• “benim asıl kimliğim yazarlık değildir. yarın belki bütün elyazmaları, notları, kütüphanemi terkederek ortalama bir kemancı olmaya çalışırım. fakat kemana da bağlı kalamam. yani bir insanın kendini yazar, öğrenci, genel müdür kimliği içine sıkıştırmasını ve bununla kıvanç duymasını anlayamıyorum. dünya o kadar büyük ve seçenekleri o kadar fazla ki keman çalmak bize zevk veriyorsa niye yazar olarak kalalım, bu dünyaya eğlenmeye geldik.”

    (bkz: e dergisi)
  • hiç beklemediğim bir anda karşılaşıp yüz yüze tanışma şansına eriştiğim, bir süre oturup sohbet edebildiğime hala inanamadığım (kısmen bunun şokunu da hala taşıdığım), bana şimdiye dek ömrümün en güzel hatırasını armağan etmiş efsane yazar. heyecanımı ancak dizginleyip, cümlelerimi toparlamaya çalışıp şimdi yazabiliyorum.

    geçen pazar* izmir'de istinyepark'taki penguen kitabevi'nin önünde oturmuşum otobüs firmasının servisinin gelişinden önce vakit öldürüyordum, dalıp gitmişim yorgunluktan. bir de hava değişimi çarpmış, hafif halsizim. imza günüm, söyleşim bitmiş, okurla son muhabbet yapılıp vedalaşılmış. normalde dalgınken pek dikkat etmem ama bana doğru bakıp yaklaşan birini gördüm. uzaktan tam seçemiyorum ama yaklaştıkça, "aaa ihsan oktay anar mı" diye şaşırdım uzun ihsan efendi'yi ilk fark ettiğimde. yine emin değilim, gerçek değil gibi geliyor. emin olmak için oturduğum yerden fırlayıp ben de ona yürüdüm, kitabevinin önünde bir an durup: "ihsan oktay anar değil mi?" diye sordum ama heyecandan, uzun ihsan efendi kanlı canlı karşımda. o da "mehmet berk yaltırık?" diye sordu. "evet... hocam hiç karşılaşmayı ummuyordum" falan diye heyecandan kekelerken ben, kırk yıllık ahbapmışçasına kucaklaşıverdik. usta sarılırken "aslanım benim, ne güzel işler başarmışsın" deyince nutkum tutuldu.

    ben kimim, ne yaptım, ne yazdım hiçbir şey kalmadı bende. cümle kurmayı geçtim, kelime çıkamıyor ağzımdan. "çok teşekkür ederim", "ilham kaynaklarımdansınız" falan güç bela şimdi hatırlayabildiklerim. güç bela konuşuyorum ama o an nasıl yüreğime inmedi, nasıl ayakta kalabildim bilemiyorum. hoca bir şekilde haberdarmış benden ama tesadüfen oraya eşi özlem hanımla* gezmeye gelmişler. uzaktan görünce fark etmiş ama emin olamamış. "vaktin var mı" diye sorunca o panikle "tabi!" diye buyur ettim. oturduk karşılıklı. ben hala hava değişiminden dolayı hayal gördüğümü, gerçek olamayacağını düşünüyorum arada. bir önceki gün seçkin sarpkaya ile sokakta yürürken üstada çok benzeyen birini görüp "tıpatıp aynısı" demiştik. üstüne bu hadise vuku bulunca halen şaşkınım. "telefonumu şarjda bıraktığım aklıma geldi akabinde ne istediğini soramamıştım. o anlık su isteyince önce kafeye koşturdum. "ihsan oktay anar burada, bir su rica edebilir miyim" dedim ama o cümleyi o telaşe ile nasıl kurdum bilemiyorum. akabinde telefonu kapıp geldim, oturdum ustanın yanına.

    muhabbete koyulduk hemen. "puslu kıtalar atlası'ndaki upir tasvirleri beni epey etkiledi" hocam deyiverdim ki hep ona bahsetmek istemiştim bu husustan. tabi masada ben olunca konunun upirden vampirden açılması pek şaşırtıcı değil o ayrı.* böyle deyince avusturya imparatorluğu'nun semendire, belgrad taraflarını ele geçirdiği senelerde yaşanan medvedja'daki vampir toplu histerisini okuduğunu söylüyor. yanlış hatırlamıyorsam paul barber'ın "vampires, burial and death folklore and reality" adlı kitabında rastladığını anlattı.

    derken ansızın "yeni çalışmalar var mı" diye sordu usta. ihsan oktay anar bana yeni çalışmalarımı soruyor. ihsan oktay anar. rüyada mıyım? hayalde miyim? üzerinde çalışmayı düşündüğüm dosyamdan ve yayına hazırlanan novellam ile seçkilerde çıkacak bir-iki öykümden bahsediyorum dilim döndüğünce. bana bir düşüncesinden bahsederek "böyle bir şey de yazılabilir" diyerek yeni bir roman taslağı da armağan etti o esnada usta. şok üstüne şok. bir yandan zihnime kazıyorum, bir yandan da "acaba gerçekten rüyada mıyım" abukluğunu yaşıyorum kendi kendime.

    o esnada kitabevinden bülent bey de bize iştirak ediyor muhabbetimize. daha sonra bir süreliğine oradan ayrılıp geleceğini söyleyince sanki bir rüyadan uyanacakmışım gibi hissettim, "hocam gitmeden bir fotoğraf çekilelim mi" dedim. poz verirken gülerek "mağrur duralım mı" biraz deyince kavuşturduk kolları. fotoğraf çekildikten sonra ayaküstü son romanım "karanlığın şahidesi"nin bir nüshasını da imzalayıp verdim kendisine. rastlaşacağımızı bilsem kitaplarını edirne'den taşırdım, hepsinin üstünde onca senenin hatırası var. "başka sefere imzalatırım inşallah" diyebildim.

    görsel

    bir süre yalnız kaldım. fotoğrafı paylaştım falan ama hala "gerçek miydi bu" diye kendimi sorguladım. ilk yazdığım öyküler, basılı çalışmalar, etkinlikler falan film şeridi gibi geçti gözümün önünden. sevinçten ağlayasım geliyor, çevrede oturanlar olunca iki arada tıkanıveriyor böyle, ustayı bekledim o vaziyette. özlem hanım'la gelince bu sefer bülent bey, ben dördümüz çay eşliğinde başladık sohbete. ihsan oktay anar'la oturup çay içmeyi izmir'e yola çıkarken hiç beklemiyordum, biraz da onun şokunu yaşadım. "puslu kıtalar atlası" ile tanıdığımı ancak en çok "amat"ı sevdiğimi söyledim. "yeni roman yazacak mısınız" sorusunu da gıyaben bencileyin tüm anar okurları adına ilettim. özlem hanım, üstadın her kitaptan sonra bir daha yazmayacağını söylediğini ancak tesirli olmadığını söyleyince "inşallah yazarsınız hocam yine" diyebildim. dilek tutma, temenni, niyet ne varsa okuyorum içimden o an.

    çaylar bitince kalktık. vedalaşırken "böyle genç arkadaşlar ne güzel işler yapıyorlar" deyince neredeyse ağlayacaktım ama bu sefer salt kendi namıma sevinçten değil, çünkü bu övgüde fantastik, korku, bilimkurgu gibi türlerde yazan eser sahibi yahut hazırlığında, veya amatör bir sürü kalemdaşım var, onları anımsıyorum. gözler buğulu ustayı uğurladıktan sonra servisi nasıl denk getirdim, otobüs firmasının yazıhanesine nasıl ulaştım bilemiyorum.

    şimdi bile hala o büyülü anın etkisindeyim. seneler öncesinde lisansa yeni başladığımda "reşad ekrem koçu sevdiysen bu roman da hoşuna gidebilir" diyen eski müdavimi olduğum kitapçılardan birinin tavsiyesiyle başladığım puslu kıtalar atlası vesilesiyle tanıştığım, "amat" ile hayran olduğum, külliyatının bazı eserlerini 2-3 kez tekrar okuduğum yazarın iltifatına mazhar olup bir de roman fikri almışken, mutluluğumu, heyecanımı hala dizginleyemiyorum. ömrümün en güzel hatıralarından birini, 2009 yazında blog açarak başladığım yazı maceramın bence en kritik dönüm noktasını o gün bahşetti üstat. dünya gözüyle sevdiğim yazarla tanışmamın ve iltifatını duymamın çifte sevincini, gururunu aynı anda yaşadım.

    çok yaşa sen ihsan oktay anar, diliyorum ki ilhamlarından hiç mahrum bırakmazsın bizleri. yine rastlaşırız inşallah...
  • ihsan oktay anar, tarihe sıkı sıkıya bağlı değil olmak zorunda da değildir çünkü yazdığı romanlar tarihi roman statüsüne girmez.

    ihsan oktay anar, palimpsest tarihi roman yazar. öncelikle palimpsestin ne olduğunu tanımlayalım gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

    palimpsest üzerindeki yazılar silindikten sonra üzerine yeni yazılar yazılmış parşömendir. ancak eski yazıların izleri sayfa üzerinde belli olur yine de.

    işte ihsan oktay anar, tarih üzerine bunu yapar. düşünün ki ilk dersiniz tarih ve tarih öğretmeni derse gelip tahtaya kız kulesinin tarihini anlatan bir yazı yazdı. tamamen belgelere dayanan ve geçerli bir tarih olsun bu yazı.

    şimdi, teneffüse çıkalım ve yarım yamalak tahtayı silsin bir öğrenci. hoop teneffüs bitti hemen sıralarımıza dönelim, öğretmen zili ile. yeni ders felsefeci ihsan hocanın olsun. ihsan hoca da felsefe ve hayata dair bir hikaye yazsın tahtaya, altında kız kulesinin silik ve gerçek hikayesinin izleri olan. işte bu palimpsest tarihi roman olur. bu yöntemi en başarılı şekilde kullanan şüphesiz umberto eco'dur.

    ihsan oktay romanlarında arka planda gerçek bir tarih varken, üzerinden kurgu bir hikaye geçer ancak bunu öylesine ustaca yapar ki hangisi kurgu hangisi gerçek düşünmek istemezsin.

    işte eğer bu işi büyük bir ustalıkla yapabilirseniz buna da büyülü gerçekçilik denir.

    ders bitti, tahtayı güzel silin.

    demem o ki arkadaşlar işin özü tekniktir, nasıl gitar çalmak için tutuş tekniğini, tablo yapmak için fırça kullanma tekniğini öğrenmek gerekiyorsa yazı da bir teknik üzerine kuruludur. yazmak istediğiniz tekniği öğrenir, bu teknikle yazılan eserleri okur ve bol pratik yaparsanız gelecek nesiller sizin için de başlık açacaktır.

    yetenek ise sadece yapamayacağını düşünen insanların, yapanların başarılarını doğuştan gelen tesadüfi bir özelliğe bağlama uğraşıdır. gözlem yapmak, okumak, meraklı olmak, kelime hazinenizi arttırmaktan ibarettir her şey.
  • " türk edebiyatının şu anda hayatta olan en büyük yazarıdır " diye iddialı bir cümle ile tanımını yapayım öncelikle.

    ihsan oktay anar, postmodernist bir yazardır.

    şu kısımda önce postmodernizm ne demek basite indirgenmiş şekilde kısaca anlatayım.

    bilimi ve tutarlılığı savunup geçmişten tamamen kopmak arzusunda olan modernizmin karşısında duran, anlam ve kanıtlanabilirlik kaygısı gütmeyen, teknolojiyi, geleceği ve geçmişi harmanlama amacı güden bir akımdır.

    ihsan oktay anar'ın da yaptığı budur. masalsı bir hava vardır romanlarında. karakterleri öyle güzel işler ve olaylarla tutarlı hâle getirir ki 1543 senesinde istanbul'da cep telefonu ile konuşan bir şeyhülislamdan bahsetse garipsemeyiz.

    kurgusal yeteneğinin yanında dil konusunda ise tartışmasız en iyidir. belki biraz abartılı bir benzetme olacak lâkin j.r.r. tolkien'in kendince orijinal diller oluşturuşunun mikro hâlini edebiyatımızda gerçekleştirir ihsan oktay. *

    okuyucuyu etkileyebilmekteki muazzam başarısını da şöyle açıklayabilirim.

    ihsan oktay'ın romanlarında daha ilk cümleden " ben ihsan oktay anar romanıyım " diye bağırır kitap. kullanılan dil ve olay örgüsü aklımızı önce allak bullak eder. çünkü sürekli geçmiş ve bugün arasında gidip geliriz. buna edebî hipnoz diyelim.
    beynimiz bir süre bu karmaşayla mücadele ettikten sonra artık bizi tamamen okuduğumuz romanın dünyasına adapte eder.

    üstkurmaca ve metinlerarasılık tekniğini de şahane kullanır. bu teknikleri en iyi şekilde kullanan diğer yazarımız hasan ali toptaş'tır.
    orhan pamuk ise belki bu iki isimden sonra gelir bu konuda çünkü onun metinlerarası paragrafları genelde fazlasıyla sıkıcı olmaktadır ve tekrardan asıl konuya çok iyi bağlanamaz.

    ihsan oktay anar'ın çok övüldüğü konulardan biri de sadece üç kez geldiği istanbul'u romanlarında mükemmel derecede iyi anlatabilmesidir. kendisi bu konuyu " ben 17. yüzyıl istanbul'unu anlatıyorum. ben dahil şu an yaşayan hiç kimse o günleri görmedi " diyerek açıklamıştır. yani hâyâl gücü ve tasvir yeteneğinin ne derece muhteşem olduğunu buradan anlayabiliriz.

    puslu kıtalar atlası, kitab-ül hiyel ve efrasiyab'ın hikâyeleri adlı romanlarında direkt ismiyle var olan, diğer romanlarında ise bazı göndermelerle romanın içinde var olduğunu anladığımız uzun ihsan efendi adlı karakter de bize ihsan oktay'ın romanlarını yazarken kendisinin de o dünyaya kapıldığını gösterir. bu karakterin kendisi olduğunu söylemişti ihsan oktay anar.

    meselâ çok sevdiğim yönetmen quentin tarantino da filmlerinde kendisine ufak roller verir. bu bir arzudur. kişinin, eserini ne denli beğenip sahiplendiğini ve mutlaka o dünyada bulunmak istediğini gösterir.

    ihsan oktay anar'ın romanları da kendine has üslubu ve olay örgüleriyle edebiyatımızda iyi ki var dedirten bir dünyadır.

    umuyoruz ki artık bir roman çıkarır ve bu hasreti bitirir.
  • beni çok etkileyen bir edebi eseri bitirdikten sonra şayet çeviri okuduysam, yani orijinal dilince okumadıysam üzülüyorum. mesela victor hugo'yu okurken arama bir çevirmen girmesin isterdim. yıllar önce yazdığı cümleleri hiç değişmemiş haliyle okumak müthiş bir deneyim olurdu bence. victor hugo okurken fransızca bilmeyi diliyorum, hermann hesse okurken almanca, görece olarak daha yalın bir dili olduğu için çevirilerdeki yorum diğer yazarlara nazaran çok daha az olsa da haruki murakami okurken de japonca bilmek istiyorum. sonra bilmediğim, öğrenmediğim için üzülüyorum. tüm bunların yanında ihsan oktay anar'ı çevirisiz okuyabiliyor olmak bana müthiş bir haz veriyor. okuyanlar bilir, tahmin eder ki dili; çevirilere çok müsait değil. oldukça zor yani. bu yüzden puslu kıtalar atlası'nı, suskunlar'ı tıpkısı olarak, anar'ın yazdığı kelimelerle okumak... okurken tarifsiz, şapşal bir mutluluk içerisinde oluyorum. türkçe bilenler olarak bu açıdan çok şanslıyız, çok.
    yeterince değeri bilinmeyen, bol bol okuyup bol bol okutulması gereken kitaplar yazan yazar.
  • her insanın maddi olduğu kadar manevi de bir sermayesi vardır. bu, sanatçılar için pek belirleyicidir. kimisinin sermayesi hiç bitmez, hayatı boyunca vasati düzeyde ve ortalama bir tutarlılıkta yazar; kimisi üç beş üst seviye eser yazar ve aniden onu yazıya yönelten melekeleri kendisini terk eder.
    işte onurlu yazarlık, burada kendini belli eder. kimisi ruhî sermayesi bitince isminin kalitesini bozmamak adına bir daha yazmama kararı alır kimisiyse biten ruhî sermayesini, maddi sermayeye dönüştürmek adına bir şeyler gevelemeye devam eder.

    üzülerek ve sevinerek söylüyorum ki ihsan hoca, manevi sermayesinin bittiğini düşünüyor ve yazmayı bıraktığını söyledi. zihninde bir hikâye var fakat onu bir kalem ve bir kâğıtla karacağını düşünmüyor. farklı uğraşılar, meraklar, çılgınlıklar peşinde.
    hiçbir röportajının, adamakıllı görüntü kaydının olmamasından da anlamalıydık ki ihsan hoca, parlamak için değil, yaşamak için yazıyordu. ne var ki artık yazmak uğraşısı, ihsan hoca'nın yaşaması için yeterli bir ecza değil.

    onu bir süre derviş ruhu ile baş başa bırakalım. bir haber gelirse burada paylaşırım.
  • yıllar önce iletişim yayınları'na yolladigi, yayınevi tarafından onaylansa da kendisinin karar değistirerek yayınlanmasını istemediği okuyucuları arasında çok merak edilen tamu adında bir kitap dosyası var malumunuz. şimdi bu dosya nasıl oluyorsa nadir kitap'da satılıkmış zamanında, birisi satın almış tabi ama ilan hala duruyor. buyrunuz
    şimdi benim merak ettiğim konu şu, yazarın yayınlanmasına izin vermediği bir dosya nasıl oluyor da kitapçının biri tarafından 6.000 tl gibi bir fiyata satılıyor? bir de bu dosya bu kitapçının eline nasıl geçebiliyor? belli ki yayınevinde görevli biri aracılığıyla ulaştırılmış, buna nasıl izin veriliyor? yapılan hareket yazara büyük bir saygısızlıktır, eğer eser sahibi metninin yayınlanmasıni istemiyorsa başkalari tarafından okunmasını da istemiyor demektir buna herkesin saygı duyması gerek.

    edit: ilanı kaldırmışlar ekran görüntüsünü almıştım zamanında. buyrunuz efenim,

    görsel

    görsel

    görsel

    edit 2: ilanı kaldırıp bir daha eklemışler. bu yüzden link değişmiş. şu an satılık olarak görünüyor, böyle bi ilginçlik var. amaçlarının ne oldiğunu anlayamadım. buyrunuz.
    yeni link
  • ihsan, mahremiyeti gitti diye yarısı bitmiş bir kitabı çöpe attı. bu kitapta 1700’lü yılları ve viyana kuşatması’nı anlatıyordu. içinde de 18’inci yüzyılda istanbul’da çikolata imal eden bir usta geçiyordu. peki bu mahremiyet meselesi ne? ihsan bir gece bilgisayarında bir mesaj gördü: “uzun süredir internete girmiyorsun, girmezsen sana zarar veririm.” ve ekranda 64-63-62 diye sayılar geri saymaya başladı. o gece ihsan, “kitabı ele geçirmiş olabilir, artık mahremiyeti gitti” diyerek onu çöpe attı...2012 haber turk gazetesinde yazarın ender röpartajlarından birisinden alıntıdır. ulan nasıl bir kötülüktür bu. 2. viyana kuşatması, dönem istanbulu, kimbilir neler yazmıştı büyük yazar, okumayı ne çok isterdim. ah yüce ihsan mahrum etme bizi büyülü dünyalarından.
  • kendisiyle çiçeği burnunda bir yazarken yapılmış röportajı buraya alıntılamak isterim; röportaj, gösteri dergisi'nin 1997 yılının haziran sayısında (sayı 199) yayınlanmış:

    ***

    -kitaplarınızda sıradan bir okurun farketmekte zorlanacağı yoğun bir felsefi altyapı görülüyor. bu romanları yazarken, böyle bir amacınız var mıydı?

    elbette felsefe yapmak için bu romanı yazmadım. zaten roman felsefe yapılacak bir disiplin değil; felsefeyi sadece bir felsefe kitabında yapabilirsiniz. ben, sadece roman yazmaya çalıştım; belki bir felsefecinin bakış açısıyla olaylara bakmış olabilirim, fakat felsefi bir sorunu bu romanlarımda incelemedim.

    -roman, felsefe yapılacak bir disiplin değildir dediniz; peki bir felsefeci olarak felsefe ile roman daha genel bir deyişle edebiyat arasında hiç mi ilinti yok ya da nasıl bir ilişki kurulabilir?

    elbette, felsefe edebiyatla ilgilenir, fakat ben kendi payıma felsefe ile edebiyat arasında bir ilişki kuramıyorum. benim için edebiyatla felsefe arasında sözgelimi mühendislikle edebiyat arasında olduğu kadar belki de daha fazla bir mesafe var. kısaca, bunların birbirine çok yakın alanlar olduğunu düşünmüyorum.

    -edebiyatla, mühendislik/teknik arasında fazlaca bir mesafe olduğunu söylediniz, ancak özellikle 'kitab-ül hiyel'i okurken çağdaş jules verne'i okur gibi olduk. kitapta yer alan ilginç teknolojik aletler sizin tasarımınız mı? teknikle ilginiz ne düzeyde? bu çizimler öyle kolay kolay yazılıp çizilecek şeyler değil çünkü...

    kitaptaki tasarım ve çizimler bana ait. bir şeyden zevk alıyorsanız uğraştığınız söylenemez, çünkü zaten zevk alıyorsunuzdur, bu eğlenceli bir şeydir. teknikle ilgili bilgim lise seviyesinde. o yıllarda, bol ansiklopedi okudum, kitabı yazarken de bu tür kitaplarla haşır neşirdim. gerek okurken, gerekse yazarken her şeyden önce zevk almayı amaçladım. bunları çizmek, tasarlamak beni çok eğlendirdi, okuru da eğlendireceğini, düşündüreceğini düşündüm. her şeyden önce, benim her aşamasında zevk almadığım bir kitabı okurun beğenmesini bekleyemezdim.

    -tarihsel olandan yeni bir yazın türü çıkartıyorsunuz. ancak, tarihsel gerçeklerden neredeyse tümüyle farklı olaylar bunlar... bir tarihi gerçekliği alıyor, dönüştürerek başka bir forma aktarıyorsunuz, alternatif bir tarih yazar gibisiniz.

    zaten yazılan her tarih, alternatif bir tarihtir, çünkü tarihçinin yüzde yüz objektif olması çok kolay değildir. fakat tarihçi yazdıklarında objektif olduğu iddiasındadır, bense tarihte(ki) güzel şeyleri, ilginç şeyleri bulmaya çalıştım, eğer bulmadıysam uydurdum. zaten birçok tarihçinin de yaptığı bir şeydir uydurmak. ancak ben okura bunların doğru olduğunu elbette söylemedim, fakat bulduğum şeylerin güzel olmasına çalıştım ya da arka planın güzel olmasına çalıştım, elimden geldiği kadar.

    -kitaplarınızda sürekli eskiyle yeni arasında bir ilişki kuruluyor. bizi şaşırtan, zaman zaman korkutan ama yine de farklı bir tat bırakan, ritmi sürekli değişen eserler. kendinizi günümüz türk edebiyatında nereye yerleştiriyorsunuz?

    ben, iyi bir roman yazdım demiyorum tabii... ama iyi bir romanın, hani lunaparklarda, 'hızlı tren' de denen 'roller coaster'lar vardır ya, öyle olması gerektiğini düşünüyorum. insanlar merkezkaç kuvvetinden hoşlanırlar, belki içten gelen dürtüleriyle merkezden kaçmayı çok severler. insanların çoğunda maceracı bir ruh vardır. ben bu duygulara seslenmeye çalıştım. okuruma bir lunaparktaymış duygusu vermek istedim. bunu başardım mı, tabii bilemiyorum. eğer bu kitaplara bir ad takılacaksa, bir edebiyat çerçevesi içinde değerlendirilecekse, ya fantastik realizm ya da en iyisi, paranoit realizm diyebiliriz.

    -çağdaş bir yazardan beklenmeyecek derecede yoğun bir osmanlıca kullanıyorsunuz. roman kahramanlarınızın yaşadığı dönem itibariyle mi böyle bir dil kullandınız, yoksa eski dilimize ayrı bir ilginiz mi var?

    romanlarımda arkaik bir dil kullanmaya çalıştım. anlam yükü olan kelimeleri seçmek zorunda idim. çünkü eğer tarihsel denebilecek bir bir roman yazacaksanız elbette kelimelerin de bir tarihi olmalı. aslında bu konuda fazla da düşünmedim, diyebilirim. yazarken aklıma geldiği şekliyle yazdım.

    -'kitab-ül hiyel'de günümüz türk edebiyatında pek sık rastlanmayan bir yapı denediniz. örnek aldığınız, izini sürdüğünüz bir yazar ya da yapıt oldu mu, yoksa oturup bu yapıyı kendiniz mi oluşturdunuz?

    'kitab-ül hiyel', günümüz türkçesi ile 'hiyel kitabı' demek. oyunların, oyuncakların, mekanik aletlerin anlatıldığı hiyel kitapları daha önce de yazılmış. musa bin şakir kardeşler, el cezeri gibi teknik adamlar, mekanikle uğraşan bilimadamları, hiyel kitapları yazmışlar. benim yazdığım 'kitab-ül hiyel' de daha çok eski hiyel kitapları formatında yazılmış bir kitaptır. cezeri'nin kitabını açar bakarsanız 'kitab-ül hiyel'e benzediğini görürsünüz.

    -bundan el cezeri'yi örnek aldığınız sonucunu çıkarabilir miyiz?

    hayır, yalnızca eski hiyel kitaplarının biçimini örnek aldım.

    -hiyel kitabı nedir?

    özellikle 8'inci ve 9'uncu yüzyıllarda ortaçağ islâm dünyasında bir çeviri faaliyeti başlar. özellikle de yunancadan felsefe, bilim ve tıp kitapları çevrilir, bir uyanış dönemi başlar. daha önce sözünü ettiğim el cezeri ve musa bin şakir kardeşler gibi bilim adamları ortaya çıkar bu gelişmelerin sonucunda. bu yazarların mekanizmalar konusunda yazdıkları kitaplara 'hiyel kitabı' denir. bazılarının tıpkı basımları günümüzde yeniden yapıldı. hiyel kitapları ve içlerinde anlatılanlar elbette, böyle bir teknoloji kuracak alt yapı o zamanlarda olmadığı için daha çok oyuncak olarak görülüyordu. yani insanları şaşırtmaya, kandırmaya yönelik bir bilim dalı olarak görülüyordu. ancak bir özelliğin altını çizmek istiyorum, bunlar yine de gerçekleştirilebilecek mekanizmalardı, hatta çoğunun gerçekleştirildiğini sanıyorum. oyuncakla bir iş gören alet arası tasarımdır bunlar. 'kitab-ül hiyel'i yazarken, bu hiyel kitaplarını hep düşünmüşümdür.

    -bazı yazarlarda romanın bir düşünsel oluşum evresi vardır. siz romanlarınızı nasıl yazıyorsunuz, böyle bir tasarım evresi var mı yazdıklarınızın?

    romanlarımı ev ödevi yapar gibi çeşitli aşamalarda yazmadım ya da tasarlamadım. insanlar hayal kurarken zevk almaya bakarlar. ben sadece hayal kurdum ve kurduğum hayalleri kağıda geçirmeye çalıştım.

    -izmir'de yaşıyorsunuz ve romanlarınızı yazarken de bu şehirdeydiniz; ancak ilginçtir romanlarınız, istanbul'da geçiyor ve bu şehirle ilgili çok dikkat isteyen ayrıntılara rastlıyoruz. bu bilgileri de istanbul'a giderek romanın geçtiği mekanlardan mı, yoksa çeşitli kitap ve ansiklopedilerden mi derlediniz?

    her iki yöntemi de kullandım. tarih okumaktan büyük zevk alıyorum, yıllardır bu tür kitaplar okurum. istanbul'la ilgili çeşitli kitapları ve haritaları topladım, burada özellikle cahit kayra'nın adını vermek istiyorum. bu okumalardan sonra, eskiden geriye bir şey kalmış mı diye istanbul'u dolaştım. 'puslu kıtalar atlası'nı yazmadan önce galata kulesi'ne çıkıp çevreye baktığımda çok etkilendiğimi hatırlıyorum. bu kitapları doktora tezi yazmam için bana verilen sürede izin alarak yazmıştım. sonuçta doktora tezimi de yazdım, ama bana verilen yedi yıllık sürenin üç yılını bu kitapları yazmak için kullandım.

    -eski istanbul'dan, kitaplarda okuduğunuz istanbul'dan ne kadarını bulabildiniz?

    aradım ama hiçbirini yerinde bulamadım. tabii 300 yıl sonra bir başka yazar bugünkü istanbul'u yazarsa, bugünkü istanbul da o zaman eski istanbul olacak ve bu gibi sorular o zaman tekrar sorulacak. insan bugün geçmişe özlemle bakar, çünkü insan bu gün o kadar reeldir ki biz bugünü hissederiz ve hissettiğimiz çoğu zaman iyi şeyler değil.

    -her iki kitabınızda da 'yazar' olarak farklı bir konumdasınız, bütün bir okuma boyunca sizin 'yazar' olarak hiçbir duygunuza, düşüncenize rastlamıyoruz.

    evet, ben bir yazarım ya da öyle olmaya çalışıyorum. trajik bir kahraman değilim, dolayısıyla benim kendi duygularımın ya da gündelik hayattaki düşünce ve kaygılarımın okur için edebi bir değeri olmayacaktı.

    -roman yazmaya genç yaşta başlayan birisiniz. 36 yaşında iki kitaba birden sahip olmak her yazara nasip olmaz.

    bir insanın gençliği bana kalırsa ne kadar yaşadığına değil neler yaşadığına bağlı olan bir şey. ben çok genç olduğumu düşünmüyorum. bence uçarılık gençliğin değil çocukluğun, çocuksuluğun getirdiği bir şey; bir sanatçı ne kadar yaşlı olursa olsun içindeki çocuk öldüğü zaman ölür, en azından sanatçı kişiliği ölür, diye düşünüyorum. ve bunu herkese tavsiye diyorum, içimizdeki çocuğu öldürmeyelim, çünkü o zaman ne kitap yazabiliriz, ne kitap okuyabilir, ne de hayattan zevk alabiliriz. sonuçta her romanı, her fiction'ı içimizdeki çocuk yazar. gençlerin çoğu çocuksuluklarını bir eksiklik olarak görüyorlar ve yazarken bir büyük gibi adeta 60 yaşındaki bir yazar gibi yazmaya çalışıyorlar; halbuki onun gibi olmak için can attıkları bu yazara karşı çok büyük bir üstünlüğe sahipler en azından çocukluklarını henüz unutmuş değiller. sonuç olarak sanatın bir oyun olduğunu ve sanatçının bir çocuğun oyun oynarken aldığı zevki alabileceğini söylüyorum. sanattan zevk almamızı ve belki de sanat yapmamızı sağlayan şey bu çocuk olsa gerek, diye düşünüyorum.

    -yazarlarınız kim? kimleri ilgiyle okuyorsunuz?

    uzun süreden beri zevk almak için okumuyorum. o yüzden en beğendiğim yazarlar kim, o konuda bir şey diyemeyeceğim. daha çok kim, neyi, nasıl yazmış gibi teknik sorulara cevap bulmak için okuyorum. kütüphanemde birçok konuda kitap var, mühendislik, binicilik, avcılık, matematik... okumanın, ne okursanız okuyun, okumanın kendisi, daha doğrusu bir şeyler öğrenmenin kendisi elbette çok zevkli bir şey. bu arada orhan pamuk'u başarılı bulduğumu söylemeliyim. metin kaçan'ı beğeniyorum ve bir de abdülhak şinasi hisar'ın adını vereceğim size. bunun yanında osmanlı edebiyatında nesir yazan lâtifi ve evliya çelebi de okumaktan haz duyduğum yazarlar.

    -okuruyla yeni buluşmuş genç bir yazar olarak türkiye'de yayıncı-yazar ilişkisini nasıl buluyorsunuz?

    kitap yazdığınızda sizi takdir eden olmuyor fakat kitabınızı bastırdığınızda birdenbire başarılı bir insan oluyorsunuz; önemli olan burada yazmak değil bastırmak, insanlar bunu böyle düşünüyorlar. romanlarımı yazarken, annem, açıkçası, üzülüyordu, oğlumun hali ne olacak, geleceği ne olacak diye kaygılıydı. elbette, türkiye yazar için bir cennet değil. hatta yazar, daha da genişletirsek sanatçı, türkiye'de azınlık durumunda. kabul edilen bir meslek değil yazarlık türkiye'de. hatırlarım, ilk kitabımı bitirdiğim zaman bir akrabam araba almıştı ve ailemin çoğunluğu benim kitap yazdığımı onun ise araba aldığını öğrendiği zaman onu kutladı fakat bana bir şey söyleyen olmadı. ama benim için kitabı bastırmak değil de yazmak çok zevkli. yine de insanlar kitabınızı okuduğunda sevinmeden edemiyorsunuz, en azından bir şeyleri paylaşmış oluyorsunuz. ben, başarı için değil, sadece kafamdakileri paylaşmak için yazdım, sonuçta kitap da bir tür iletişim kurma biçimidir.

    ***

    röportajı dergide yayınlandığı haliyle okumak isteyenler için:

    görsel
    görsel
    görsel
  • kendisinin sıkı bir mor ve ötesi fanı olduğu ortaya çıktı.

    şaşkınız...

    ispat: https://www.instagram.com/…nfb/?igshid=ymmymta2m2y=
hesabın var mı? giriş yap