, millî güvenlik kurulu’ndaki anayasa kitabı tartışmasını ecevit ve arkadaşları hazırladı.

    geçenlerde derviş de “o tartışma olmasa da kur sistemi çökecekti” dedi.

    duymadım, ama tecrübesiz bir cumhurbaşkanımız var ve ne yazık ki tecrübe kazanmaya da yatkın görünmüyor. iyi niyetli görünüyor. yanına aldığı ve en azından bir ikisini sabetayist olarak teşhis ettiğimiz teknisyenlerle bir mücadele vermeye kalkıyor. iyi niyetini alkışlarız, ‘sağolsun’ deriz, başka bir şey söylemeyiz. ahmet necdet bey de yanındakiler de olayların içyüzünü görebilecek durumda değil. bülent bey de çok parlak bir politikacı değil ama yıllardır bu oyunlarla yaşamış. adnan bey (menderes) çok iyiydi bu oyunlarda ve biz o zaman bir zam yapılınca meselâ ‘acaba ne olacak?’ derdik. şehir hatları vapurlarından birisi boğaz’da bir yalının üzerine giderdi, zam değil yalı konuşulurdu. 28 şubat’ı en fazla önemseyen, neredeyse bir devrim haline getiren aydınlık dergisindeki arkadaşlardı, şimdi onlar da yapmıyorlar.

    --medyanın tavrına ne diyorsunuz? güce olan bağımlılıkları mı medyayı bu alanda aktif mücadele içine soktu?

    erbakan hoca o kadar hata yaptı ki... bedelsiz ithalat yaptı, yani vehbi koç’un otomobiline rakip getirdi. aynı zamanda ‘malezya’dan otomobil getireceğim’ dedi. kendi altındaki sandalyeyi çekmiş oldu. yoksa, 40 yıl tutarlardı başka şeylere rağmen. tıpkı, keçeciler’in konya mitinginden dolayı 12 eylül’ün müsebbibi olarak gösterilmesi gibi erbakan’ın başbakanlık konutu’ndaki tarikat yemeği... ama asıl sebep, çiller’le beraber koç ailesi’ne ve bütün otomotiv sanayiine karşı hiçbir gücü yokken savaş açmasıydı. gitmeye mecburdu. dolayısıyla 28 şubat, ihtilâl falan olacakmış... bunlar hikâye. eğer gerçek hayat dergisi çevresinde de 28 şubat’ın çok önemli olmadığını söyleyenler varsa, ben de böyle diyorum.

    ---11 eylül sonrası gelişmelerden türkiye’deki liberal, demokrat, islâmcı unsurların nasıl etkilenecek sizce?

    bir defa islâmcı kesimin güvendiği dağlara kar yağar; yağdı da zaten. bu aynı zamanda benim sevgili kürt kardeşlerim için de doğrudur. liberaller için ne diyeceğimi bilemiyorum doğrusu, türkiye’de liberal var mı? demokratlar ise abd’ye bakacaktır. ama bütün dünyada amerikan yaşam biçimine karşı sesler yükselecektir. dikkat edin, sovyet zamanında bile amerikan sistemine amerikan insanına karşı bu kadar reddiyeci bir eleştiri yoktu. hiç ummadığınız suudi arabistan’da bile, abd karşıtı gelişmeler oluyor. humeyni zamanındaki iran’da bile liderler amerika’ya bu kadar “kuş beyinli” demediler. sol da kendisini tazeleyecektir. komünist manifesto’yu okuyacaktır. burjuvazi ileriymiş, özgürlükçü, yenilikçiymiş... görecektir.

    -------amerika neler yapacak?

    bugün, o adadaki, afganistan’dan alınıp götürülenlere yapılan muamele dünyanın hiçbir yerinde hayvanlara bile yapılmaz. fakat, görüyorsunuz, amerikan toplumunda hiçbir tepki yok. işte bunun dünyada yaratacağı bir tepki var. amerika isterse afganistan’a gitsin, isterse gürcistan’a gitsin ama önemli olan kendi memleketinde, sovyetler’in en güçlü olduğu zamanda bile fiske atamamışlardı amerika’ya kaç yüzyıldır? en büyük binaları yerle bir edildi ve o yerle bir edilmenin karşısında çok korkak, rafsancani’nin dediği gibi “bütün liderleri kuş beyinli” çıktı. öldürülen gazetecinin yahudi olduğunu saklayabilen bir yapı, hiçbir yerde sızmıyor. ancak israil övünmek için söyleyince ortaya çıkıyor.

    ----bu durumda sol ne yapmalı?

    sol 50’leri 60’ları, 70’leri... hepsini yeniden değerlendirmek zorunda. ayrıca, emperyalizm tek başına bir ekonomik teori değildir. ideoloji çok daha önemli bir plana geldi ve emperyalizmin orduları hareket halinde. bir yandan da, görüyorsunuz; şekerim, canım... böyle konuşuyor ve bütün bir ağ var. adam 15 günde geliyor, istediği yasayı geçirtiyor. ben kemal derviş geldiği zaman sabetayist olduğunu söylediğimde kim bana “yalçın küçük doğru söylüyor”, dedi? kanal 7 mi, yeni şafak mı, milliyet mi, hürriyet mi? hepsi bir yalan söylediler, şimdi kendileri kabul ediyorlar. bir adamı alacaksın oraya, kemal atatürk’ü övüyorlar, biz de övüyoruz, onun oturduğu masaya oturtacaksın... ve adam, ariel şaron geldi, onunla tek başına konuştu. türk devlet nizamında hiçkimse tek başına konuşamaz. ama adam istediği zaman tel aviv’e gidiyor. benim görebildiğim şudur: türkiye iki nüfuz bölgesine bölünmüş vaziyette. iskenderun-samsun hattının batısını avrupa birliği; doğusu amerika... bu kadar benim söyleyeceğim.

    ---sizce derin devleti hangi güçler oluşturur?

    ben derin devlet lafını doğru bulmuyorum ama şöyledir; buna her devletin içinde belki bir örgüt olarak değil teorik olarak düşünebileceğiniz devletin uzun dönemli aklını temsil eden; bir anlamda daha tutucu; daha şiddetli bir yer vardır. bunun en önemli örneği şudur: herkes, hükümet de kıbrıs sorunu yok dediği zaman hürriyet gazetesi, sedat simavi ‘kıbrıs sorunu var’ diyordu. palikaryalar (rum kabadayısı) bütün bunları yaptı. kimdi bu? devletin içindeki bazı servislerden bağımsız mıydı? hayır. ama buradan sabatayizm’e geçecek olursak kıbrıs meselesini çıkartan da onlardır. gayet açık. 6-7 eylül olayları çok açık. ama onun ötesinde bir yerde seferberlik dairesi, kontr-gerilla olur, korkut eken olur... bunlar değil. kimdir bu? kronikey aktarıyor, kennedy, ‘beni yahudiler öldürecek’, demiş. derin devlet odur. çünkü, bütün 1945 sonrası amerikan politikasında, ki ben o zaman yale üniversitesi’ndeydim, kennedy farklı bir ses çıkarttı ve çıkarttığı anda da öldürüldü. derin devlet daha vurucudur; hukuk ve meşruiyet önemli değildir.

    ---cumhuriyet döneminde hangi isimler hak etmedikleri şöhreti kazanmış hangi isimler de hak etmedikleri halde bir kenara itilmişlerdir?

    geliştirdiğim sekiz kriterle bir insanın sabetayist olup olmadığı ortaya çıkıyor. çok önemli adamlar çıkıyor ortaya. örneğin, bir profesöre profesör olacağı zaman dönemin mit’i ‘bu müslüman değil’ demiş. doğramacı için. e diyoruz ki mit yanılabilir. ama başka kriterler de var. ben daima 1967 israil-arap savaşı’ndan sonrasına getiriyorum. bir adamın bütün ömrünü solla amansız bir mücadeleye adamış olmasına dikkat ederim. şimdi kriterlere bakınca meselâ naim talu, başbakan oldu. hiçbir özelliği yok. sıradan bir masa memuru. 100 metre koşmamış, iyi yüzmemiş, basket oynamamış, şarkı söylememiş, manken olmamış... hiçbir özelliği yok. ancak sabetayist olursanız oluyor. ismail cem sıradan bir fıkra yazarıydı. hiçbir özelliği yok. akrabası abdi ipekçi’nin fıkra yazarı yaptığı birisi. cnn’de birkaç defa gördüm, ingilizcesi de kötü. bu adam trt genel müdürü oldu, dışişleri bakanı oldu... her gün bir başarısızlıktan bir başarısızlığa gidiyor türk dışişleri... liste çok uzun...

    hepsi birbirinden yeteneksiz...

    soru soracağız; bu muhteşem (kanunî) ne yapmıştı da muhteşem denildi? zaten ona biz muhteşem dememişiz; acaba tarihimizde iyiyi kötüyü, yüceyi alçağı başkalarına göre mi tespit ediyoruz? ayyaş demişiz selim’e... kıbrıs’ı almasıyla ilgili bir şey mi gizledik? her şehzade de içer osmanlı’da, o daha sonra bir daha hiç içmemiş. acaba biz kıbrıs’ın yahudiler’e vermek için alındığını gizlemek için mi adama ‘şarapseverdi de kıbrıs’ı aldı’ dedik. bir tarih böyle mi yazılır? başka şarap, şarapçı mı yok? şunu çok iyi bilmek lâzım, çok yakın zamana kadar siyonizm’in istediği toprak kudüs değildi; en çok istediği yer kıbrıs’tı.

    tarihi ben mi yazıyorum başkası mı yazıyor? benim sorunum bu. bu tarih benimse ben yazacağım; bernard lewis yazmayacak bunu...

    ---türk aydını ülke sorunları konusunda sorumlu davranabiliyor mu? ülkenin yaşadığı sorunlarda aydınların payı var mıdır, nedir?

    türk aydınını bir yandan kısır bulurum, üretken değildir; bir yandan da çok özverili bulurum. bütün olumsuzluklara rağmen türk aydınının sorumluluğu çok fazladır, aydın olmak da budur. ama 1900’lerdeki aydınlar inanılmaz bir şey. bana göre dünyada üç aydın tabakası çıkmıştır ve bunlar da o deyimleriyle literatüre geçmiştir; jakobenler, narodnikler ve jön türkler. jön türkler teorik derinliğe sahip değiller ama müthiş bir sevgi; yenilmek bilmiyorlar. avrupa, ‘biz sizi burada istemiyoruz’ denilince ‘güçsüzüz’ demiyor, ‘peki’ demiyor bugünkü gibi. ‘tamam’ diyor, ‘ben bunu bir tepsi gibi alır başka yere götürürüm’ diyor. enver’in bu tarafı var. akçuralı yusuf... kazan’dan geleceksin; şeref vapuru’yla sürüleceksin, harbiye’den atılacaksın, paris’e gideceksin öbür taraftan geri geleceksin... inanılmaz bir şey. gittikleri zaman 50 yaşlarında. şimdi kaç kişi var 50 yaşında yeni bir mücadeleye başlayacak?.. ama öbür taraftan da herşeyi dışarıdan bekliyor düşünce alanında. bense dışardan hiçbir şey beklemiyorum. mesele budur. chomsky derdi ki ‘russel batı’daki son aydındır’. ben, ‘chomsky yanlış söylüyor, son aydın chomsky’dir’ derim. bana göre sartre aydın değildir, chomsky aydındır. bir aydının her davranışı bizim kafamıza uymaz. şimdi ilk defa gerçek hayat’a söylüyorum: ey türk aydını, sabetayist değilsen, ağzınla kuş tutsan türkiye’de ünlü olamazsın! ün nedir? ün, varoş kızlarının tutkusudur, bir aydın ünlü olmak istemez. ünden kaçar. benim en önemli bulgularımdan birisi, orhan pamuk’u çıkartmam. paris’te beş yıl dilbilim çalıştım. h sesini düşür; kimse orhan demez ki oran der ve oran ismi onlarda da vardır. türk aydınına diyoruz ki; bir: kendi kafanla düşüneceksin. iki; senin bir defa ünlü olmak gibi bir sorunun yok, özverili bir aydın tarihin var. şimdiye kadar paris’te eğer yahudi lobisine teslim olmazsan ünlü olamazsın diyordum, şimdi diyorum ki; ünlü olman mümkün değildir! bugün eğlence, tiyatro alanında 100’ünden 95’i sabetayisttir; bu düzenin romancı diye empoze ettiği kadınların çoğu sabetayisttir; hiçbir yetenekleri yok, türkçe yazamıyorlar. buna isyan etmeyecek miyiz? sabetayist bakanları da sadece dsp kontenjanında aramayalım. var mı bakalım mhp’de? arayalım. var mı bakalım anap’ta? bilimsel olalım...

    ----kemalizm’in bugünkü tanımıyla atatürk’ün fikirleri arasında ne gibi farklar var?

    kemal paşa zamanında bir takım pratikler vardı, kemalizm’in adı yoktu. 1950’li yılların ortasında, çok büyük vaatlerle gelen menderes ciddi bir aydın muhalefetiyle karşılaştı. buna çare olarak said-i nursî’yi çıkarttı, bir de kürtler’e göz kırpmak için şeyh sait’in torununu milletvekili yaptı. aydın muhalefeti, öğrenci muhalefeti de bir kenarda olan ismet paşa’yı öne çıkarttı. paşa o zamana kadar kemalist değildi, zaten kimse kemalist değildi. kemalizm olsa, atatürk’ün yasası çıkartılmazdı. kemalizm kodifiye edildi. nedir? bir: büyük devletlerden uzak olacaksın. iki: büyük sermayeden uzak olacaksın. üç: dinle mesafeli olacaksın. bugün bunun üçü de yoktur. dolayısıyla 28 şubat’ı kemalizm’e dönüş olarak görmek bilim dışıdır.

    ----dinle mesafeli olmak dışında diğer iki koda uymuyor...

    hayır, ona da uymuyor. iki üç ay önce millî güvenlik kurulu’na rapor sunuldu ‘tarikatlarla temas ettik’, diye. yunus emre’yi bir düzen kendi ideolojisi haline getirirse zaten laisizmden yavaş yavaş ayrılıyor demektir. iyi mi kötü mü? şimdi meselâ gerçek hayat’ın eski sayılarından birinde işte cemil meriç’i görüyoruz. cemil meriç’i ne kadar islâmcı sayarsın? arada bir yerdedir.

    ---milli görüş hareketinde bölünmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?.

    tahrik edilmiş bir bölünme olarak görüyorum, birinci tarafı bu... ikinci tarafı bir hareket, güçlükle karşılaşınca, hareketin içinden bir kısmı bir eğri çizerek gitmek ister. bu eğri çizerek giderse, böyle çevirerek gider hedefe ulaşırsa başarılı olur. ulaşmazsa hain olur...

    ana damar zayıflamış görünüyor ama bu islâmcı kesimin tazelenmesine neden olursa, yapmış olduğu bu denemelerin verimini tartmasına; verimsizleri görmesine neden olursa çok yararlıdır. çünkü bu türkiye devam edecektir. benim iç savaş dediğim 30 yılda sol bir yükseliş denedi, islâm bir yükseliş denedi, kürt istekleri bir yükseliş denedi... bunların hepsi resmi lâfı kullanacak olursak ‘yenildi’. ama öyle bir yenilme ki, kim yendiyse o yenerken çok çok zayıfladı. sol ve islâmcı kesim dışındakilerin yaratıcı bir düşünce kanalı yoktu. bugün türkiye üretkenliğini yitirmiş vaziyettedir. bugün türkiye hiçbir şey üretmiyor, hiçbir şeyi tartışamıyor; hiçbir yeni kadro çıkartamıyor. eğer sen, benim adamlarım dünya bankası’nda çalışıyor diyor ve çözüm için dışardan türkiye’de hiçbir deneyimi olmayan ve bir zavallı imf memuru getirip sana ne dikte ederse, onunla konuşuyorsan türkiye tükenmiş demektir. durmadan işlevsiz üniversiteler yapacaksın; televizyonlarında hiçbir sunucu iletişim fakültesinden mezun olmayacak.. bu da bir tükenmedir. bir memleket nasıl tükenir? mafyaların yatak odalarından çıkıp da sunucu oluyorsa kadınlar... tek kriterse şarkıcı olmak için... öyle bir hale geldi ki, şike meselesinde de görüyoruz, bir kadın çıkıp ‘onunla yatıyorum’ diyor. çünkü o bir doktora! doktora! üniversitenin üzerinde. susurluk sanıklarından biri içeri girdi, birkaç kadın açıkladı... tükenme budur. eğer sen mustafa kemal’le övünüyorsan, onun girdiği odasına amerika’dan adam getiriyorsan; işadamlarını başbakanlık koltuğunda oturtup basın toplantısı yaptırıyorsan tükenme budur. başka ne olacak? her gün avrupa’dan türkiye aleyhine en ağır kararlar çıkıyor.

    -----yine de ‘dayak yiyenler’ için bir imkân doğuyor diyorsunuz?

    benim buraya yakın bahçeli evimde fasulye yetiştiriyordum. her sabah suluyordum. su veriyorum veriyorum fasulye vermiyor.. sonra bir gün oradan geçen beni seven halktan bir insan ‘hocam yanlış yapıyorsun. fasulye de bütün bitkiler gibi öleceği zaman verim verir’ dedi, ‘neslini devam ettirmek için’... ‘suyunu kes’ dedi. ‘çok az ver’ dedi. şu anda bütün bunlar da böyle, o kadar... suyumuz kesildiği zaman verim vereceğiz. yaratıcı düşünce budur. çabalarımızın hepsi budur.
  • yeni harmanda popstar hakkında yorum yapması istendiğinde yine ikinci cümlede sabetaycılardan bahsetmeye başlamış, sanırım takıntılı kişilik. ancak paranoyak olması takip edilmediği anlamına gelmez.
  • gercek hayat dergisinden bekir fuat ile gorusmus... derginin ne oldugunu bilmiyorum, ama yalcin kucuk'un ne oldugunu bilenler icin bir yeni kanit, bilmeyenler icin de iyi bi paranoyak analizi...

    prof. dr. yalçın küçük: bu ülkeyi soysuzlara bırakamayız.

    prof. dr. yalçın küçük ilginç ve beklenmedik çıkışlarıyla türk solunun en çok konuşulan isimlerinden biri oldu. 1985’ten bu yana kırmızı kaşkolunu çıkartmadı, apo ile dostluğunu inkar etmedi, tarih ve aydın üzerine aykırı tezler ortaya koydu, adıyla anılan bir sol fraksiyon var... geçmişte apo’yla suriye’deki kamplarında görüşerek şimşekleri üzerine çeken prof. küçük son yıllarda sabatayistleri deşifre etmesiyle adından söz ettirdi.

    sabatayistlik ve yahudi lobileri karşısındaki duruşunuzu bir yana bırakırsak nasıl bir yalçın küçük portresiyle karşı karşıyayız?
    insanın kendi portresini çizmesi çok zor. ama bu soru da benim açımdan sevindirici. çünkü ben bu çalışmalarla tanınmak istemem. benim kültürümüzdeki, düşüncelerimizdeki sapmalarla ilgili mücadelem eskidir. mücadele ve devamlı savaş halinde bir insanım. bir de öcalan’la görüşmem gündeme getirildi hep. ben bu görüşmenin gerekli olduğuna o zaman da inanıyordum, şimdi de inanıyorum. ama bazen kendime yalçın küçük sana mı düştü bu iş dediğim de olmuştur.

    gerçekten öcalan’la görüşmek size mi düştü?
    evet, çünkü hiç kimse yapmadı. keşke birisi yapsaydı, ben başkasının yaptığı hiçbir işi yapmadım. ben hep yapılmayan işleri yaptım. aydın, sınırlarda yaşayan adamdır. her şeyin sınırında.

    pkk’nın mesajlarını türkiye’ye, türkiye’nin mesajlarını pkk’ya taşıdığınız söyleniyor. böyle bir göreviniz var mıydı?
    bu sorunun cevabı benimle ilgili iddialarda var. abdullah öcalan imralı’da konuştuğu zaman yaşar kaya, diğerleri, hepsi... yalçın küçük konuşuyor dediler. öcalan’ı bozan yalçın küçük’tür dediler. benim böyle bir iddiam yok ama kan gövdeyi götürürken apo kardeşim dedim, kürtler kardeşim diyordum, kürtler de bunu böyle anladılar. bu sorunuz bugün beni çok sevindirdi. çünkü ben haklıyım, bütün bunları söyleyen ben barzani ve talabani’nin ibrani kökenli olduğunu, orda kurulmakta olan devletin bir kürt judaik devlet olduğunu söylüyorum.

    öcalan’ın yakalanıp türkiye’ye getirilişi sizi memnun etti mi? türkiye’nin lehine oldu mu?
    öcalan’ın getirilişinin türkiye’ye hiç bir faydası olmadı. o çizgimden zerre kadar dönmüş değilim ve kürt devletini bugün daha da yanlış buluyorum. öcalan buraya geldiği zaman da şu anda da, öcalan’a bağlı olan ne kadar güç varsa kuzey irak’da kurulmakta olan devlete karşı seferber etmek gerektiğine inanıyorum. ben bugün k. irak’ta iki kürt karargahına bombalı saldırı olduğu zaman yas tutan diyarbakır belediye başkanını siyonizme yakın görüyorum. o benim kürdüm değil. öcalan’a giden de benim, bunu söyleyen de benim. abdullah gül tıpkı diyarbakır belediye başkanı kadar acı çekiyor. hangi kavim nerde devlet kurmak istiyorsa bizim o kavmin devlet kurmasına karşı çıkmamız diye bir şey yok. biz amerikanın, israil’in himayesinde hiçbir hareketi desteklemeyiz, hepsini hain görürüz. ister türk olur ister kürt olur.

    öcalan’ın türkiye’ye getirilişinde sizin dahliniz var mıydı?
    yoktu, ancak cenk duatepe benim bacanağım olur. o zaman şam büyükelçisiydi. bazı kürt kaynakları iki bacanak bu işi ayarladı dediler. hikmet çetin de bütün sorun bu iki bacanaktan çıkıyor biri bir tarafa çekiyor, biri bir tarafa çekiyor diyordu. benim bu ayarlamada hiçbir rolüm yok. ancak şu olabilir, ben 1995’ten bu yana kanı durdurmaya çalışıyordum. çünkü benim açımdan kürtler alacaklarını almışlardı, hala da aynı görüşteyim, benim görebildiğim türkiye kürtlerinin bu yeni durum hariç, türkiye’den ayrılmak gibi bir vizyonları yoktu. 1995’ten itibaren bu işin artık hiçbir yararı olmadığını, bu silahlı çatışmanın iki tarafa da yararı olmadığını söylüyorum.

    şimdi kan durdu. siz de rolünüz bitti, öyle mi?
    benim öyle bir şeyim olmadı. ancak şu tarafı doğrudur, öcalan bu işi daha vahim taraflara götürmek istemedi. ben kürt olsam, bir kürt devrimcisi olsam, öcalan’ı çok beğenmem, fazla türkiyelidir, aşırı mustafa kemal hayranıdır. ve en beğendiğim yanı da kendi halkını çok iyi eleştiriyordu. karşılaştırmıyorum ama bizim paşamız, kemal paşamız gibi ‘ey türk sen şöyle en yüksek, böyle en iyisin’ filan demiyordu. daima alçaksınız, ezilmişsiniz diyordu. ben de tepkili olurdum sorularımda, hiç mi sevmiyorsun bu halkı derdim.

    cenk duatepe ile hala görüşüyor musunuz?
    tabii. cenk duatepe türk devletinin kürt politikasında en kritik zamanlarda en yüksek devlet memuru oldu. ve bana göre çok yanlış yaptılar. irak’taki bu devleti onlar kurdular. belki de devletin açıklanmayan, kağıda dökülmeyen gizli bir doktrini vardı, bu bir kürt devleti kurmak olabilir. ben şimdi bunu yazacağım ve bunu son derece tehlikeli buluyorum.

    öcalan’ı türkiye’ye kim hangi amaçla getirtti?
    öcalan’ı amerika getirtti. abd ve israil öcalan’ı bulunduğu yerden türkiye için çıkartmadı. israil’in ayakta kalabilmesi için büyümesi şarttır.

    bu pkk’nın meşrulaştırılması için söylenen bir gerekçeye benziyor..
    hayır, hayır, bu israil’in yaptığı iş değil. israil çıkarına amerika ile yapılan iştir. bakın 11 eylül olayında afganistan önemli değil, abd saddam’ı yakalamadan onurunun düzeldiğini düşünemez dedim. öte yandan hala israil için bir suriye savaşına ihtiyaç var. irak yetmez, türkiye ile urfa ile bağlantı kurabilmek için suriye şarttır. türk-islam sentezi de bir israil projesidir.

    türk-islam sentezinden kastınız ne?
    türkiye’yi osmanlı çevresinden koparmak. bugün islamcı kesim önümüzdeki yıllarda bana daha da büyük düşmanlık yapacak. çünkü ben islami tarikatların çoğunun içindeki adamların ibrani asıllı olduklarını daha da önemlisi hala ibrani olduklarını göstereceğim.

    sizin yazdıklarını okuyan kendinden de şüphe ediyor?
    ben bildiklerimin milyarda birini yazdım. şimdi kendi ailemde de ibrani’leri tespit ediyorum. benim en sevdiğim eniştem hiçbir kuşkum yok sabataist asıllı. ancak ben kimsenin ne asıllı olduğuyla uğraşmıyorum. ben gizli bir örgüt gibi çalışıp subaşlarını tutmaları, başka kimseyi geçirmemeleri ve bu ülkeye sadakatlerini yitirmiş olmalarıyla uğraşıyorum. yazısız anayasa var. ibrani kökenli olmayan cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü olamaz. işte derin devlet budur. derin devlet ibrani kökenlilerin devleti ele geçirmesinin adıdır.

    bu konuyu deşifre eden sabatayist ilgaz zorlu ve sizin çalışmalarınız tersinden sabatayistlerin birleşmesine ve daha da güçlenmesine vesilesi olmuyor mu?
    ilgaz zorlu sabatayizme karşı mücadele veriyor. onlarla kavga etti, onları ahlaksız buluyor. benim çıkışımsa israil’in oyununu bozdu. mesela israil cumhuriyetin kurucusunun yahudi kökenli olduğunu deklârasyona hazırlanıyordu. türkiye’nin çok önemli ölçüde yahudi inisiyatifiyle oluştuğunu deklare etmeye hazırlanıyordu. benim çalışmalarım bunları sekteye uğrattı.
    iki yalçın küçük çıkıyor karşımıza. biri entelektüel, aydın, yazar, diğeri karanlık ilişkiler içinde. yoksa siz mit ile ilişkili biri misiniz?
    bu ülkeyi soysuzlara bırakamayız. mit’in içinde gücüm olsun isterim. benim hangi karanlık ilişkim olabilir. devlet bana bir üniversiteyi bile çok görüyor. sonradan dost olduk, şevket eygi, benim için genelkurmay veriyor, yazıyor dedi. genelkurmay doğu’ya veriyor, bana niye versin? ben hiç kimsenin beklemediği şeyleri yazdım, son kırk yıl içinde benim yazdıklarımı çıkarın adam gibi hiçbir tartışma bulamazsınız. yalçın küçüğün çıkardığı yasalara göre ibrani asıllı olmayan dış işleri bakını olamaz diyorum.

    abdullah gül de mi ibranî asıllı bu durumda?
    çok büyük ihtimalle. ama her bilimsel yasa bir eğilim olarak vardır. istisnaları olabilir. siz bana, abdullah gül öyle mi demeyin, en yakın arkadaşınız hikmet çetin öyle mi diye sorabilirsiniz. ben size cevap olarak ikinci bir yalçın küçük yasasını koyarım ortaya. şu sırada amerika, ibrani bağlantısı olmayanları atamaz. eğer kürt görüntüsü varsa tercihen atar. biz bilimle çalışıyoruz, dolayısıyla benim karanlık görünmem çok normal.

    siz geçmişte aydın doğan’la aynı safta erbakan’a karşı 28 şubatı desteklediniz. şimdi ise erbakan’la aynı şeylere karşı çıkıyorsunuz...
    bir defa 28 şubatçılarla hiç birlikte olmadım. ama ben refah partisinin kapatılmasını istedim. çünkü erbakan iktidara geldi, türkiye aydınıyla gulu gulu diye alay etti. türkiye’de israil yanlısı üç büyük karar alınmıştır. bir, ismet paşa zamanında israil tanınmıştır. iki, erbakan hocanın başbakanlığında stratejik anlaşma yapılmıştır. üç, devlet bahçeli zamanında, arap kardeşlerimizin ezildiği zaman tank anlaşması yapılmıştır. ben söylediklerimden hiçbirini geri almıyorum. bizim dine karşı saygımız var. ama din esasına karşı bir devlet istemiyoruz. fransa’da yahudilerle komünistler işbirliği yaptı, o zaman ezene karşı onlar eziliyordu. ben şu anda islâmın bir kısmıyla işbirliği yaparım çünkü eziliyorum. erbakan iktidarda olduğu zaman ben işbirliği yapmam. ölüm oruçları vardı. adalet bakanı şevket kazan ‘bu gece kadir gecesi’ dedi. ‘istediklerini kabul ediyorum.’ bakın orada ölümlerine ağladığım insanlara hayat veriyordu ama kamu kararı kadir gecesine bağlanamaz. o meşhur andıç’taki üç adamdan biri benim. ben aydın doğan’lar, şunlar bunlar, hem kanal d, hem atv bana teklif etti, paris’ten beraber gelelim dediler. hayır dedim. sonra sizin benimle ilgili bir yanlışınız var. aydın doğan’ı şunları bunları eleştirmeye yeni başlamadım. biz hep savaş ediyoruz.

    refah-yol’un yıkılmasında da israil’in büyük etkisi olduğu söylenmişti...
    bundan hiç kuşku duymuyorum. çünkü erbakan ele avuca sığmayan bir adam. her şeye rağmen erbakan arap dostluğu diyordu. refah-yol’un yakılışının sebebi erbakan’ın başbakanlıkta adam toplaması değildi. asıl sebep erbakan hoca’nın bedelsiz ithalatı açmasıydı. yani rahmi koç’un otomobilleri satılmayacaktı. bugün türkiye birinci dünya savaşının sonunu son üç ayda kabul etti. türkiye abdullah gül ve tayyip bey misyonuna kadar osmanlı’nın bittiğini ve birinci dünya savaşında yenildiğini kabul etmemişti. şimdi siz kuzey irak’ta ne olursa bush amca bizi dövdüler diyorsanız, orda artık iktidarınız kalmamıştır. kıbrıs’ta da bir iddianız kalmayacak.

    abdullah gül’le tayyip erdoğan şimdi osmanlı’nın yıkılışını mı ilan ediyorlar?
    benim söylediğim abdullah gül’le tayyip bey çok geçici. bunlar kenan evren’in en hakiki çocukları. ben 4 kasım’da yüksek bürokrasinin en çok istediği hükmet geldi dedim. bir şey daha var, bu hükümet gelmeden evvel her cuma camilerde çok büyük kalabalıklar çıkıp büyük tepkiler gösterirlerdi. şimdi camiler de sustu. hiçbir tepki yok türkiye’de. her şey yıkıldı. kendimi de katayım, bunu önleyemiyorsam ben de onun bir parçasıyım.
  • artık bilim kurgu yazıyor. zira kitaplarını ithaki yayınları basıyor.
hesabın var mı? giriş yap